aofsoru.com

Gelir Dağılımı ve Yoksulluk Dersi 2. Ünite Özet

Gelir Dağılımının Teorik Analizi

Gelir dağılımı, iktisat biliminin temel alanlarından biridir. 1900 lü yıllarda çeşitli iktisatçılar tarafından farklı gelir dağılımı teorileri öne sürülmeye başlanmıştır. Bu gelir dağılımı teorilerini inceleyecek olursak;

Klasik Gelir Dağılımı Teorisi

1776 yılında Milletlerin Zenginliği isimli kitabını çıkaran Adam Smith modern iktisat biliminin temellerini atmış ve böylece klasik iktisadın babası olmuştur. Temel uğraş alanı ise refahın nasıl arttırılabileceği olmuş ve ekonomik büyüme teorisi üzerinde çalışmıştır.

Smith, emeğin üretken gücünde en büyük iyileşmeyi neyin sağlayabileceğini sorgulamıştır. Smith üretkenlikte en büyük iyileşmenin işbirliği ile olacağını özellikle vurgulamıştır.

Smith’in İktisadi büyüme teorisi’ne göre, ekonomi üç sınıfa ayrılır. Bunlar işçiler, sermayedarlar ve toprak sahipleridir. Toplam gelir bu üç sınıf arasında işçilere ücret, sermayedarlara kâr ve toprak sahiplerine rant olarak dağıtılır. Smith, bu anlamda iktisadi büyüme teorisiyle modern anlamda fonksiyonel bir gelir dağılımı teorisi oluşturmaya çalışmıştır. Smith, gelir dağılımında iki etken üzerinde durmuştur.

Gelir dağılımını belirleyen birinci etken; işgücünün, sermayenin ve toprağın kendilerine has özellikleri ve bu faktörlerinin birbirleri arasındaki ilişkilerdir.

Gelir dağılımını belirleyen ikinci etken ise ekonominin genel durumudur. Büyümekte olan bir ekonomide ücretler yüksek, küçülmekte olan bir ekonomide de ücretler düşük, durağan durumdaki bir ekonomide de ücret seviyesi aynı kalır.

Smith’e göre, ücretler ile kârlar arasında zıt yönlü bir ilişki bulunmaktadır. İşveren, çalışanlarına ücret olarak ne kadar çok ödeme yaparsa, maliyetler artacak ve böylece işverenin elde ettiği kâr azalacaktır.

Klasik iktisadın önde gelen isimlerinden David Ricardo da bir gelir dağılımı teorisi ortaya koymaya çalışmıştır. Ricardo’nun gelir dağılımı teorisinde üç temel varsayım bulunmaktadır:

  • Emek-Değer Teorisi geçerlidir. Üretilen bir malın tüm değeri, onun üretiminde kullanılan emekten kaynaklanmaktadır.
  • Azalan Verimler Kanunu geçerlidir. Üretime açılan her yeni toprak daha az verime sahiptir.
  • Ücretlerin Tunç Kanunu geçerlidir. Buna göre, ücretler geçimlik seviyenin üzerine çıktığında nüfus artacak ve ücretler tekrar geçimlik seviyeye dönecektir.

Ricardo, Politik Ekonominin ve Vergilendirmenin İlkeleri Üzerine isimli kitabında, topraktan elde edilen ürünün, işgücü, sermaye ve makinenin ortak kullanımı olduğunu ve üretimin de toprak sahipleri, sermayedarlar ve işçiler arasında paylaşıldığını ifade etmiştir.

Ricardo’ya göre gelir dağılımı toprağın verimliliğine, sermaye birikimine, nüfusa, vasıf düzeyine ve uzmanlığa bağlı olarak değişmektedir.

Bununla birlikte Ricardo’ya göre, iktisat biliminin temel problemi, gelirin üretim faktörleri arasında ne şekilde dağıtılacağıdır. Bu nedenle Smith gibi iktisatçıların bu konuda yetersiz kaldığını dile getirmiş ve bu yönde çalışmalar yapmıştır.

Ricardo, üretilen mallar için mutlak bir değer ölçüsü olarak değerlendirdiği emek-değer teorisi üzerinde çalışmıştır. Bir malın değeri, o malın üretiminde kullanılan emek ile belirlenmelidir.

