Halk Edebiyatına Giriş 2 Dersi 4. Ünite Özet
Ozan-Baksı Edebiyat Geleneği
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
İslâmiyet Öncesi Türk Edebiyatı
Türkiye’de Türk edebiyatı tarihini ilk tasnif denemesini Mehmed Fuad Köprülü yapmıştır. Bu tasnifinde Köprülü, İslamiyet’in Türklerin büyük bir çoğunluğu tarafından kabul edilmesini temel ölçüt olarak kullanmıştır. Buna göre Türk edebiyatı tarihi üç döneme ayrılmıştır:
- İslâmiyet Öncesi Türk Edebiyatı
a) Sözlü Edebiyat
b) Yazılı Edebiyat - İslâm Uygarlığı Etkisindeki Türk Edebiyatı
A) Halk Edebiyatı
a) Anonim Halk Edebiyatı
b) Dinî Tasavvufî Halk Edebiyatı
c) Âşık Tarzı Halk Edebiyatı
B) Divan Edebiyatı - Batı Uygarlığı Etkisindeki Türk Edebiyatı
Bu Türk edebiyatını tasnif denemesi zaman içinde kalıplaşarak yaygınlaşmıştır. Bugün de tartışmasız kesin bir doğru immişçesine kullanılıp öğretilmeye devam edilmektedir. Oysa bu tasnif denemesi İslamiyet’i günümüzde bile kabul etmemiş Saha (Yakut), Çuvaş, Hakas, Tıva, Altay, Karay, Urumlu ve Gagauz gibi Türk boyları düşünüldüğünde anlamsızdır. İslâmiyet öncesi Türk sözlü edebiyatının doğrudan doğruya tür, şekil, tema, motif bazında devamı olan “Halk Edebiyatı” bu tasnife göre tuhaf bir biçimde İslamiyet’in kabulüyle birlikte ortaya çıkmaktadır.
Bu dönemin, Türk edebiyatının ilk yaratıcıları olan “kam” ların (şamanların), toplumsal iş bölümünün gelişmesiyle ortaya çıkan “Ozan’lar ve “baksı” ların oluşturduğu sözlü edebiyat geleneği, “Ozan-Baksı Edebiyat Geleneği” olarak adlandırılmaktadır. Başlangıçtan İslamiyet’in kabulüne ve yeni edebiyat geleneklerinin ortaya çıkmasına kadar olan dönemin “Ozan-Baksı Edebiyat Geleneği” olarak ele alınması son derece doğru ve yararlıdır. Böylece, bu geleneğin üzerine daha sonraki yüzyıllarda oluşacak olan “Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı” ve “Âşık Tarzı Halk Edebiyatı” gelenekleri arasındaki sürekliliği anlamak kolaylaşacaktır. Daha da önemlisi, günümüzde de sözlü edebiyatları kamlar (şaman) tarafından sürdürülen Türk boylarının bu tür edebî verimlerini bu başlık altında ele alıp işlemek mümkün olacaktır.
Türklerin Kabul Ettiği Dinler
Din bir milletin dünya görüşünü oluşturmada son derece önemli bir kaynaktır.
Dünya görüşü kısaca, bir topluluğun dünya ve kâinatın nasıl bir sistem içinde işlediğine dair temel kabulleri olarak tanımlanabilir. İster sözlü isterse yazılı olsun edebî eserleri yaratanlar, doğal olarak dünya görüşlerini ve düşünüşlerini de dışa vurup ürünlerine yansıtacaklardır. Hatta bazı eserler sırf bu amaçla oluşturulacaktır. Türkler, İslamiyet’ten önce pek çok dini kabul etmişlerdir. Türklerin tarih boyunca birbirinden farklı birçok dinin veya inanç sisteminin etkisi altına girmiş olmaları, bu dinler doğrultusunda yazılı ve sözlü edebiyat gelenekleri meydana getirmelerine yol açmıştır.
