Çalışma İlişkileri Tarihi Dersi 2. Ünite Özet
Osmanlı İmparatorluğu'nda Çalışma İlişkileri
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Nicel ve Nitel Açıdan Ücretliler
Osmanlı İmparatorluğu’nda bağımlı çalışanların, şu kategorilerden oluştuğu görülecektir:
- Tarım sektöründeki ücretliler,
- Sanayi işçileri,
- Hizmetler kesimindeki işçiler,
- Madencilik kesimindeki işçiler,
- İnşaat işçileri,
- Kapitalist ev sanayii içerisindeki ücretliler,
- Devlet memurları.
Osmanlı İmparatorluğu 620 yılı aşan yaşamı boyunca, iktisadi değişimler geçirmekte, üretimin tarıma dayalı olması açısından çok farklılaşmaktadır. İmparatorluk süresince tarım alanına ilişkin değişimler niteliksel olgunluk kazanıncaya kadar, “miri arazi” denilen tarımsal arazilerin mülkiyeti ilke olarak devlete ait olmuştur. Değişik iç ve dış nedenlerin etkisiyle oluşan değişim sürecinde, önce miri nitelikte olan topraklar üzerinde fiili bir özel mülkiyet oluştu, 1858 tarihli ve toprakta özel mülkiyeti benimseyen Arazi Kanunu ile bu fiili durum yasalaştırıldı. İlk tarımsal araştırma 1907’de yapılmıştır. Küçük ve orta büyüklükteki toprak mülkiyetinin yanı sıra, büyük toprak sahipliği bulunuyorsa da, bunlar tarımda geniş bir ücretliler kitlesini ortaya çıkarmamıştı.
El sanatlarına ve esnaf biçimi örgütlenmeye dayanan Osmanlı sanayii, dışa açılma sonucunda değişime uğramaya başlamış, bu sürecin sonunda yıkımla karşılaşmıştı. 1820’lerden Birinci Dünya Savaşı’na kadar yüz yıl boyunca Batı Avrupa ülkelerinden ithal edilen malların hacmi hızla genişledi. Sanayi Devrimi ürünleri rekabeti karşısında, zanaatlara dayalı üretim faaliyetleri kimi dallarda direnebilmiş, gerilemiş, kimi dallarda da tümüyle yıkılıp gitmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda, 20. yüzyıl başlarında, sanayileşme ve işçi kitlesinin çıkmasıyla ilgili en sağlıklı bilgi kaynağı, 1913-1915 Sanayi Sayımı’dır. Sayım, İmparatorluktaki her sanayi kuruluşunu değil, sadece 1913 Teşvik-i Sanayi Kanun-u Muvakkatı’ndan yararlanan sınai kuruluşları kapsamına almaktaydı. Sadece İstanbul, İzmir, Bursa şehirleri ile Bandırma, Manisa, Uşak ve İzmit kasabalarında sayım yapılmıştı.
Sayım sonuçları, kuruluşların büyük bölümünün; gıda, toprak, deri, tahtacılık, tekstil ve kâğıt gibi tarımsal kaynaklı sanayiler olduğunu ortaya koymaktadır. Sonra Ankara hükümetinin 1921 yılında kendi denetimi altında olan bölgelerde yaptığı imalât sanayii sayımı gelmektedir. 1913 yılında, atelyelerde yapılan halı imalâtı ağırlıklı olmakla birlikte, üretimin büyük miktarı, evlerde yürütülüyordu. Kullandıkları aletleri ve hammaddeleri halı imalâtçılarından sağlayan, ürünleri üzerinde mülkiyet hakkı iddia etmeksizin parça başı ücret karşılığı halı dokuyan, kendi evlerinde çalışan kadın ve genç kızlardan oluşan kapitalist ev sanayii işçileri bulunmaktadır.
Devletin ilk sınai tesisi, harp silahları imal amacıyla II. Bayezid devrinde yapılan Tophane’dir. Devletin makine kullanan ve fabrika ismini hak eden sınai işletmeleri, 19. yüzyılda, Tanzimat’tan sonra kurulmaya başlanmıştır. Ordunun ihtiyaçlarını karşılama amacına yönelik kuruluşlar yanında, çeşitli dokuma ve deri-kundura fabrikaları da kurulmaktadır. Bu kuruluşlar, askeri açıdan sahip oldukları stratejik önem yanında, kullandıkları teknoloji ve üretim değerleri açısından da, dönemin diğer sanayi kuruluşlarından daha önemlidirler.
