Türk Dış Politikası 1 Dersi 3. Ünite Özet
Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası (1923-1938)
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Uluslararası Ortam ve Ulusal Ortam
Uluslararası ortam
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir göç boşluğu ortaya çıkmıştı. Ancak galip devletler bu boşluğu dolduramamışlardı. İki savaş arasında Avrupa’da uluslararası sistemi kökünden sarsan gelişmeler yaşandı. Lenin’in ölümünden sonra iktidarı eline alan Stalin, tek ülkede sosyalizm programını uygulamaya başladı. İtalya’da faşizm yükselişe geçti ve faşist parti iktidarı kuruldu. Faşizm; İtalya’da 1922-1945 yılları arasında egemen olan tek parti diktatörlüğüne, şovenizme ve korparatizme dayanan düzendir. Demokrasiyi tamamen reddeder. Bu siyasal düzende devletin dışında hiçbir varlığa izin verilmez, her şeyin devlet için var olduğuna inanılır. Nitekim Mussolini İtalyan Ansiklopedisi’ne yazdığı “Faşizm” maddesinde “Faşist anlayış bir devlet bireyciliğidir. Faşist için her şey devlet içindir. Devlet dışında insansal ya da ruhsal hiçbir şey yoktur” demişti.
Birinci Dünya Savaşından sonra yenen ve yenilen devletlerarasında antlaşmalar yapmak ve yeni bir dünya düzeni kurmak üzere toplanan Paris Barış Konferansı sırasında 28 Nisan 1919’da Milletler Cemiyeti kuruldu. Bu örgüt uluslararası işbirliği çerçevesinde güveni sağlamak için kurulmuşsa da bunu sağlayacak güce sahip değildi. 1 Aralık 1925 de Almanya, Fransa, İngiltere, Belçika, İtalya, Polonya ve Çekoslovakya’nın taraf olduğu Locarno antlaşmasıyla, sınırların güvence altına alınması ve sorunların savaşa gidilmeden barışçıl yollardan çözülmesini hedeflemişti. Diğer bir barış arayışı ise 27 Ağustos 1928’de Fransa, ABD, İngiltere, Almanya, İtalya, Japonya, Polonya, Çekoslovakya ve Belçika arasında imzalanan Briand-Kellog Paktı antlaşmasıdır.
Birinci Dünya savaşından sonra uluslararası ilişkiler 1920 ve 1930’lu yıllarda kırılgandı. Almanya, mevcut durumdan memnun olmayan revizyonist devletlerin başında yer aldı. Ülke savaş sonrası politik, toplumsal ve ekonomik çalkantılar ile mücadele etti. Alman ordusu içinde on başı olan Adolf Hitler kısa bir süre içinde Alman Nasyonal Sosyalist işçi Partisi (Nazi Partisi) içinde sivrilerek ideolojisini oluşturmuş ve Cumhurbaşkanı Hindenburg 1933 yılında tarafından başbakan olarak atanmıştır. Hitler; Cumhurbaşkanı Hindenburg’un 2 Ağustos 1934’te ölümü üzerine cumhurbaşkanlık ve başbakanlık makamlarını şahsında birleştirerek “Führer” oldu. Totaliter devlet anlayışını yerleştirmeyi hedeşedi. Almanya’nın sınırları dışında kalmış bulunan bütün Almanların birleştirilmesini ve tek bir devlet çatısı altında toplanmasını, Doğu’da “yaşam alanı” oluşturulmasını esas aldı. Nazizm’in yani Alman Faşizminin sistemli bir kuramını oluşturan düşünceler, Hitler’in kafasında birden bire oluşmuş değildir. Bazı Alman düşünürleri bu düşünceleri 19. yüzyıldan başlayarak ortaya atmışlardı. Hitler bunları kendine özgü bir mantıkla toparlamış ve uygulama alanına koymuştur. Nazizm’i oluşturan temel düşünceler; savaşın, istilanın ve otoriter devlet gücünün yüceltilmesi, Arilerin daha doğrusu Almanların üstün ırk oldukları savı, Yahudi ve Slavlara sadece kin duyulması, demokrasi ve hümanizmin horlanması şeklindedir.