Şamanizm: Türklerin tarih sahnesine çıktıkları Güney Sibirya Ormanları ile Altay Dağları arasındaki üçgende, tarih öncesi dönemde önce kadınların hâkim olduğu anaerkil bir toplum yapısı içinde yaşadıkları bilinmektedir. Kadını üstün cins, erkeği ikincil bir cins olarak kabul eden ve küçük gruplar hâlinde yaşayan bu toplulukların dinî, siyasi ve ruhani liderleri Türkçe “kam” adı verilen kadın şamanlardı. “Ak Ana” da dedikleri, Umay Tanrıça’ya kâinatın yaratıcısı olarak inanıyorlardı. Demir ve benzeri metallerden silah yapmaya başlayan yeryüzündeki ilk üç bölgeden birisi olan Altay’daki bu Ön-Türkler (Proto-Türkler) demircilerin de kadınlar gibi kam (şaman) olabilmesiyle, kadın hâkimiyetinin yerine erkek hâkimiyetini oluşturdular. Bu yeni oluşan ataerkil erkek egemen yapıda Umay Tanrıçanın yerini eril niteliklere sahip “Kök Tenri” veya “Gök Tanrı” aldı. Bütün bu değişim süreçlerinde dünya görüşünü oluşturan “animist” anlayış ve “totemist” anlayışlarla birleşmiş “şamanist” kavrayış ve yorumlayış eski Türk inanç sisteminin esasını teşkil etmiştir.
Maniheizm: Mani adlı bir kişi MS III. yüzyılda Mezopotamya’da kendi adıyla anılan bir din kurmuştur. Mani dini, iki prensip iyi-kötü, karanlık aydınlık, nurzulmet üzerine kurulmuştur. Buna göre yaşadığımız dünya iyi ve kötü unsurların birleşmesinden meydana gelmiştir. Bu dinin mensupları İpek Yolu’yla gittikleri Orta Asya’da onu, Türk İmparatorluğu’nu yönetmekte olan Uygur Türklerine tanıtmışlardır. Uygurlar, Maniheizmi, VIII. yüzyılda Böğü Kağan zamanında 762 yılında resmî devlet dini olarak kabul etmişlerdir. MS 840 yılında Kırgızlar tarafından iktidardan indirilen Uygur Türkleri Doğu Türkistan’a, Hoço bölgesinde yaşayan Türklerin yanına yerleşerek zaman içinde Mani din ve dünya görüşüne dayalı pek çok tercüme eser içeren zengin bir “Maniheist Türk edebiyatı” meydana getirmişlerdir.
Budizm: Türklerin kabul ettiği ve onları en çok etkileyen dinlerden birisi de Budizm’dir. Budizm MS III-IV. yüzyıllarda Doğu Türkistan’da kurulan manastırlarla önce Karluk Türkleri arasında yayılmaya başlamıştır. Daha sonraları Göktürk Kağanı Topo Han Budizm’i kabul etmiş ve Budizm’in Türkler arasında yayılması yaygınlaşmıştır. Ancak Budizm’in Türkler arasında uzun süre kalıcı olduğu yer Maniheist Uygurların 840’tan sonra yoğun olarak yerleştiği Doğu Türkistan’dır. Buraya yerleşen Uygur Türkleri burada yerleşik Budist Türklerin dinini benimsemişlerdir. Bu Burkancı (Budist) Türk kültür merkezinde pek çok kitap Türkçeye çevrilmiş IX. yüzyıldan XIII. yüzyıla kadar süren bir “Budist Türk edebiyatı ”meydana getirilmiştir.
Musevilik: Peygamber Hz. Musa ve Tevrat’a inanca dayanan bu din, Türkler arasında yoğun olarak sadece MS VIII-X yüzyıllarda Kafkaslardan Moskova yakınlarına, Hazar Denizi’nden Macaristan sınırlarına kadar uzanan geniş bir Türk devleti olan Hazar İmparatorluğu’nda özellikle yönetici sınıflar tarafından 740 yılında kabul edilmiştir.