Bu tesislerin, rasyonel işletilebilmeleri mümkün olmamış, büyük bölümü, bir kaç yıllık bir süre içinde iflas etmişlerdir. Bu oluşumun devletin idaresizliği ve kapitülasyonların milli sanayii himayeye imkân bırakmaması gibi nedenleri vardır. 20. yüzyıl başlarında, devlete ait sınai kuruluşların önemi azalmış ve 1913-1915 Sanayi Sayımı sonuçlarına göre, 1915 yılı itibariyle büyük bölümü dokuma sanayii alanında faaliyet göstermektedir.
Yabancı sermaye yatırımlarının hizmet kesimine yönelmesinin önemli nedeni kâr oranının yüksekliğidir. Altyapı yatırımlarının ulaştırma masraflarını düşürmesi zanaatlara dayalı yerli üretim yıkarken, Avrupa sanayiinin mallarına olan talep genişlemiştir. İkinci olarak, demiryolları gibi yatırımlar Avrupa’da demir-çelik sanayii için ek talep yaratmışlar, bu dalın uzun süre Avrupa’daki sanayileşmenin itici gücünü oluşturmasını sağlamışlardır. 1911 yılı itibariyle, İmparatorluk’ta kuruluşların büyük bölümü, hizmetler kesiminde faaliyet göstermekte, demiryolu şirketleri başta gelmektedir.
Madenler açısından zengin olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, madenciliğin bir gelişme gösterdiği söylenemez. Madenlerin işletilmesine geç tarihlerde başlanmış, madenlerin keşfi ve işletilmeye başlanması, 19. yüzyıl ortalarında gerçekleşmiştir. Madenlerin hızla işletilmeye başlanmasında iki faktörün önemi vardı: 1829’dan itibaren donanmanın buharlıya çevrilmesi; Tophane, Tersane, Darphane ve diğer devlet tesislerine yakıt sağlama gereksinimi.
20. yüzyıl başlarında, madencilikte ortalama 25.000 kişi çalışmaktadır. Taş ocaklarında, tuz üretiminde çalışanlarla birlikte bu miktar 30.000’e yükselebilir. Fakat bunların yarısını daimi maden işçisi oluşturur. Diğer yarısı madenlerde bir kaç ay çalıştıktan sonra köyüne dönen ve yerini aynı nitelikte geçici işçilere terk eden kimselerdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda, ücretlilerin çok olduğu alanlardan biri de inşaat işleridir. Ücretli olarak çalışanların toplam sayısına ait kesin rakamlar bulmak olanaklı değildir. 16. yüzyılda tüm Anadolu kentlerinde inşaat işleri için mevsimlik vasıfsız emek talebi olduğunu tahmin edilmektedir. Osmanlı devletine ve vakıflara ait inşaatlarda iş bulma imkanı daha fazlaydı. Ücretli olan, bu işçilerin çalışmama özgürlükleri yoktu ve isteklerini kabul ettirme olanağına da sahip değillerdi.
Cami yapımı dışında; kale, köprü, gemi inşası gibi işlerde de, benzeri yöntemlerle ücretli işçi kullanılmaktaydı.
İmparatorluğun daha sonraki dönemlerinde, giderek gelişen kanal, demiryolu, liman, yol yapımı gibi iktisadi faaliyetlerde de ücretli inşaat işçileri çalıştırıldı. 19. yüzyıl sonları, 20. yüzyıl başlarında nicel açıdan gelişmiş işçi kesimi bulunmamaktadır. Tarım ve kentsel kesimde, geniş ücretliler kitlesini oluşturacak iktisadi koşullar mevcut değildir. Özellikle sanayi işçilerinin sayısı çok sınırlıdır. Toplam işçi sayısına ilişkin kesin rakamlar verilmesi mümkün olmamakla birlikte, yapılan değerlendirmelerde, ücretlilerin niceliğine ilişkin gerçek rakamın, 14.060 ile 408.572 arasında düşünülmesi makûldür ve 200-300 binlik bir büyüklük, gerçeklere yakın olacaktır. İmparatorluk’ta işgücünün niceliği üzerinde net bilgiler bulunmamakla birlikte, 1894-1895 yıllarına ait verilerle, bir hesaplama mümkündür. 1913 yılı itibariyle, İmparatorluğun o dönemdeki toprakları içerisinde yaşayan nüfus 26.340.000’dir Bu dönemde savaşlar nedeniyle sürekli toprak kaybedilmekte olduğu da hesaba katılmalıdır. Bugünkü sınırlar içerisindeki nüfus ise 15.821.000’dir.