Sonuç olarak iki savaş arasındaki uluslararası ilişkiler gergin ve kırılgandı. Devletler, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan statükodan memnun değildi. Barışı korumak üzere kurulan Cemiyet ve girişimler başarısız kalmıştı. Statükonun korunması gerektiğini söyleyen ülkelerin başını çeken İngiltere, gerekli adımları atmamış, sömürgelerinin güvenliğine odaklanmıştı. Bu ortam Türk Dış Politikasını derinden etkiledi ve Cumhuriyet’in yöneticileri dış politika ilkelerini buna göre dizayn etmişlerdir.
Ulusal ortam
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte rejimdeki belirsizlikler giderilerek çağdaş bir ülkenin inşa edilmesinin yolu açılmıştı. Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’yi tam anlamıyla bir “çağdaş devlet” hâline getirilmesine önderlik yapmak üzere 11 Eylül 1923’te Cumhuriyet Halk Partisi’ni kurdu.
Türk Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla bir dizi devrim veya reformlarla yeni bir süreç başlatıldı ve laiklik bütün bu düzenlemelerin merkezinde yer aldı. Türkiye’de inşa edilen rejim -1925’ten sonra ve belirgin bir şekilde 1930’larda “tek devlet”, “tek millet”, “tek parti” gibi niteliklere sahipti. Ancak ekonomik yapısı iç açıcı olmayan genç cumhuriyetin yayınlanan “misak-ı iktisadi” kararlarında ekonomik bağımsızlığa açık bir vurgu yapıldı. Bu dönemin ulusal ortamını belirleyen temel ögeleri, sınıfsal temelde “halkçı”, kültürel temelde “batıcı-laik” ekonomik temelde ise “devletçi” olarak ifade etmek mümkündür.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Dış Politikasının Temel Nitelikleri
Yeni Türkiye Devleti’nin veya Atatürk Dönemi Türk dış politikasında meydana gelen gelişmeler aşağıdaki gibi sıralanabilir.
- Egemenlik ve eşitlik ilişkisine dayalı ilişkiler
- Antlaşmalara ve hukuka saygı
- Uluslararası uyuşmazlıkların barışçıl yollarla çözümü
- İttifaklara katılmama
- Uluslararası örgütlere karşı izlenen çekimser politika
- Mevcut dengeleri koruma
- Batılılaşma ve demokratikleşme.
1923-1930 Yılları Arasında Dış Politika
Batılı devletlerle karşılaşılan ilk sorunlar
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının Lozan Antlaşması’ndan hemen sonra 13 Ekim 1923’te Ankara’yı ULİ403U-TÜRK DIŞ POLİTİKASI-I Ünite 3: Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası (1923-1938) 2 Türkiye’nin başkenti yapmaları, İngiltere ve Fransa hükümetlerinin tepkisine yol açmıştı. İstanbul’un ılımlı bir havaya, tarihsel ve kültürel bir zenginliğe sahip olması bunun temel nedeniydi.
Türk-İngiliz ilişkileri
Bu dönemde Türkiye ve İngiltere arasında yaşanan en büyük sorun Türkiye - Irak sınırının çizilmesi yani Musul’un geleceğinin belirlenememesiydi. İngilizlerin Musul, hatta Hakkâri’nin Irak’a bırakılmasını istemesi bu sorunun yaşanmasının temel faktörüydü.
Türk-Fransız ilişkileri
Fransa, Osmanlı Devleti zamanında bazı ekonomik ve kültürel imtiyazlara sahipti. Türkiye Cumhuriyeti ise kuruluşundan itibaren bu imtiyazları sona erdirmek ve ekonomiyi kendi denetimi altına almak istemekteydi. Fransa’nın elde ettiği ekonomik imtiyazları kaybetmek istememesinden dolayı Türkiye ile sorun yaşamasına yol açmamıştır.
Türk-İtalyan ilişkileri
İtalya’nın, istilacı bir doktrin olan faşizmi benimsemesi ve faşizmin ilkelerinin öngördüğü şekilde etki alanını genişletmek istemesi bazı deniz ve kara bölgelerini içine alacak şekilde Roma İmparatorluğu’nu canlandırma düşüncesi Türkiye ile sorunlu bir dönemin yaşamasına yol açmıştır.
