İnsan Hakları ve Demokratikleşme Süreci Dersi 6. Ünite Özet
Demokrasinin Kavramsal Ve Kurumsal Temelleri
- Özet
Egemenlik ve Özgürlük
Toplumlarda demokrasi düşüncesinin yayılması ve ulus devlet kavramının belirginleşmesi egemenlik kavramının da ilk ortaya çıktığı anlamından farklı bir niteliğe bürünerek gelişmesine yol açmıştır. Egemenlik kavramı; başlangıçta Fransız düşünürü Bodin’in ortaya koyduğu ilk anlamı olan devletin bölünmez ve devredilemez yönetme iktidarını ve buna sahip olan monarkın mutlakiyet sistemini vurgularken, zamanla demokrasi kavramının gelişimiyle halkın egemenliği ön plana çıkmıştır. Günümüzde özellikle de uluslararası ilişkilerde devletler egemenliğin sahibi olarak görülseler de devletlerin egemenliği bireylerin hak ve özgürlükleri ile sınırlıdır. Bireyler kendi hayatlarını belirleme hakkı ve yetkisi (bireysel self-determinasyon) çerçevesinde kendi kendilerini belirleme hakkına sahip olduklarından devletler egemenlik adına insanları temel hak ve özgürlüklerden mahrum bırakamazlar. Kendi vatandaşları üzerinde keyfi biçimde güç kullanan devlet, bu duruma karşı oluşacak uluslararası tepkilere karşı bu tutumunu iç işleri olarak göremez.
Günümüzde egemenliğin sahibi ister halk ister devlet olsun üzerinde bazı sınırlamalar ortaya çıkmaktadır. Devlet egemenliği üzerinde, gönüllü olarak dâhil olunan hükümetler arası ve ulus üstü siyasi oluşumlar ve üye olunan örgütler çerçevesinde kısıtlamalar oluşmaktadır. Ancak bu sınırlamalar egemenlik kavramının sona erdiği anlamına gelmez. Zira devletler var oldukça siyasi bir değer olarak egemenlik de varlığını sürdürecektir. Halk kavramının kutsal bir hâl alması halk egemenliğini sınırlamayı zorlaştırsa da egemenlik üzerinde birey haklarının kısıtlayıcı olması düşüncesi son derece popüler olup güçlenmektedir.
Liberal demokrasi kavramında liberal sözcüğü ile özgürlük, demokrasi ifadesi ile de siyasi eşitlik ve katılım vurgulanmaktadır. Baskıcı sistemlere nazaran demokrasilerde özgürlüğün daha iyi korunduğu aşikârdır. Ancak demokrasi birebir özgürlük kavramını karşılamaz. Liberal düşünce geleneğini temellendiren John Locke’un ortaya koyduğu anlamda özgürlük bireyin keyfi biçimde engellenmemesi ve keyfi zora maruz bırakılmamasıdır.
Negatif özgürlük olarak formüle edebileceğimiz bu durumda birey dış baskılara maruz kalmadan hayatını düzenlemekte ve yaşamaktadır. Bireyi engelleme gücü olanlar da hareketsiz kalmaktadır. Burada öne çıkan bireydir, özgür olan/olmayan bireydir. Grupların özgürlüğü bağımsızlık kavramına karşılık gelir ve bir ülke bağımsızken ülkenin vatandaşları özgürlüklerinden mahrum olabilirler.
Zamanla pozitif özgürlük kavramı da ortaya çıkmıştır. Birey hukuken negatif özgürlüğe sahip olsa da ekonomik güce sahip değilse bu özgürlüğünü kullanamaz. Bu nedenle bireylerin özgürlüklerini kullanabilmek için devlet ya da başka bireyler gibi onun dışındaki bir varlık tarafından muktedir kılınmasına pozitif özgürlük adı verilir.