İmparatorluk’ta bağımlı çalışanlar için en çok kullanılan terim “amele” idi. Genel İstatistik Sayımında bu kavram kullanılmaktaydı. 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar, inşaat, tarım, madencilik alanlarında yoğunlaşan işgücü için, daha sonraki dönemlerde de, daha çok ağır işlerde çalışan vasıfsız işçileri adlandırmakta kullanılmıştır. 1923 yılında İzmir’de toplanan İktisat Kongresinde, işçi grubunun taleplerini gösteren İktisat Esaslarının birinci maddesi, Amele namiyle hitap edilen kadın ve erkek erbab-ı say ve amele bundan böyle işçi denilmesi şeklindedir.
Günümüz işçi; işverene bağımlı olarak çalışan, çalışması süreklilik gösteren, ücret geliri başat olan bir işgücü kategorisidir. İmparatorluk’ta çalışanların büyük bölümü, bu özellikleri taşımamaktadır. Sanayi Sayımı sonuçları, sanayi kuruluşlarının bile süreklilik göstermediklerini kanıtlamaktadır. Bunda, savaş gibi dışsal faktörlerin de payı bulunmakla birlikte, bu kuruluşların günümüzki sanayi kuruluşu, çalışanlarında, günümüzki sanayi işçisi olmadıklarını dikkate almak gerekmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu işgücünün önemli bir özelliği de dinsel/etnik çeşitliliğidir. Cumhuriyet dönemine de sarkan, iktisadi yaşamda, özellikle de sınai ve ticari faaliyetlerde, Türk ve Müslüman olmayanların, nüfustaki oranlarını aşan bir egemenlikleri bulunmaktaydı.
Benzeri oranlar, işgücü açısından da geçerliydi. İmparatorluktaki sanayi kuruluşlarında işçilerin büyük bölümü, Türk kökenlilerden çok azınlık kesimine ait kişilerden oluşuyordu. Avrupa ülkelerinden gelen kişilerin ücretli olarak değişik iş kollarında çalışması da söz konusu idi. Bunda, dinsel/etnik nedenler yanında, bu kesimin eğitim düzeyinin daha yüksek, iş deneyiminin daha fazla olması yatıyordu. Daha eğitimsiz ve niteliksiz Türk işçiler, nitelikli işgücü ile rekabette zorlanıyorlardı. Yabancı işgücünün madencilikte de önemli ağırlığı bulunmaktaydı. Madencilik alanlarında olduğu kadar, kömür üretiminde de mühendislik başta olmak üzere bütün ihtisas işleri yanında, nitelikli işçilerin büyük bölümü de yabancı idi. Türklere sadece düşük ücretli işler kalıyordu.
Ücretlilerin Çalışma Koşulları
Her toplumda ve dönemde olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda da sektörel ücret ve bölgesel ücret farklılıkları mevcuttu. 1913 yılı itibariyle bölgeler arasında 3 kata varan farklılıklar görülmektedir. İmparatorluğun geniş coğrafyası içerisinde, bu farklılıkların olması doğaldır. Farklılıkların, salt bölgesel olmanın ötesinde sektörel dağılım tarafından da etkilendiği söylenmelidir.
1913-1915 Sayımı, büyük ölçekli ve göreli olarak ileri üretim teknikleri kullanan kuruluşları içerdiği için, ücret düzeylerini ülke ortalamasından daha yüksek gösteriyor olmalıdır. Sayım, nominal ücretleri yansıtmaktadır, işçiler açısından önemli olan, ücret gelirinin satın alma gücüdür.