Türk-Yunan ilişkileri
Türk-Yunan ilişkileri özellikle 1923 ve 1928 yılları arasında mübadele ve Patrikhane sorunları gerilimli anların yaşanmasına neden oldu.
Türk-Sovyet ilişkileri
Türk Kurtuluş Savaşı sırasında iki ülke ilişkileri karşılıklı çıkar ve iş birliği çerçevesinde sürdürülmekteydi. Ancak Lozan Barış Konferansı’nda, Sovyetlerin Boğazlar konusunda Türkiye’den yeterince destek bulmaması ve Türkiye Komünist Partisi üyelerinin tutuklanması gibi gelişmeler iki hükümet arasında bir mesafenin oluşmasına yol açmıştı.
Türk-ABD ilişkileri
Osmanlı Devleti, ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’nın katılmasından hemen sonra 20 Nisan 1917’de bu ülkeyle diplomatik ilişkilerini kesmişti. ABD Başkanı Woodrow Wilson, 8 Ocak 1918 kongresinde savaş sonrası barış esaslarını içeren ilkeleri açıklamış ve bu ilkelerden “Osmanlı İmparatorluğu’nda Türklerin oturdukları bölgenin bağımsızlığının tanınması ve Osmanlı egemenliği altında bulunan diğer halklara geniş özerklik sağlanması” gerektiğini açıklamıştı. Bu yaklaşım bazı aydınların sempatisini kazanmış zamanla ABD mandacılığını istemeye dönüşmüştür.
Türk-Alman ilişkileri
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kesilen Türk-Alman ilişkileri, Türkiye’nin Lozan’ı imzalamasından sonra tekrar hareketlenmeye başladı. İlk etapta İngiliz ve Fransız tepkisinden çekinen Almanya, kendini geri çekmişse de 3 Mart 1924 tarihinde iki ülke temsilcileri arasında Ankara’da Türk-Alman Dostluk Antlaşması imzalandı. Bu Antlaşma, iki ülke vatandaşlarının ilgili devlet topraklarında hangi hukuki şartlar altında ikamet edebileceklerini düzenledi dahası iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin düzenlenmesi amaçlandı.
1930-1938 Yılları Arasında Dış Politika
Türk-İngiliz ilişkileri
1930’larda uluslararası ilişkiler ve gerginlikler arttı. Liderliğini Almanya’nın ve İtalya’nın çektiği revizyonist blok, yayılmacı bir politika izlemeye başladı. Türkiye, İtalyan tehlikesine karşı İngiltere ve Fransa’ya yakınlaştı. Bu dönemde İngiltere’ye bir takım ticari ayrıcalıklar tanınarak ilişkilerin iyi bir şekilde yürütülmesi amaçlandı.
Türk-Fransız ilişkileri
İki ülke arasındaki ilişkiler, 30 Mayıs 1926’da imzalanan “Türk-Fransız Sözleşmesi’nden itibaren ılımlı ve sakindi fakat Fransa’nın 1930’lu yıllarda Suriye’nin manda rejimini gözden geçirmeyi gündeme getirmesi ileriki süreçlerde karışıklığa yol açacaktı. Nihayet Suriyeli milliyetçilerin tepkisi üzerine eylemler yaşanmaya başladı ve bir antlaşma imzalanarak Hatay’a yönelik açık bir hüküm olmamasına rağmen bölgedeki Türklerin statüsü tartışmalı bir hale gelmeye başlayabilecekti. Türk Hükümeti, Fransa’nın bu hamlesinin Sancak Türklerinin 1921 Ankara Antlaşması ve daha sonraki belgelerde belirlenmiş özerk yapısını ortadan kaldıracağını öne sürerek tepki gösterdi ve önceki döneme göre TürkFransız ilişkileri daha hareketli bir havada sürdürüldü.