Özgürlüğün ahlâki ve felsefi biçimde nasıl sınırlandırılması gerektiği sorusu İngiliz filozof John Stuart Mill’in geliştirdiği zarar ilkesini ortaya çıkarmıştır. Bu ilkenin keyfi bir hâl almaması için hak ihlali olup olmadığının gözetilmesi gereklidir. Yani bir bireyin özgürlüğü ancak bir başka bireye hak ihlali yoluyla zarar vermesi halinde sınırlandırılabilir. Bu kapsamda zarar ilkesini; bir bireyin özgür davranışlarının bir hak ihlaline sebebiyet vererek başkasına zarar vermemesini gözetme ilkesi olarak tanımlayabiliriz.
Liberal demokrasilerin, otoriter ve totaliter rejimlerle kıyaslandığında siyasi gücü tek elde toplamayarak özgürlüğü koruma yolunda daha başarılı olduğu söylenebilir. Bu açıdan kuvvetler ayrılığı kavramı anahtar öneme sahiptir. Yatay ve dikey kuvvetler ayrılığı ve hukuk devleti liberal demokrasinin siyasi gücü dağıtma ve sınırlandırma araçlarıdır. Kuvvetler ayrılığı kavramı ile yasama, yürütme ve yargının farklı organlarda kullanılması ifade edilmektedir. Yatay kuvvetler ayrılığında bu üç temel güç aynı elde toplanmamış, farklı organlara dağıtılmıştır. Dikey kuvvetler ayrılığının ise siyasi egemenliği paylaştıran federalizm ya da idari gücü paylaştıran güçlü mahalli idareler yani idari özerklik ile gerçekleşebileceği söylenebilir.
Katılım ve Temsil
Bir siyasal toplumda tüm bireylerin yerel ve ulusal düzeyde siyasal yöneticileri seçme ve bu yöneticilerin bireylerin kendi istek ve menfaatleri doğrultusunda karar almalarını temin amacıyla gösterdikleri davranış ve eylemler siyasi katılım kavramını ifade etmektedir.
Demokrasi halk yönetimi anlamını vatandaşların siyasi sürece katılımı ile kazanır. Bu katılım oy verme, partiye üye olarak aktif görev alma ya da sadece pasif biçimde bir partiye sempati duyma biçiminde de olabilir. Tarih boyunca vergi ve askerlik gibi taleplerle karşılaşan halk, politikaların belirlenmesinde de söz sahibi olmayı isteyerek bu hakka zamanla kavuşmuştur. Bu süreç her toplumda ve ülkede farklı ilerlemiştir.
Akıl sahibi olma, reşit olma gibi bazı kriterleri sağlayan her vatandaş oy verme hakkına sahiptir ve oy verme demokrasilerde en önemli ve yaygın siyasi katılım yoludur. Günümüzde belli kriterleri sağlayan her vatandaşın sahip olduğu bu hak geçmişte farklı ülkelerde cinsiyete ya da mülk sahibi olmaya bağlı olarak sınırlandırılmıştı.
Eğitim, endüstrileşme, vatandaşların siyasi sisteme entegre olması ya da oy hakkından mahrum kesimlerin sisteme yabancılaşarak şiddete ve muhalefet hareketlerine yönelmesinin engellenmesi arzusu oy kullanma hakkının genişlemesinde önemli olmuştur.
En yaygın siyasal katılma biçimi olan oy vermenin gerçek bir siyasal katılımı ifade edebilmesi için alt yapının buna hazır olması gereklidir. Yani çok partili sisteme, yarışmacı seçimlere, oylama sürecinin yargısal denetimde eşit oy, gizli oylama ve açık sayım ilkelerine uygun biçimde yapılmasına gerek vardır.
Siyasal katılımı etkileyen çeşitli faktörler vardır. Eğitim seviyesi yükseldikçe oy verme eğilimi kuvvetlenirken oy kullanmanın sonuç verdiğine inanan vatandaşlar oy vermeye yatkın olur.
Bireylerin oy verme davranışlarını inceleyen çalışmalar dört model ortaya koymuşlardır:
- İlk model; bireyin parti ve parti liderliğiyle psikolojik bağ kurarak o partiye yöneldiğini ifade eden parti kimliği modelidir.