1870’li yıllar için ücretlilerin gelirlerinin, işgücü içerisindeki diğer çalışanların ortalama gelir düzeyinden düşük olduğunu ortaya koymaktadır. 1870’lerde I. Dünya Savaşında, kişi başına gelir anlamlı ölçüde artmıştır. Yaşam düzeyi, kırsal alanlarda, düşüklüğünü sürdürmüş, kentlerde gerçek ücretlerde bir artışın varlığını görülmüştür. Dönemin ikinci yarısında, kırsal kesimde de iyileşme gözlenmektedir.
Sanayi Devrimi sonrası kadın ve çocuklar yoğun biçimde istihdam edilmiş; kötü çalışma koşullarına, düşük ücretlere maruz kalmışlardır. Dolayıyla sosyal politika önlemleri, önce bu kesimlerde gerçekleştirilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda da 19. yüzyıldan başlayarak, sürekli yaşanan savaşlar dolayısıyla erkek işgücünde ortaya çıkan kayıp kadın işçilerin sayısını artırmıştır.
1913-1915 Sanayi Sayımı, işçilerin yaklaşık üçte birinin kadın olduğunu ve dokumacılıkta yoğun olarak istihdam edildiklerini gösterir. Anadolu’da yaygın olan halıcılık gibi faaliyetlerde çalışanların çok büyük bölümü kadındır. Sanayi işletmelerinde çok sayıda çocuk işçi de istihdam edilmekteydi. İmparatorlukta kadın ve çocuk işçilerin niceliğindeki artışın nedenleri arasında, iktisadi faktörler, özellikle de ücretlerin düşüklüğü yatmaktadır. Amerikalı bilim adamlarının, 1920’de İstanbul’da yaptığı araştırmaya göre, fabrikalarda kadın ve çocuklar, erkek işçilerin beşte üçü ile dörtte üçü arasında ücret almaktadırlar. 20. yy. başlarında verilerin en sağlıklı olanları 1913-1915 Sanayi Sayımından elde edilebilmekte ve tüm alt-sektörlerde ciddi ücret farklılıkları olduğu gözlenmektedir. 1913 yılı itibariyle kırsal kesimdeki ücret farklılıklarının, sanayidekinden büyük olduğunu göstermektedir. Kuşkusuz, cinsiyete dayalı ücret farklılıkları üzerinde birçok faktör etkide bulunmaktadır:
Gelişen sanayi kesiminde, yeni yapılan modern teknolojik yatırımlar, riskler, üretim maliyeti yüksek olduğu için, girişimcilere üretimin uygun fiyatlarla yapılması zorunluluğunu getirmekteydi. Kadınların düşük ücretlerle istihdamı ise riskleri ve üretim maliyetlerini azaltmaktadır.
Kadınların sendika ya da benzeri işçi kuruluşlarına ve etkinliklerine katılma olasılıklarının daha düşük olması, daha düşük ücretleri kabul etmelerini ve işverenlerin kadın işçileri tercih etmesini kolaylaştırmaktadır.
1870 sonrasında ortaya çıkan ve II. Meşrutiyet sonrası işçi hareketlerinin, bu eğilimi güçlendirdiği söylenebilir.
İmparatorluk’ta çalışma sürelerine hukuksal sınırlama, Mecelle’yle getirilmiştir. Mecelle’nin çalışma ilişkileri alanında sınırlı düzenlemeleri arasında, çalışma süreleriyle ilgili madde bulunmaktadır. 495. Maddede bir kimse, bir gün çalışmak üzere işçi tutarsa, gün doğumundan ikindiye veya gün batışına kadar çalışmak hususunda, o yerdeki gelenek nasılsa, ona göre hareket edilecektir.
Mecelle’nin hazırlandığı 1869-1876 döneminde İmparatorluğunun toprakları oldukça geniş olduğu için değişik bölgelerde, güneşin doğuşu ile batışı arasındaki zaman çok farklı olacaktır. Bu nedenle, Mecelle’nin, tüm İmparatorluk’ta geçerli “uniform” bir çalışma süresi belirlediği söylenemez.