Bu Musevî Türklerin soyu, sayıları çok azalsa da günümüzde Karay Türkleri ve Kırımçak Türkleri adlarıyla, Kırım, Ukrayna, Polonya, İsrail, ABD, Fransa ve Litvanya’da yaşamaktadırlar. Musevî Türklerin İbrani harfleriyle Türkçe yazılmış zengin bir edebiyat gelenekleri vardır.
Hristiyanlık: İpek Yolu’yla Orta Asya’ya gelen Hristiyan rahipler bu dini Türklere MS IV. yüzyıldan itibaren tanıtmış ve MS XI. ve XII. yüzyılda Hristiyan Türk cemaatler oluşmuşsa da daha sonraları bunlar ya Budistleşerek ya da İslamiyet’i kabul ederek ortadan kalkmışlardır. Daha sonraları, Karaman Türkleri Anadolu’da Hristiyanlığı kabul etmişler, 1923’ten sonra Yunanistan’a göç ettirilmişlerdir.
Hristiyan Türklerin MS XII. yüzyıldan başlayarak Ermeni, Latin, Gotik, Yunan ve Kiril harfleriyle Türkçe olarak yazılmış son derece zengin bir edebiyatları vardır.
Ozan-Baksı Edebiyatı
Mitolojik dönemde Türk edebiyatının en eski yaratıcıları kamlar (şamanlar) olmalıdır. Kamların olağanüstü güçlerle ve ruhlarla iletişime geçme yeteneklerine inanılması, onların en temel özelliğiydi. Bu bağlamda, kamların olağanüstü güçlerle kurduklarını düşündükleri iletişimlere dair memoratlar ve iletişime geçmek için şiir şeklinde söyledikleri “alkış” lar (dua) da en eski sözlü edebiyat türlerimiz olarak düşünülebilir.
Türklerin toplayıcılık, avcılık ve balıkçılık yaparak geçindikleri ormanlardan hayvancılık yapmaya başlayarak bozkıra çıkan ve göçerevli hayat tarzını benimseyenleri, otlakların, hayvanlarını ve hayatlarını koruyabilmek için birleşme zorunluluğu duyarlar. Bu ihtiyaç o güne kadar kamların idare ettiği küçük toplulukların idaresi altında birleştiği kutsal kağanlık kurumunun oluşma nedenidir. Kutsal kağanlık demek bozkırda kurulan ilk Türk devleti demektir. Bu tür bir toplumsal yapı değişikliği çok daha eski zamanlarda başlamış olan toplumsal iş bölümünün belirginleşmesi ve vaktiyle hepsini kamların üstlendiği görevlerin ayrı uzmanlık alanları hâlinde yeniden örgütlenmesi sonucunu doğurmuştur. Kamlıktan ayrılarak oluşan bu yeni uzmanlıklardan bazıları “otacı” (doktor), “emçi” (ilaç yapan, eczacı), “sınıkçı” (kırık ve çıkıkları tedavi eden, ortopediysen), “büyücü” (iyi veya kötü büyü yapan kişiler), “sığıtçı” ve “ozan” olarak sayılabilir.
“Ozan” tıpkı kam gibi gördüğü rüyalara bağlı ve tanrısal olarak verilen bir yetiyle çaldığı kopuzla yaptığı müzik eşliğinde doğaçlama şiir söyleme veya şairlik yeteneğine kavuştuğuna inanılan kişiydi.
Türklerin Budizm ve Maniheizm dinlerini kabul etmeleriyle birlikte bu dinleri kabul eden Türk topluluklarında kamlar ve ozanlar, büyük ölçüde en önemli temsilcisi oldukları eski din ve dünya görüşü gibi eski itibarlarını kaybederler. Ancak, yeni gelen din ve dünya görüşü de her yerde olduğu gibi eskiyi tamamen ortadan kaldıramaz. Özellikle çok köklü ve işlevleriyle çok güçlü olanlar, yeni din ve dünya görüşüne direnirler ve kolayca ortadan kaldırılamazlar. Yeni dinler, eski din ve dünya görüşünün kendine direnen pek çok kurum, fikir, uygulama ve inanç gibi kültürel varlıklarını alıp kendininkilerle karıştırarak yeni bir ad altında melez veya karışık yeni yapılar oluşturur. Bu tür yapılanmalarla yeni dinler ve dünya görüşleri kazanılmak istenilen toplum ve kültüründe daha kolayca yayılırlar.