- İkinci model toplumsal bağlılıklara önem atfeden sosyolojik modeldir.
- Seçmeni rasyonel bir varlık olarak gören ve kendi çıkarına göre hesap yaparak en uygun olduğuna inandığı şıkkı seçtiğini varsayan rasyonel tercih modeli bir diğer modeldir.
- Hakim ideoloji modelinde ise seçmenlerin bireysel tercihleri ideolojik manipülasyon ile yönlendirilir.
Medyanın vatandaşların oy verme tercihleri üzerinde çok etkili olduğu ve bir partinin medyayı ne kadar kontrol ederse o kadar çok oy alacağı düşünülse de algıda seçicilik kavramı bu durumun tamamen öyle olmadığını açıklamaktadır. Bireylerin kendi fikrine uygun yayın organları ve ortamları seçmesi ve ona yönelmesi olarak ifade edilebilecek olan algıda seçiciliğe göre seçmenler medyanın etkisi ile tercihte bulunmaktan ziyade parti tercihlerine göre yayın organlarını seçmektedir.
Siyasi katılımın en önemli yolu oy vermedir. Ancak seçimler arasındaki dört-beş senelik dönemlerde de vatandaş katılımda bulunabilmelidir. Bu kapsamda sivil toplum kuruluşları ve ifade özgürlüğü kavramları öne çıkar. Bir veya birkaç amaç çerçevesinde bir araya gelen ve devlet dışı mali kaynaklarla masraflarını karşılayan gönüllü ve gayrı resmi insan grupları olarak ifade edilebilecek olan sivil toplum kuruluşları demokrasilerde oldukça önemlidir. Ancak kuruluş amaçları belirli birkaç hedef çerçevesinde sınırlandırılan bu kuruluşlar kapsamlı programlara sahip partilerin yerine geçmez. Bireylerin kamusal işlerle ilgili görüşlerini başlarına bir şey gelmesinden çekinmeden ifade edebilmesi ve yayabilmesi hakkına ifade özgürlüğü denir. Demokrasilerde bireyler görüşleri çerçevesinde gönüllü beraberlik yoluyla birlikler kurabilmeli, iktidar ya da muhalefet partilerinin politika ve tutumlarını destekler ya da eleştirir açıklama, protesto veya destek eylemleri yapabilmelidir.
Vatandaşların kamusal kararların alınış sürecine bizzat katılmasına doğrudan demokrasi adı verilir. Antik Yunan demokrasisinde nüfusun %10’nuna tekabül eden 20 yaş üstü erkek vatandaşlar bir araya gelerek kamusal konuları görüşürlerdi. Günümüzde artan nüfus her vatandaşın kamusal karar alma sürecine bizzat katılmasına uygun olmayan yoğunluktadır. Bu nedenle temsili demokrasi söz konusudur. Vatandaşların kamusal kararların alınış sürecine genellikle temsilcileri aracılığıyla katıldığı demokrasi türü temsili demokrasi olarak adlandırılır. Günümüzde temsili demokrasiye referandum gibi doğrudan demokrasiden esinlenen bazı araçların da katılması söz konusudur. AB’nin temel ilkelerinden olan subsidiarite ilkesi de demokrasiyi kuvvetlendirici biçimde önem kazanmaktadır. Bu ilkeye göre sorunların en yakın ilk kademede çözülmesi ve kamu kararlarının genel bir merkez yerine en yakın sosyal-siyasi kademede alınması esastır.
Temsil hakkında; vesayet olarak da adlandırılan mütevellilik, delegasyon, vekalet ve benzeyiş modelleri ortaya konulmuştur. Mütevellilik modeline göre temsilin esası olgun/yerinde karar vererek aydınlanmış vicdan muhasebesi yaparak seçmenlere hizmet etmektir. Delege modelinde seçilenler seçmenlerce verilen talimatları yerine getirmek üzere seçilirler. Temsilcilerin onları seçenlere tam bağlılığını sağlamak için geri çağırma gibi yollar kullanılır. Geri çağırma; seçilmiş temsilcinin belli usul ve şartlarla temsilcilikten azledilmesidir. Vekalet modelinde temsilciler bağımsız aktörler değildir ve seçimi kazanmaları halinde halkın vekaletini alırlar. Benzeyiş modeline göre ise temsili organ toplumun bütün kesimlerinin büyüklüğüne paralel olarak bütün kesim temsilcilerini içermelidir.