1908 yılında gerçekleşen grevlerde, işçilerin önemli talepleri arasında, çalışma sürelerinin kısaltılması da bulunmaktaydı.
İşçi Örgütlenmeleri ve İşçi Hareketleri
Osmanlı İmparatorluğu’nda sendikalar içerisindeki işçi örgütlenmeler, 1845 Polis Nizâmı ve 1909 Tatil-i Eşgal Kanunu ile yasaklanmıştır. İşçilerde sendika niteliğini taşıyan, dernek çerçevesinde olan örgütlenmeler ve sendikal nitelik taşımayan dernekler biçiminde gerçekleştirilen örgütlenmeler söz konusu olmuştur. Lonca geleneğinin egemen olduğu toplumda, geleneksel örgüt yapısından modern örgüt yapısına hemen geçilememiş, zanaat zihniyeti uzun süre etkinliğini sürdürerek işçi örgütlenmelerini de etkilemiştir. Bu çerçevede, birçok işçi örgütü, 1325 tarihli Esnaf Cemiyetleri Talimatnamesi uyarınca kurulmuştu.
II. Meşrutiyet, birçok alanda olduğu gibi, işçi örgütlenmeleri ve işçi hareketleri konusunda da, önceki dönemden çok farklı oluşumlara neden olmuştur. Kurulan ilk işçi örgütlerinden biri, 1894-1895 yıllarında Tophane fabrikalarında kurulan Osmanlı Amele Cemiyeti’dir.
II. Meşrutiyet sonrasındaki işçi örgütlenmelerinde, daha önceki dönemlere göre, nicel ve nitel olarak ciddi değişimler olduğu söylenebilir. Bu İmparatorluk kadar, Kurtuluş Savaşı yıllarında da varlığını sürdürmüştür.
İmparatorluk’ta işçi hareketleri, 1870’lerde daha çok grev olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak, hareketlerden önce yasal düzenleme olarak 1845 tarihinde Polis Nizâmı çıkarılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda bu alandaki ilk hukuksal düzenleme olmaktadır. grevlerin ortak özelliklerinden biri, formel sendikal örgüt yapısının dışında, doğal örgüt ve liderlik yapısı içinde gerçekleştirilmiş olmalarıdır. Bu ilk grevlerin bir başka özelliği, büyük ölçüde ekonomik nitelikli olmalarıdır.
1908 öncesi grevlerin bir bölümünde, işçiler greve gitmeden önce, sorunlarını dilekçe ile resmi makamlara yansıtmışlar ve/veya Babıâli’ye giderek sorunlarını Sadrazama anlatma girişiminde bulunmuşlardır.
1872-1908 tarihleri arasında saptanabilen 23greve karşılık, 1908 sonrasında bir grev patlaması yaşanmıştır. Bu grevler, II. Meşrutiyet’in ilânını takip ettiği için “İlân-ı Hürriyet” grevleri olarak anılmaktadır. Grevlerin nedeni işçilerin biriken sorunlarıdır. Buna imkan sağlayan ise II. Meşrutiyet’in getirdiği özgürlük ortamıdır.
1908 grevleri ekonomik, hukuksal ve siyasal sonuçlar doğurmuştur. Grevlerdeki talepler ve sonucundaki kazanımlar; büyük ölçüde ücretler üzerinde odaklanmıştır. Araştırmalar, grevler sonucunda işçilerin önemli ücret artışları sağladığını göstermektedir.
1908-1913 yılları arasında 5 yıllık bir süre için çok partili bir rejimin varlığından söz edilebilir. 1908 grevlerinin bu siyasal partiler üzerinde etkileri olduğu gözlenmektedir.
1908 grevleri, önce fiili, sonra da yasal bir dizi oluşuma yol açmıştır. Fiili olarak, ...Artık grevler zabıta ve asker gücüyle bastırılıyor, elebaşı ve teşvikçiler yakalanıyordu. Bu hareketleri ortadan kaldırmaya yönelik yasalaştırma çalışmaları ortaya çıkmıştır. 8 Ekim 1908’de “Tatil-i Eşgal Cemiyetleri Hakkında Geçici Kanun”, daha sonra ise 27 Temmuz 1909’de “Tatil-i Eşgal Kanunu” çıkarılmıştır.