Ricardo’ya göre, alınıp satılan diğer her şey gibi, emeğin de bir piyasa fiyatı ve doğal fiyatı vardır. Emeğin doğal fiyatı, çalışanın kendisini ve ailesini geçindirebileceği düzeydeki ücrettir. Emeğin piyasa fiyatı ise tamamıyla piyasa koşullarında, emek arz ve talebi tarafından belirlenmektedir. Emek kıt olduğunda emeğin piyasa fiyatı yüksek olmakta, emek bol olduğunda da emeğin piyasa fiyatı düşük olmaktadır.

Ricardo’ya göre, bir ekonomide toplam gelir paylaşılırken, sermayedara düşen pay, toplam gelirden toprak sahiplerinin payı olan rantlar ve işçilerin payı olan ücretler düşüldükten sonra kalan miktar olmaktadır. Bu noktada, sermayedarın payı olan kâr ile işçilerin payı olan ücretler arasında ters yönlü bir ilişki bulunmaktadır. Böylece, Ricardo’nun oluşturduğu gelir dağılımı teorisinin doğal bir sonucu olarak, gelir dağılımı zaman içinde toprak sahiplerinin lehine, işçi ve sermayedarların da aleyhine olacak şekilde değişmektedir

Marx’ın Gelir Dağılımı Teorisi

Marx’ın gelir dağılımı teorisi Ricardo’nun emek-değer teorisinin bir türevidir. Ancak bu iki teori arasında farklılıklar mevcuttur. Bu farklılıklardan en önemlisi de Marx’ın Ricardo’nun tersine, kâr ve rant arasında bir ayrıma gitmemiş olmasıdır.

Marx’a göre, hemen her zaman emek arzının emek talebinden fazla olması, ya da başka bir deyişle yedek işçi ordusunun hep var olması, ücretlerin yükselmesine engel olmakta ve işçileri asgari geçimlik seviyede tutmaktadır

Marx, üretilen toplam gelirin işçilere ödenen ücret ve sermayedarlara ödenen kâr olmak üzere ikiye ayrıldığını belirtir. Ancak sağlanan gelirin tamamının işçilerin hakkı olduğunu iddia eder ve sermayedarların elde ettiği kârın tamamının haksız kazanç olduğunu savunur. Marx, sermayedarın işçilerin hakkı olan artık değeri onlara vermeyerek işçi sınıfını sömürdüğünü iddia eder.

Bu teoriye göre, elde edilen toplam gelir, ücret ve kar olarak ikiye ayrılmakta, işçiler ve sermayedarlar ın elde ettikleri ücret ve kar düzeyi de buna bağlı olarak değişmektedir.

Artık Değer Teorisi

Artık Değer Teorisi, Emek Değer Teorisinin bir uzantısıdır. Marx’ın teorisinde sermaye, sabit sermaye ve değişken sermaye olarak iki kısma ayrılmaktadır. Buna göre, üretim araçlarının mülkiyeti için kullanılan para sabit sermayeyi oluştururken, işçilere ücret olarak verilen para ise değişken sermayeyi oluşturmaktadır.

Toplam sermaye “S” ile, sabit sermaye “c” ile, değişken sermaye ise “v” ile gösterilmektedir. Buna göre; S = c + v’dir.

Üretim sürecinin sonrasında, sermayedarın elde ettiği kârla birlikte; sermaye, artık değer kadar büyümekte ve S’ hâlini almaktadır. Üretim süreci sonundaki toplam sermaye S’ ile artık değer “s” ile gösterilmektedir. Buna göre; S’ = c + v + s’dir

Böylece, üretim süreci sonunda, Marx’a göre sermayedar, işçilerin hakkı olan s kadar kârı kendisine ayırmakta ve böylece işçileri sömürmektedir. Sömürü oranı, işçilerin sermayedarlar tarafından sömürülme derecesini göstermektedir.

Sömürü Oranı = s/v

Sömürü oranındaki bir artış, sömürü derecesinin arttığını gösterirken, orandaki azalma da sömürünün azaldığını ifade etmektedir. Örneğin, bir işçi bir ayda toplam 100 çanta üretirken, kendisine 50 çanta alabilecek kadar ücret ödenmişse sömürü oranı, s/v=(100-50)/50=1 dir.