Ozanlar ve baksıların meydana getirdikleri, İslamiyet’in kabul edilmesinden önce başlamış Türk sözlü edebiyat geleneğine “Ozan-Baksı Edebiyat Geleneği” adı verilir. Ozan-Baksı Edebiyat geleneği Türklerin İslamiyet’i kabul etmesinden sonra bu defa da, çok yüzeysel bir İslâmî din ve dünya görüşü kisvesine bürünerek Osmanlı Türkleri arasında XVI. yüzyıl sonlarına kadar devam etmiştir. İslâmiyet, Türkler arasında kök saldıkça, eski sözlü edebiyat temelleri üzerinde iki tane yeni sözlü edebiyat geleneği oluşmuştur. Bu sürecin sonunda (XVI. yüzyıl sonlarında) bu yeni sözlü edebiyat gelenekleri nedeniyle Ozan-Baksılar Osmanlı sahasında tamamen işlevsiz hâle gelmişlerdir. Bu nedenle de artık toplum tarafından benimsenmeyip küçümsenen bu edebî geleneğin son temsilcileri de, yeni oluşan sözlü edebiyat geleneklerine (Tekke ve Âşık) katılmasıyla Ozan-Baksı Edebiyat geleneği ortadan kalkmıştır.
Ozan-Baksı edebiyat geleneği temelleri üzerinde ilk olarak, kamlıktan da izler taşıyan mistik ve sufilik felsefesiyle İslâm dini ve dünya görüşünü yaymayı amaçlayan Hoca Ahmet Yesevî’nin XII. yüzyılda tekke kurumu etrafında oluşturduğu, Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı geleneği yükselecektir. Tıpkı kamlar gibi dinî vecd ve istigrakla (trans hâli) kendinden geçen ve Tanrı’ya ulaşmayı, erdem sahibi olup ona erişip ermeyi ve erenleşmeyi amaçlayan bu edebiyat geleneği gelişip yayıldıkça ozan-baksı edebiyat geleneği dinsel işlevlerini daha da kaybetmiştir. Bu baksı geleneğini de çevresindeki daralmaya paralel olarak şehirlerden uzak, tekke ve medreselerin ulaşamadığı kırsal kesimde ve göçebe Türkler arasında düğün dernek yapmaya ve eğlendirmeye dönük işlevleriyle yaşar hâle gelmiştir. Dinî-Tasavvufî âşıklardan Yunus Emre gibilerinin karşısında yaşama zeminlerini kaybeden, değişen toplumsal yapıya ayak uydurup değişemeyen ve eski dünya görüşünün ve kültürel tarzın temsilcisi gibi görülüp âdeta “çağdışı” damgası yiyen ozan-baksılık geleneği asıl öldürücü darbeyi XVI. yüzyıl sonlarında kahvehane merkezli olarak ortaya çıkan Âşık Tarzı Edebiyat geleneğinden yiyecektir.
Bu bağlamda, İslâmiyet öncesi Türk edebiyatına geri dönebiliriz. Ozan-baksı edebiyat geleneğinin ürettiği pek çok eser günümüze ulaşabilmiştir. Bunlar Türk edebiyatının bilinen en eski örnekleri arasındadır. Adını bildiğimiz en eski Türk ozanı Aprunçır Tigin’dir. Budizm ve Maniheizm döneminden adını bildiğimiz ozanbaksılarsa; Kül Tarkan, Çuçu, Kiki, Prataya şiiri, Seli Tutung, Asıg Tutung, Çısuya Tutung ve Kalım Keyşi’dir.