Çoğunluk Yönetimi ve Çoğulculuk
Mutlak monarşi ya da demokrasi de olsa toplumların temel gerçeği insanların yöneten ve yönetilenler olarak ayrılmasıdır. Bu açıdan kimi yazarlar toplumdaki asıl bölünmenin sınıfsal bir bölünme değil yöneten-yönetilen bölünmesi olduğunu düşünmektedir.
Bu gerçek insanlık tarihi boyunca “kim yönetmeli?” sorusunun cevabının aranmasına neden olmuştur. Bu soruyu bilginler olarak cevaplayanlar olduğu gibi yönetme hakkını geleneklerden ya da tanrıdan aldığı düşünülen Monark ailesi yönetimini destekleyenler de görülmüştür. Yine tarihi süreçte fiziki güce sahip olanların yönetme gücünü elinde tuttukları yani fiziki gücün egemenliği dönemleri de yaşanmıştır.
Demokrasilerde kimin yönetmesi gerektiği sorusu çerçevesinde azınlığın mı çoğunluğun mu yönetme hakkına sahip olduğu sorgulanmıştır. Çoğunluk yönetimi eşitlik ve adalete daha uygun olarak öne çıkar. Çoğunluğun yönetme hakkı azınlığın yönetimine nazaran daha meşru görülür ve fiilen daha kolay gerçekleştirilir. Çoğunluğun yönetme hakkı; yarışmacı seçimlerden siyasi çoğunluğu sağlayarak çıkan grubun yönetme gücünü kazanmasıdır. Yönetme hakkını azınlığın kullanması halinde oluşacak muhalefet sonucu kaos oluşması kaçınılmazdır. Bu nedenlerle demokrasi azınlık değil çoğunluk (ya da çoğunluk adına icra edilen) siyasi yönetim biçimidir.
Demokrasi çoğunluk yönetimi olmasının yanı sıra çoğulcu ve sınırlı bir yönetimdir. Demokrasilerde çoğunluğun azınlığı yönetmesinden bahsedilse de aslında seçmenin tercihleri sonucu seçilen partinin diğer partilere nazaran daha geniş de olsa tüm toplum hatta seçmen kitlesi içinde bir azınlığa tekabül etmesi ve bu seçilmiş azınlığın çoğunluk olan tüm toplumu sevk ve idare etmesi söz konusudur. Özellikle siyasi katılım sadece belli dönemlerde seçime giderek oy vermeyle sınırlıysa yönetme hakkı yalnızca çoğunluğun temsilcisi olmaya dayanarak meşrulaştırılamaz. Çoğunluk-azınlık ilişkileri açısından konuya bakıldığında ise demokrasilerde çoğunluğun seçimi kazanması azınlığın kaybettiği bir sıfır toplamlı oyun olarak görülemez. Taraflardan biri kazanıyorsa diğerinin mutlaka kaybettiği sosyal, ekonomik, toplumsal ilişki durumu olarak tarif edebileceğimiz sıfır toplamlı oyun yani bir taraf kazanıyorken (çoğunluk) diğer tarafın (azınlık) kaybettiği şartlarda oyun sürmez ve bu durum çatışma ortamına sebebiyet verebilir.
Günümüz toplumlarında geçmişteki küçük hacimli toplumlara nazaran muazzam çeşitlilikler vardır. Bu durum fırsatlar yarattığı kadar gerilimlere de sebebiyet verebilir. Siyaset bu anlamda bir düzen getirir. Ancak çoğunluğun azınlık üzerinde gücünü zorbalığa dönüştürmesi riski de bulunur. Bunu önlemenin yolu demokrasinin çoğunluğun yetkilerini sınırlayarak çoğulculuğa dayanan ve bunu korumakla görevli olarak benimsenmesidir.