Çalışma Yaşamına İlişkin Hukuksal Düzenlemeler
Mecelle, tam ismiyle “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye”, Osmanlı İmparatorluğu’nda, Tanzimat sonrası yoğunlaşan yasalaştırma çabalarının en önemli ürünlerinden biridir. 1868 yılında oluşturulan bir kurulun, 1869- 1876 yılları arasında tamamladığı Mecelle, hukuk tarihi bakımından son derece önemli bir kanundur. Bunun nedeni, örf ve adet hukukunun geçerli olduğu dönemden, yazılı hukuk düzenine geçişte, önemli bir adım olmasıdır.
Çalışma ilişkileri alanına ilişkin düzenlemeleriyle, ...Mecelle, bütün eski medeni kanunlar gibi, işçi ve iş sahibi münasebetlerini tanziminde fertçi ve liberal bir telakkiden hareket etmekte ve bu münasebetleri geniş bir irade muhtariyeti ve mukavele hürriyeti prensibine bağlamakta idi. Bu devirde işçi hukuku meselesi ve sosyal mesele yoktu. Mecelle konusu itibariyle eşya ve insan kirası arasında bir ayrım yapmamaktadır. Mecelle’nin 413. Maddesine göre işçi, nefsini kiraya veren kimse olarak tanımlanmaktadır. Bu düzenleme, İmparatorlukta işçiişveren ilişkileri konusunda liberal ve bireyci dönemin ilk yıllarına egemen olan anlayışı da açıkça ortaya koymaktadır. Mecelle, işçi-işveren ilişkilerinin kendine özgülüğünü kavrayamamış ve bu ilişkilere köle-efendi ilişkileri çerçevesinde eğilmiştir.
Mecelle, 1926 yılında Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle, 4 Ekim 1926 tarihli ve 864 sayılı “Kanun-u Medeni’nin Suret-i Meriyet ve Şekl-i Tatbiki Hakkında Kanun” ile ortadan kaldırılmıştır.
1909 Tarihli Tatil-i Eşgal Kanunu Türkiye çalışma ilişkileri tarihinde, toplu iş ilişkileri konusunda dolaysız bir biçimde düzenlemeler yapan ilk kanundur. Önemi, sadece “ilk” oluşundan kaynaklanmamaktadır. TEK, içeriği itibariyle de, çalışma ilişkilerinin o tarihe kadar düzenlenmeyen uzlaşma, süreci ve grev gibi temel konuları olan önemli hükümler getirmiştir.
Yasaya ismini de veren tatil-i eşgal kavramı; işin bırakılması, terkedilmesi anlamına gelmektedir. TEK, kapsamına tüm bağımlı çalışanları değil, kamuya yönelik hizmet veren kuruluşlarda çalışanları almaktadır.
Kanun, 8. maddesiyle, kapsamına giren kuruluşlarda sendika kurulmasını yasaklamakta, daha önce kurulanların da ortadan kalkacağı hükmünü getirmektedir.
Kanunun en ilginç düzenlemeleri, iş uyuşmazlıklarının çözümü ve grev konusundadır. İş uyuşmazlıklarının barışçı çözüm yollarından biri olan uzlaştırma kurumu, ilk kez 1909 tarihli TEK ile düzenlenmiştir.
1908 grevlerini engellemek amacıyla çıkarılan TEK, hukuken bir grev özgürlüğü rejimi getirmektedir.
II. Meşrutiyetin kendine özgü koşullarının etkisini taşıyan TEK, sendikaların yasaklanması düzenlemelerinin yanı sıra, iş uyuşmazlıkların barışçı yollarla çözümü konusunda ilk defa hukuksal düzenlemeler yapmış olması ve fiilen olmasa bile hukuken grev özgürlüğü rejimini kabul etmiş olması nedenleriyle Türkiye çalışma ilişkileri tarihinin en önemli yasaları arasındadır.
TEK, Cumhuriyet dönemine de sarkarak, 1936 tarihli İş Kanunu’na kadar yürürlükte kalmıştır.