Türk-İtalyan ilişkileri
İtalya’da Faşist Parti’nin ve Mussolini’nin iktidara gelmesinden sonra bu ülkenin Doğu Akdeniz’e göz dikmesi, Türkiye’yi tedirgin etmiş olmasına rağmen iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler sürdürmeye devam etmiştir. Kasım 1932’de Ankara’da imzalanan antlaşma gereği Bodrum dolaylarındaki Kara Ada ve çevresindeki bazı kayalıklar Türkiye’ye, Meis Adası ile etrafındaki bazı adalar ise İtalya’ya bırakılarak bölgedeki karasuların siniri çizildi.
Türk-Sovyet ilişkileri
Türk-Sovyet ilişkileri, Kurtuluş Savaşı yıllarından başlayarak işbirliği ve dostluk eksenli sürdürülmüştü. 1930’lu yıllara gelindiğinde bu süreç niteliğinden bir şey kaybetmemişti. Ayni hızla devam ettirildi.
İki ülke arasında 17 Mart 1931 de “Karadeniz ve O’na Bitişik Denizlerde Deniz Kuvvetlerinin Sınırlandırılmasına ilişkin Protokol” ve 1925 Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nın beş yıl uzatılmasına yönelik bir başka protokol yapıldı. Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Maksim Litvinov’un 30 Ekim 1931’de Türkiye’yi ziyareti sırasında bu protokoller onaylandı. Ancak 22 Temmuz 1936’da Boğazlar rejimini değiştiren sözleşme iki devlet arasında ilişkileri gerginleştirdi. Türkiye, savaş öncesinde İngiltere ve Fransa’ya yakınlaşırken istemediği hâlde Sovyetlerle de mesafeli bir ilişki sürdürmek zorunda kaldı.
Türk-Yunan ilişkileri
İki ülke arasındaki nüfus mübadelesinden kaynaklanan sorunlar, 10 Haziran 1930 tarihli Ankara Sözleşmesi’yle çözüldükten sonra yumuşama sürecine girildi. Yunanistan Başbakanı’nın Cumhuriyet Bayramı törenlerine katılmak üzere 27-31 Ekim 1930’da Ankara’ya gelmesi ve 30 Ekim’de “Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma ve Hakemlik Antlaşması’nı” imzalaması ise Türk-Yunan ilişkilerinin hissedilir seviyede yumuşamasında etkili olmuştur. İleriki zamanlarda geliştirilen ticari ilişkiler sayesinde bu ilişki bölgesel bir içerik kazanmıştır.
Türk-ABD ilişkileri
1920’li yıllarda Türk-ABD ekonomi temelli ilişkiler önemli bir yer tutsa da 1930’larda iki ülke arasında afyon ekimi ve kaçakçılığı konusu gerilime yol açmıştır. ABD, Türkiye’yi afyon kaçakçılığı alanında gerekli önlemleri almamak ve bu maddenin merkezi olmakla eleştirmekteydi. Nihayet Türk Hükümeti, 1931’de afyon işletme fabrikalarını kapatarak gerilimi azaltılmasında başat rol oynamıştır.
Türk-Alman ilişkileri
Hitler’in 1933’te iktidara gelmesiyle Almanya’da ciddi değişikliklere yol açarken, Türk-Alman ticari alandaki ilişkilerinde büyük ilerlemeler kaydetmesine rağmen dış politikada aynı oranda iş birliği sağlanamamıştı. Milletler cemiyetinde Almanya’ya gösterilen tepkilere etkin bir tepki göstermemesine dahası Almanya’nın statükoyu zorla değiştirmek istemesine karşı çıkmasına rağmen bu ülkeyle siyasi ilişkiler yürütülmüştür.
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne üye olması
1930’lu yılların ortalarına kadar ittifaklara katılmama politikası yürüten Türkiye, Briand-Kellogg Paktı’nı 1929’da imzaladı ve Silahsızlanma Konferansı’na katılarak sorunların barışçıl yollardan çözümünü arzu ettiğini gösterdi. Milletler cemiyetine üyelik kararını gözden geçiren Türkiye, bu kuruma karşı ılımlı bir politika izledi. Milletler Cemiyeti Genel Kurulu, 6 Temmuz 1932’de yaptığı olağanüstü toplantıda İspanya’nın önerisiyle Türkiye’yi üyeliğe davet kararı aldı. Türkiye daveti kabul ederek örgütte aktif bir rol almış oldu.