Çoğulculuk; toplumun dil, din, inanç, hayat tarzı, zevk ve tercihler bakımından farklı yerlerde duran gruplardan oluştuğunu kabul etmektir. Çoğulculuk, siyasi ve sosyolojik manayı içerir. Siyasi çoğulculuk kapsamında; bugün çoğunluk olanların da ileride azınlık olabileceklerini düşünerek siyasi azınlıkların kendilerini ifade etme haklarına saygı göstermeleri beklenir. Zira hiçbir çoğunluk bulunduğu konumu sonsuza kadar elinde tutacağı bir yer olarak göremez. Bu çerçevede azınlık eşit vatandaşlık statüsüne bir engel değildir ve azınlıklar parti kurma, fikir geliştirme, propaganda ve eleştirme haklarından mahrum bırakılamaz. Öte yandan sosyolojik olarak da dil, din, etnisite gibi açılardan da azınlıklar bulunabilir. Siyasi ve sosyal azınlıklar içiçe geçebilir ya da geçmeyebilir. Ancak çakışmaları halinde azınlıkların korunması daha da önem kazanır. Bu noktada çoğunluğun iktidarının sınırlandırılmasına nasıl razı olacağı sorusu ortaya çıkar ve çoğunluğa bir gün kendisi de azınlık durumunda kalırsa haksız muameleye uğramamak için şimdi haksızlık yapmaması gerektiği vurgusu birey hakları üzerinden yapılır. Birey hakları; bireylerin doğuştan sahip olduğu, devredilemez, vazgeçilmez ve devleti önceleyen haklardır. Azınlık tek bir birey de olabilir. Bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunması birey hak ve özgürlüklerinin korunmasıyla gerçekleşir.
Birey haklarının bir parçası da mülkiyet haklarıdır. Bütün mülklerin devlet elinde olduğu ortamda sivil toplum yaşayamaz. Mülkiyet hakları olmadan bireyin başkalarının keyfi müdahalelerinden soyutlanabileceği mahrem alanları ve özgürlükleri tanımlanamaz ve korunamaz.
Siyasi Partiler ve Seçimler
Siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarındandır. Bir program etrafında toplanan ve bu amaçla siyasi iktidarı ele geçirmeye çalışan insan grubuna parti denir. Yani siyasi parti; hükümeti kurma yetkisini rakiplerini geçip kazanma amacıyla bir siyasi program etrafında bir araya gelerek örgütlenmiş bir insan grubunu ifade eder. Siyasi partilerin;
- Bilinçli bir hedef tercihi,
- Halk desteği arayışı ve
- Daimi örgüt yapısından oluşan üç karakteristik özelliği bulunur.
Demokratik sistemlerde partilerin başlıca işlevleri;
- İnsanlarla devlet arasında köprü olma,
- Menfaatlerin birleştirilmesi,
- Vatandaşların siyasi sisteme entegre edilmesi,
- Siyasal sosyalleşme,
- Seçmenlerin mobilizasyonu,
- Hükümetin kurulması ve
- Devletin çalıştırılması olarak özetlenebilir.
Siyaset bilimci Duverger’e göre partiler yapılarına göre;
- Kadro ve
- Kitle partileri olmak üzere ikiye ayrılır.
Buna göre kadro partisi daimi yaygın destek peşinde koşmayan, tanınmış adaylarla seçim zamanı hareketlenip seçimi kazanmaya çalışan partidir. Kitle partisi ise geniş destek arayan, her zaman işbaşında olan yaygın bir parti örgütü bulunan partidir. Duverger, bir kişi etrafında yapılanan adanmış partilerden de söz eder. Bunlara kitle partisi gibi olmaya çalışan ideolojik partiler denilebilir.