Teknolojinin gelişmesi de işçilerin ortaya çıkardığı ekonomik değerin artmasını sağlamakta ve işçilere asgari geçimlik ücret verildiğinden, artık değerin ve dolayısıyla sömürü oranının yükselmesine neden olmaktadır.

Öte yandan, teknolojinin gelişmesi ile artan makineleşme bazı çalışanların işsiz kalmasına neden olmakta ve bu işçiler Yedek Sanayi Ordusu oluşturmaktadır. Yine, toplam sermaye içinde sabit sermayenin payının artıp, işçilerin verilen ücretin payının daha da azalmasıyla birlikte sömürü oranı daha da artmaktadır.

Neoklasik Gelir Dağılımı Teorisi

Neoklasik iktisat 1870’li yıllarda ortaya çıkmış ve Keynezyen devrime kadar iktisatta hâkim olmuştur. Neoklasik iktisat, daha önceki iktisadi anlayış olan emek değer teorisini reddeder. Onun yerine fayda teorisini ortaya koyar.

Neoklasik gelir dağılımı teorisi, John Bates Clark’la birlikte ortaya çıkmıştır. Neoklasik gelir dağılımı teorisinin temelinde marjinallik kavramı bulunmaktadır

İktisatta yaşanan bu değişim marjinal devrim olarak adlandırılır.

Marjinal fayda kavramına göre, herhangi bir malın fiyatı, tüketici tarafından sübjektif olarak belirlenmektedir. Buna göre, eğer tüketiciler bir mala yüksek değer atfediyorsa, o malın fiyatı yüksek olacaktır. Malın fiyatını belirleyen temel unsur, malın yapısal özelliklerinden ziyade, tüketicilerin o mala verdikleri değerdir.

Neoklasik fayda teorisine göre, her işçinin aldığı ücretin, kendisinin marjinal verimliliğine bağlı olduğu şeklinde bir anlayış geçilmiştir.

Neoklasik fayda teorisine göre, her üretim faktörü üretime olan katkısı ölçüsünde üretimden pay almaktadır. Buna göre, sermayenin getirisi olan kâr düzeyi, sermayenin marjinal verimliliği düzeyinde olurken, emeğin getirisi olan ücret düzeyi de emeğin marjinal verimliliği düzeyinde olmaktadır.

Bir üretim faktörünün fiyatı söz konusu üretim faktörünün girişimci tarafından marjinal verimliliği belirlenmektedir. Bu çerçevede, bir işçinin aldığı ücret de söz konusu işçinin üretim sürecindeki marjinal verimliliğine bağlı olacaktır. Böylece, yüksek verimlilik düzeyine sahip olan bir işçi yüksek ücret alırken, düşük verimlilik düzeyine sahip olan işçi de düşük ücret alacaktır.

Clark’ın, Neoklasik gelir dağılımı teorisinin dayandığı bir başka temel, azalan verimler kanunudur. Buna göre, her üretim faktörünün marjinal verimliliği, diğer üretim faktörlerinin düzeyi sabitken, söz konusu üretim faktörünün miktarı arttıkça azalmaktadır.

Clark’ın, Neoklasik gelir dağılımı teorisinin dayandığı bir başka temel, azalan verimler kanunudur. Buna göre, her üretim faktörünün marjinal verimliliği, diğer üretim faktörlerinin düzeyi sabitken, söz konusu üretim faktörünün miktarı arttıkça azalmaktadır.

Benzer şekilde, emeğin marjinal verimliliği de emek düzeyi arttırıldıkça azalmaktadır. Böylece, üretim faktörleri, marjinal verimliliklerinin eşitlendiği noktada dengeye gelmektedir.

Clark’ın, Neoklasik gelir dağılımı teorisinde çalışanların aldıkları ücretler marjinal verimliliğe bağlı olduğu için, ekonomik gelişmeyle birlikte çalışanların marjinal verimlilikleri de artacağından, ekonomik gelişmenin çalışanların ücretlerini arttıracağı sonucuna varılmaktadır ki bu yaklaşım gerçek hayatta yaşananlarla da uyumludur.