İkinci Meşrutiyet döneminin önemli hukuksal düzenlemelerinden biri olan 1909 tarihli CK, TEK dışında kalanların örgütlenmeye ilişkin durumlarını düzenlediği için çalışma ilişkileri açısından da önem taşımaktadır. TEK kapsamındaki işçiler, bu kanunla getirilen sendika kurma yasağını aşmak için, CK çerçevesinde ama sendika niteliğini taşıyan örgütler oluşturmaya çalışmışlardır. Bu kanunun önemini artıran bir husus da, İkinci Meşrutiyet sonrası ortaya çıkan çok sayıdaki siyasal partinin faaliyetlerinin de bu kanuna göre gerçekleşmiş olmasıdır.
Dernekler konusunda “serbest kuruluş” ilkesini getiren yasa, bu haliyle dönemin siyasi koşullarına uygun bir liberallik görüntüsü vermektedir.
CK, devletin güvenlik güçlerine, cemiyetler üzerinde geniş denetim olanağı tanımaktadır. 18. Maddeye göre, dernek konutlarının güvenlik güçlerine her zaman açık bulundurulması gerekmektedir. CK’yla güvenlik güçlerine tanınan yetkiler, 1919-1923 yıllarında yapılan değişikliklerle daha da genişletilmiştir. CK, 1938 tarihli 3512 sayılı Cemiyetler Kanunu’na kadar yürürlükte kalmıştır. Bağımlı Çalışanları Koruyucu Sosyal Politika Önlemleri ve Sosyal Güvenlik Alanındaki Gelişmeler
Sosyal hakların doğumu, ancak sınıf mücadelelerinin gözlemlenmesinden hareketle kavranabilecek bir olaydır. İmparatorluk’ta çalışma ilişkileri alanındaki hukuksal düzenlemeler de genel çizgileriyle otoriter ve sınırlandırıcıdır ve bu niteliklerin, 1876 tarihli Kanun-u Esasi’ye kadar olan dönemde “mutlak monarşi”, sonrasında ise meşruti monarşi olarak nitelenebilecek siyasal rejimin izlerini taşıdığı söylenmelidir. İmparatorlukta ücretlileri koruyucu nitelik taşıyan sınırlı sosyal politika önlemleri mevcuttur. Bunlar büyük ölçüde, madencilik sektöründe çalışanlara yöneliktir.
Madenciliğin çalışma koşullarının güçlüğü, bu kesimde çalışanların korunmasına da öncelik getirmiştir. Başka önemli neden ise bölgede üretilen kömürün İmparatorluk açısından taşıdığı stratejik önemdir. Hükümet madenlerle ilgili düzenlemeleri; kömür üretimi için duyduğu isteği, iç istikrar ve hâkim tarım sisteminin devamı için duyduğu istekle dengelemek üzere yürürlüğe koymuştu.
Madencilik sektöründe düzenlemeler, 1867 tarihli Dilaver Paşa Nizamnamesi ve 1869 tarihli Maadin Nizamnamesi ile getirilmekteydi. Dilaver Paşa Nizamnamesi, Zonguldak Kömür Havzası’nda ve madencilik sektöründe çalışanlara yöneliktir. Buna karşılık, 1869 tarihli Maadin Nizamnamesi İmparatorluğun değişik bölgelerindeki madenlerde uygulanmıştır. Her iki Nizamname, bağımlı çalışanları koruyucu önlemler de getirmekle birlikte, çıkarılış amaçlarının, üretimin düzenlenmesi ve verimliliğin arttırılması olduğu savunulmaktadır.
Nizamnamenin 21. maddesine göre, 13-50 yaş arasındaki erkekler için, gene Nizamnamenin değişik maddelerinde belirlenen sürelerle, madenlerde çalışma zorunluluğu getiriliyordu. 1861 ve 1869 tarihli Maadin Nizamnameleri zorunlu zorunlu çalıştırmayı yasaklayan hükümler içermekteydi. 1906 tarihli Nizamname’de de benzeri hükümler yer almakla birlikte, madenlerde zorunlu çalıştırma sürmüş, nihayet daha Kurtuluş Savaşı devam ederken çıkarılan 10 Eylül 1921 tarihli ve 151 sayılı Ereğli Havza-i Fahmiyesi Maden Amelesinin Hukukuna Müteallik Kanun ile madenlerde zorunlu çalıştırmaya son verilmiştir.