Aprunçır Tigin’in günümüze ulaşan iki şiirinden baş tarafında ve sonunda eksiklikler bulunan birisi şu şekildedir:
Kasınçıgımın ö(yü)
Kadgurar men
Kadgurduk(ça) kaşı körtlem
Kavışısayır men
( Günümüz Türkçesiyle Açıklaması: Yavuklumu düşünüp kaygılanıyorum. Kaygılandıkça, kaşı güzelime kavuşmak istiyorum.)
Öz amrakımın öyür men
Öyü evirür men ödü...çün
Öz amrakım
Öpügseyür men
( Günümüz Türkçesiyle Açıklaması: Öz sevgilimi düşünüyorum. Düşünüp durdukça... Öz sevgilimi öpmek istiyorum.)
Mani Dini (Maniheizm) ve dünya görüşü doğrultusunda meydana getirilmiş anonim bir dinî şiir (ilahi) ise şu şekildedir:
Tang tengri kelti
Tang tengri özi kelti
Tang tenri kelti
Tang tengri özi kelti
( Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Tan tanrı geldi
Tan tanrı kendisi geldi
Tan tanrı geldi
Tan tanrı kendisi geldi)
Trunglar kamag begler kardaşlar
Tang tenrig ögelim
( Günümüz Türkçesiyle Açıklaması: Kalkınız tüm beyler kardeşler Tan tanrısını övelim)
Körügme kün tengri
Siz bizni küzeding
Körügme ay tengri
Siz bizni kurtgarıng
( Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Gören Güneş Tanrı
Siz bizi gözetin
Görünen Ay tanrı
Siz bizi kurtarın)
Buda Dini (Budizm) ve dünya görüşü doğrultusunda meydana getirilen ve günümüze ulaşan şiirlerin hemen hepsi dinî içeriklidir. Bu şiirlerden “anaya babaya şükran ve sevgi” temasını işleyen birisinden birkaç dörtlük şu şekildedir:
Anaka ataka yazmışnıng
Ayıg kılıçlarımızn sakınıp
Ayagka tegimüglerning üskinte
Alku kşanti kılu teginürbiz
( Günümüz Türkçesiyle Açıklaması: Anaya babaya karşı işlediğimiz kötü amellerimizi düşünür, saygı değerlerin huzurunda tümünü itiraf, ikrar ederiz.)
Tuga kılınçlıg özkiyemiz
Tolganmış kiçig ögümüz
Tuğum ajun tutmuşımızta
Tumlugda isigde emgenip
( Günümüz Türkçesiyle Açıklaması: Bizi doğurmuş cancağızımız! Sancı çekmiş anneciğimiziz! Doğum dünyasına vardığımızda, soğukta sıcakta eza çekip.)
İslâmiyet Öncesi Türk Edebiyatında Şiir Tür Ve Şekilleri
Hiç şüphesiz sözlü kültür ortamında üretilen ve kulaktan kulağa yayılan pek çok kültürel unsur ilk yaratıldıkları şekillerini çoğu kez kısa sürede kaybederler. Bu bağlamda İslâmiyet öncesi Türk edebiyatından veya ozan-baksı geleneğinden göreceli olarak çok az edebiyat eseri günümüze ulaşmıştır. Tamamen tesadüflere bağlı olarak yazılı kaynaklara geçenler ve bunlardan binlerce yılı ve son derece zorlu şartları aşarak günümüze ulaşan ve bilim adamlarınca fark edilerek üzerinde çalışılanlar bütün bu olumsuzluklara rağmen yukarıda örneklerini gördüğünüz eski Türk şiiri hakkında sağlıklı bir bilgi edinmemize yetecek özelliklere sahiptir. İslâmiyet öncesi Türk edebiyatında tür ve şekiller başta Reşit Rahmeti Arat’ın “Eski Türk şiiri” adlı çalışmasından hareketle şu şekilde sıralanabilir:
Koşug: Günümüzde de yaygın olarak kullanılan koşma şeklinin Türk edebiyatında ilk görüldüğü biçimdir
Kojan: En eski şekli “koşag”tan “koşan”a ve “kojong” dönüştüğü düşünülen bir edebiyat terimidir.