Türkiye-Orta Doğu ilişkileri
Türk-İran ilişkileri
1926-1930 yılları arasındaki Ağrı İsyanlarında Türk güvenlik güçleriyle çatışan isyancı Kürtlerin, zorda kalınca sınırı aşarak İran’a sığınması krize yol açmıştı. Etkin önlem alamayan Türkiye, sınır ötesi bir harekâtta bulunarak İran topraklarındaki Küçük Ağrı’ya sığınmış isyancı grupları tasfiye etti. Türkiye, sınırda güvenliği sağlamak için İran’a işgal ettiği dağlık araziye karşılık, bir miktar tarımsal arazi vermeyi önerse de İran, bu öneriyi red etti. Ancak İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Atatürk’e ve Türkiye’deki modernleşme hareketlerine karşı olan hayranlığı, Şah’ın Karadeniz yolculuğuna Yavuz adlı savaş gemisinin tahsis edilmesi ve Ankara’da O’nun onuruna “Özsoy” adlı operanın sahnelenmesi olumlu bir havanın oluşmasına ve uluslararası platformlarda İran’ın Türkiye’yi desteklemesinde etkili olmuştur.
Türk-Afgan ilişkileri
Türk Afgan ilişkileri, 1920’lerde olduğu gibi 1930’larda da samimi bir şekilde sürdürüldü. Afganistan Türkiye’deki modernleşme hareketlerini büyük dikkatle izledi. Türk Hükümeti eğitim, sağlık, hukuk ve askerî alanlarda teknik araç ve uzman yardımında bulundu. Ayrıca Afgan temsilcilerinin bulunmadığı ortamlarda bu ülkenin çıkarlarını korudu. Afganistan’ın İran’la yaşadığı sınır sorunlarının çözülmesinde aracı oldu. İki ülkenin hakem isteğini olumlu karşılayarak 1934’te Fahrettin (Altay) Paşa başkanlığında oluşturulan heyetin hakemliğinde sınır sorunu çözüme kavuşturuldu. Türkiye ile Afganistan arasındaki ilişkiler, 1937’de Sadabat Paktı’nın kurulmasıyla en üst düzeyine çıktı.
Montreux Boğazlar Sözleşmesi
Lozan Barış Antlaşması’na ekli “Boğazlar Rejimine İlişkin Sözleşme” Türkiye’nin bazı egemenlik haklarını sınırlandırmaktaydı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan sistemde silahsızlanmanın azaltılacağı ve savaşların önleneceği düşüncesi bu sözleşmenin kabulünde etkili olmuştur. Ancak Milletler Cemiyeti’nin kolektif güvenlik sistemi saldırganlara karşı başarılı olamadı ve Türkiye’nin bu iyimser düşüncesi gerçekleşmemiş oldu. Bu durum Türkiye’yi harekete geçirdi ve Londra’da toplanan “Silahların Azaltılması ve Sınırlandırılması Konferansında” Boğazlar Sözleşmesi’nde yer alan, Marmara denizindeki adaların (İmralı hariç) askerden ve silahtan arındırılması hükmünün kaldırılmasını istedi. Ancak bu girişim olumsuz sonuçlandı. İki yıl sonra Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras), tarafından bu talep yinelenmişse de red edilmiştir. Türkiye, Boğazların statüsünün değiştirilmesi gerektiğini ilgili taraflara Milletler Cemiyeti’nde Habeşistan’a saldıran İtalya’ya karşı alınacak önlemlerin tartışılması sırasında benimsetmeyi başarmıştır.
Montreux Boğazlar Sözleşmesi’yle Boğazlar Komisyonu’nun kaldırılması ve Boğazların yeniden askerîleştirilmesi olanağı elde edildi. Sözleşmenin süresi 20 yıl olacaktı. Fakat herhangi bir nedenle bu sözleşmenin sona ermesi ve mevcut rejimin yerine başka bir rejim getirilememesi durumunda Boğazlar rejimi ilke olarak sürecekti. Türkiye bu Sözleşme’yle Boğazlar üzerinde egemenliğini kurma olanağına kavuştu. 1930’ların uluslararası koşulları ve dengelerinden yararlanarak kısıtlamaları ortadan kaldırdı.