Bu teorinin dayandığı bir başka temel, Azalan Verimler Kanunu’dur. Bu kanuna göre, her üretim faktörünün marjinal verimliliği diğer üretim faktörlerinin düzeyi sabitken, söz konusu üretim faktörünün miktarı arttıkça azalmaktadır.

Keynezyen Gelir Dağılımı Teorisi

Keynes’e göre, mevcut kapitalist sistemin en önemli sorunları, tam istihdamı sağlamada yaşanan başarısızlık ve gelir dağılımında görülen adaletsizliktir. Ancak Keynes, gelir dağılımına bu kadar önem vermesine rağmen bir gelir dağılımı teorisi oluşturmamıştır.

Keynes, bir gelir dağılımı teorisi oluşturmamış olsa da gelir dağılımı ile ilgili fikirler öne sürmüştür.

Keynes’e göre, millî gelirden emeğe düşen payın, millî gelirin seviyesinden ve ekonominin genel olarak inişte veya çıkışta olup olmamasından bağımsız bir şekilde, hep istikrarlı bir seyir izler.

Keynes, bu durumun ekonomi bilimindeki hem en şaşırtıcı hem de en sağlam temelli gerçeklerden birisi olduğunu da düşünmektedir.

Keynezyen iktisat çerçevesinde bir gelir dağılımı teorisi oluşturmadığından Kenneth Ewart Boulding, 1950’de bir makroekonomik gelir dağılımı teorisi kurma teşebbüsünde bulunmuştur.

Boulding’e göre, millî gelirin ücret ve diğer gelir türleri arasındaki dağılımı sadece ücret pazarlıklarına, toplu sözleşmelere ve müteşebbislerin kabiliyetlerine değil, aynı zamanda ekonomideki yatırım, tasarruf ve likidite tercihi kavramlarına bağlıdır.

Joan Violet Robinson da 1956’da bir makroekonomik gelir dağılımı teorisi kurmaya çalışmıştır. Robinson’a göre, toplumdaki çeşitli grupların yatırım ve tüketim kararları, ücretlerin seviyesini etkilemekte böylece uzun vadede millî gelirin ücret ve ücret dışı gelirler arasındaki dağılımının yapısı ortaya çıkmaktadır.

Bir gelir dağılımı teorisi oluşturma yolundaki en önemli çalışma ise Nicholas Kaldor’dan gelmiştir.

Kaldor, çarpan teorisinin aslında ücretler ile fiyatlar arasındaki ilişkinin belirlenmesi için de kullanılabileceğini ve böylece ortaya bir gelir dağılımı teorisinin çıkabileceğini ifade etmiştir. Kaldor’a göre, bu teorinin en başta bir gelir dağılımı teorisi olarak oluşturulmamış olmasının sebebi, söz konusu teorinin bir istihdam teorisi geliştirmek amacıyla oluşturulmuş olmasıdır.

Kaldor, bu çerçevede çarpan teorisini kullanarak bir gelir dağılımı teorisi oluşturmaya çalışmıştır.

Kaldor’un oluşturduğu Keynezyen gelir dağılımı teorisinde gelir dağılımı üzerinde söz sahibi olan temel etken marjinal tasarruf eğilimidir. Kaldor’un oluşturduğu gelir dağılımı teorisine göre işçilerin ve sermayedarların kendine özgü marjinal tasarruf eğilimi bulunmaktadır ve sermayedarların marjinal tasarruf eğilimi, işçilerinkinden daha yüksektir.

Teoride ayrıca yatırımların millî gelire oranının dışsal bir değişken olduğu ve marjinal tasarruf eğiliminden etkilenmediği varsayılmıştır.

Ekonomide tam istihdamın geçerli olduğu varsayılmıştır. Gelir dağılımı eşitsizliği ile ekonomik büyüme arasında pozitif bir ilişki vardır.

Dengenin sağlanabilmesi adına, yatırımlarda bir artış gerçekleştiği zaman tasarruflarda da bir artışın gerçekleşmesi gerekmektedir. Sermayedarların kar oranlarının yükselmesi için, tasarruf eğilimlerinin işçilerden daha yüksek olması gerekmektedir. Bunun için de fiyatların artması gerekmektedir.

Yukarı Git

Sosyal Medya'da Paylaş

Facebook Twitter Google Pinterest Whatsapp Email