Ir/Yır: Bu sözcüğün her iki şekli de ozan-baksı döneminde kullanılmıştır. Bu kullanım şekilleri Dîvânu Lügâti’tTürk’te “yır koşmak: koşma, türkü oluşturmak, yır koşulmak: şiir oluşturulması”, “yırlamak” veya “ırlamak”: her ikisi de şarkı söylemek anlamına gelmekteydi.
Küg: Ozan Aprunçır’ın bir şiirinde “şiir” anlamında kullanıldığı düşünülen bu kelime şiirin bestesi ve ezgisi anlamındadır.
Takşut: Budist Uygur metinlerinde karşımıza çıkan “takşut” kelimesi “şiir, nazım, beyit” anlamında kullanılmıştır.
Takmak: Takşut kelimesiyle aynı kökten geldiği düşülen bu kelime “kalabalık karşısında ezbere söylenen şiir” anlamındadır.
Dede Korkut Hikâyeleri
Türkiye’de, Türk Dili ve Edebiyatı araştırmalarının (Türkolojinin) kurucusu olan Prof. Mehmed Fuad Köprülü, “Türk edebiyatının bütün ürünlerini terazinin bir kefesine, Dede Korkut Hikâyelerini de diğer kefesine koysanız Dede Korkut daha ağır gelir” diyecek kadar önemsediği bu hikâyeler neden bu kadar önemlidir?
On iki hikâyeden meydana gelen ve tam adıyla “Kitâb-ı Dedem Korkut Alâ-Lisân-ı Tâife-i Oğuzan” olan Dede Korkut Hikâyeleri’nin bilinen iki yazma nüshası vardır. Birincisi, on iki hikâyeden oluşmaktadır ve Berlin Dresden Kütüphanesi’ndedir. Türkiye’de ilk defa 1916 yılında Kilisli Rıfat Bilge tarafından yayınlanmıştır. Dede Korkut Hikâyeleri bu yayından sonra Türkiye’de tanınmış ve dünyada da pek çok araştırmacının dikkatini çekmiştir. İkinci Dede Korkut yazmasıysa, altı hikâyeden oluşmakta ve “Hikâyet-i Oğuznâme-i Kazanbey ve Gayri” başlığını taşımaktadır. Bu yazma Vatikan kütüphanesindedir. Dede Korkut pek çok bakımdan araştırmacıların dikkatini çekmekte ve devamlı olarak değişik yönleriyle araştırılmaktadır.
Dede Korkut Hikâyeleri neden bu kadar önemlidir? Sorusunun cevabı bir başka ikiz soruda gizlidir; Dede Korkut Hikâyeleri nasıl ve ne zaman oluşmuştur? Bu konuda henüz kesinleşmiş bir sonuç yoktur. Ancak, Dede Korkut Hikâyeleri Anadolu’nun doğusunda XII, XIII, XIV. yüzyıllarda Oğuz Türkleri özellikle de bölgede devlet kuran Akkoyunlular arasında yaşananların ozanlarca anlatılarak destan geleneğince işlenip yayıldığına dair düşünceler hâkimdir.
Sözlü kültürün özelliklerini, sözlü edebiyatın epik destan kompozisyon kurallarını derinliğine bilmeyen ve kuralları yeterince dikkate almayan bu türden yaklaşımlar son derece amatörcedir ve halk bilimsel olmaktan ziyade tarihseldir.
Dede Korkut sadece Oğuz Türklerinin hâkim olduğu Türkmenistan, Azerbaycan ve Türkiye sahasında tanınan bir kişi ve kimlik değildir. Korkut Ata adıyla Dede Korkut, bütün Türkistan’da Kıpçak Türkleri arasında da tanınan ve hakkında mitler, efsane, menkıbe ve memoratlar anlatılan mitolojik bir kişiliktir. Dede Korkut’un bin yıl yaşadığı ve ömrü boyunca ölümden kaçtığı rivayet edilir. “Yelmaya” adlı devesiyle dünyanın dört bucağını gezmiştir. Gezdiği yerlerde mezar kazan insanları görünce kimin mezarını kazdıklarını merak edip sormuş ve onlardan “Korkut’un kabrini.” cevabını almıştır. Bunun üzerine yurduna dönmüş ve ırmak üzerinde yaşamaya başlamış ve içindeki ölüm korkusunu yenmek için devesinin derisinden yaptığı kopuzla yaşam üzerine ezgiler çalıp söylemiştir. O âdeta, yaşam üzerine türkülerle ölümü yenmeye çalışmıştır. Dede Korkut hikâyelerde erdemli bir ulu eren olarak karşımıza çıkmaktadır; tıpkı Oğuz Kağan, Uluğ Türk ve Irkıl Ata gibi Türklüğün bir ulu ereni ve ermişidir.