Dilaver Paşa Nizamnamesinin çalışma koşullarına ilişkin düzenlemelerinin başında ücret konusu ve çalışma süreleri bulunmaktadır. Nizamnamede işçi sağlığı ve iş güvenliği konularında koruyucu hiçbir kural yoktu.
Madencilik dışında, tarım kesimine yönelik koruyucu düzenlemeler de bulunmaktaydı. Çukurova’da pazara yönelik pamuk üretimi artmaktaydı. Ancak, bu üretimin gerektirdiği işgücü ihtiyacının sağlanmasında aksaklıklar vardı. 1833- 1840 yılları arasında 7 yıl Adana’yı yöneten İbrahim Paşa, özünde madencilik kesiminde olduğu gibi üretimi düzenleme ve artırma amacına yönelik düzenlemeler yaptı. Bu düzenlemeler, hukuksal olarak olmasa bile, geleneksel olarak, varlığını uzun süre, 1950’lere kadar sürdürmüştür.
Çalışan kişinin gelirinin mesleki, fizyolojik ya da ekonomik nedenlerle kesilmesi durumunda, ailenin diğer fertleri yardım ederek, bu kaybın etkilerini ortadan kaldırmaya ya da en azından hafifletmeye çalışırlar ve sosyal güvenliğin kurumlaşmadığı ülke ve dönemlerde, bu tür yardımlaşmalar önem kazanır. Aile içi yardımlaşmaları, bir sosyal güvenlik uygulaması olmaktan çok, bir insani yardım olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır.
Daha çok dinsel gerekçelere dayalı bu sosyal yardım uygulamaları, aile içi yardımlaşmalara göre daha geniş çaplı ve organize olmakla birlikte, bir sosyal güvenlik uygulaması olmaktan daha çok, insani yardım çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Loncalar, Osmanlı İmparatorluğu’nda zanaatkârları örgütleyen mesleki kuruluşlar olarak 19. yüzyıl sonlarına kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Her loncanın bir teavün sandığı (orta sandığı) mevcuttu. Loncaların gelir kaynakları arasında, vasiyetname, vakıf yoluyla aktarılan para ve mülkler, yapılan bağışlar ve sandıkta işletilen sermayenin neması da bulunmaktaydı. Loncaların iktisadi süreç içerisinde önce zayıflamaları, ardından da ortadan kalkmalarıyla birlikte, bu tür uygulamalar da ortadan kalkmış ve yerlerine yenileri konulamamıştır.
Ülkede, günümüzün sosyal güvenlik anlayışına daha yakın uygulamalarsa sınırlıydı. 1866 yılında, bir Askeri Tekaüt Sandığı kurulmuş; bu sandık, tüm sosyal güvenlik hizmetlerini vermekten çok, üyelerinin emeklilik durumlarını düzenlemiştir. 1881’de ise askerler dışındaki devlet memurları için bir tekaüt sandığı kurulmuştur.
1890’da Seyrisefain Tekaüt Sandığı, 1909’da Askeri ve Mülki Sandıkları, 16 Nisan 1909’da Tersane-i Amireye Mensup İşçi ve Sairenin Tekaüdiyeleri Hakkında Nizamname ile kurulan bir sandık, ücretlileri yaşlılık ve malüllük risklerinden korumaamacına yönelik olan ilk sosyal güvenlik uygulama larını teşkil etmekteydi. Bunu, 16 Nisan 1910’da Hicaz Demiryolu Memur ve Müstahdemlerine Yardım Nizamnamesi’yle kurulan ve hastalık ile kaza halleri için yardımda bulunan bir sandık izlemiştir. 1917’de ise, Şirketi Hayriye Tekaüt Sandıkları kurulmuştur. Nihayet, Tanzimat’la başlayan batılılaşma ve modernleşme çabaları da, batıda gelişmekte olan sosyal güvenlik uygulamalarının, sınırlı bir biçimde de olsa, öncelikle bu kesimlerden başlamasını kolaylaştırmıştır. Aynı eğilim, Cumhuriyet Türkiyesi’nde de sürecektir.