Oğuz’un gaybı bilicisi, kaybı bulucusu Dede Korkut; Hz. Peygamber zamanında yaşamış Mekke’ye giderek “hacı” ve “sahabe” olmuştur. Doğal olarak da gösterdiği olağanüstülüklerin kaynağı neredeyse Yunus Emre ve Hoca Ahmet Yesevî’ye bile örnek olabilecek vasıflarla donatılan coşkun bir “Allah dostu” veya Müslüman veli, “Hak âşığı” profili olarak çizilmektedir.
Ancak metnin içine yerleştirildiği bu sunum içinde başka çerçeveler ve sunulan başka Dede Korkut’lar da vardır. İkinci Dede Korkut gelmiş geçmiş en büyük ve en mükemmel ozandır. Ozanlığın sembolü ve örnek modeli konumundadır. Hikâyelerde, ozan olmaktan maksat Dede Korkut gibi olmaktır diyen ve hedef gösteren bir “gerçek ozan” profili sunulur. Bir başka cephesiyle, bu ozan âdeta Oğuz Türklerinin tanrısal olarak görevlendirilmiş koruyucu ruhudur. Sanki Oğuz Kağan dâhil bütün “Oğuz ataları” bir arada eritilmiş ve hepsi bir arada Korkut Ata olarak kalıba dökülmüş gibidir.
Bunu takip eden Türkistan sözlü kaynaklarında yer alan ve hikâyelere de yansıyan bir başka Korkut Ata profili ise olağanüstü doğumuyla, bir peri olan annesiyle artık yarı insan yarı insanüstü bir varlık olarak mitolojik bir kahramandır. Âdeta yeryüzünde bazı nesnelerin köken mitiyle birlikte icat edicisi konumundadır. Türk kültüründeki geleneksel bütün telli ve yaylı sazların atası olan kopuzu Korkut Ata icat etmiştir. Halk İslam’ın “şeytan icadı” diye aşağılamaya çalışmasından dolayı yapımını şeytandan öğrendiği şeklinde çerçevelense de Oğuzluk sembolü veya bayrağı gibi görülen kutsal bir nesnedir kopuz.
İşte, Dede Korkut ve Dede Korkut Hikâyeleri böylesine kültürel araştırmaların kapısını aralayan Türk edebiyatının âdeta mucizevî özelliklere sahip bir güzellik abidesidir. Dahası, Dede Korkut Hikâyeleri ve Korkut Ata kimliği değişik sosyal ve beşerî bilimlerin bakış açılarıyla açığa çıkarılabilecek veya açıklanabilecek emsalsiz bilgileri muhafaza eden Türk kültür tarihinin âdeta bir indeksi gibidir.
Dede Korkut Hikâyeleri Türk kültür ekolojisinde yer alan en az iki bin yıllık bir sözlü kültürel geleneğin anlatıcı, dinleyici rol ve işlevleriyle on binlerce emekçinin emeğiyle yarattığı bir şaheserdir. Bu nedenle de Türk kültürünün pek çok döneminden kesitler taşıyan kültürel katmanlardan oluşmaktadır. Bu özelliğinden dolayı da Türk kültürü araştırmalarında Mehmed Fuad Köprülü’nün tek başına Türk edebiyat tarihinin bütün ürünlerinden daha ağır bastığına dair sözü son derece doğru ve yerindedir.