Partileri işlevleri açısından ise Neumann’ın tasnifiyle bireysel temsil ve sosyal bütünleşme partileri olarak incelemek mümkündür. Bireysel temsil partileri, iktidara gelmeye yetecek çoğunluğu elde etmeyi amaçlayan gevşek yapılı ve üyeleriyle zayıf bağlara sahip partilerdir. Sosyal bütünleşme partileri ise üyelerini siyasal toplumla bütünleştirmeyi amaçlar ve çok sıkı bağlar kurarak üyelerini ideolojik olarak eğitirler.
Siyasal rejimler içerdiği parti sayısına göre adlandırılır.
- Tek parti sistemi,
- Hâkim parti sistemi,
- İki parti sistemi ve
- Çok parti sistemi gibi.
Tek parti sistemi totaliteryen bir sistemi ifade eder, hür ve adil seçimlerden söz edilemez.
Hâkim parti sisteminde hukuken ve fiilen rakip partiler serbesttir. Ancak seçimi kazanmaları nadiren mümkündür ve bir parti daha baskın ve güçlüdür.
İki parti sisteminde hitap ettiği kitlenin büyüklüğü birbirine yakın olan iki parti mevcuttur ve bu durumun istikrar sağladığından söz edildiği kadar yeni görüşlerin ortaya çıkmasını zorlaştırdığından da bahsedilir.
Birbiriyle rekabet eden çok sayıda partinin bulunduğu çok parti sisteminin;
- Modern ılımlı çok parti sistemi ve
- Aşırı kutuplaşmış çok parti sistemi olarak iki alt türü bulunur.
Ilımlı türde etkin partiler arasında temel değerler üzerinde görüş birliği mevcuttur ve birlikte çalışabilirler. Aşırı kutuplaşmanın olduğu türde ise partiler zıt kutuplarda yer alırlar ve sistemin temel değerleri ile kurumları üzerinde görüş birliği zayıftır.
Bir ülkede hâkim olan parti sistemi o ülkenin siyasi kültürüne, tarihine, siyasal sistemine ve seçim sistemine bağlıdır ve demokrasinin olduğu bir ülkede tek parti sistemi olamaz.
Demokrasi seçimden ibaret değildir. Ancak seçim tamamen önemsiz ya da her şey seçim demek de değildir. En az iki defa yarışmacı, adil-hür seçim yapmış ve sonuçlarına saygı göstermemiş bir ülke demokratik ülkeler arasında yer alamaz.
Bir seçimin demokratik olması için birden çok partinin katıldığı, tek insan tek oy ilkesine uyulan periyodik seçimlere ve tarafsız, dürüst, gözetim ve denetim altında seçimlerin gerçekleştirilmesine gerek vardır.
Seçimde oy dağılımı seçmenlerin bireysel tercihlerine, temsilcilerin dağılımı ise bu tercihin yanı sıra seçim sistemine bağlıdır.
Bütün demokrasilerde seçmen olma hakkı yaş ve akıl sağlığına bağlı olmak üzere her insanın tek oyu vardır ve siyasi bakımdan herkes eşittir. Seçim sistemi; oyların seçimde yer alan partiler arasındaki dağılımın temsilciliklerin belirlenmesinde değerlendirilmesi için kullanılan matematiksel usuller dizisidir. Bu çerçevede;
- Çoğunlukçu seçim sistemi ve
- Nispi temsil sistemi olmak üzere iki sistemden bahsedilebilir.
Çoğunlukçu seçim sisteminde tek veya çok üyeli bir seçim bölgesinde oyların çoğunluğunu alan partinin bütün vekillikleri kazanması söz konusudur. Vekilliklerin partilere dağılımının partilerin aldığı oy oranına bağlanmasına dayanan sistem ise nispi çoğunluk sistemini ifade eder. Uygulamada ise bu sistemlerin karmasından oluşan seçim sistemleri görülür.
Çoğunlukçu seçim sisteminin de farklı usullere dayanan alt türleri bulunur. Ülkenin tercihi iki partili sistem ise çoğunlukçu seçim sisteminin uygulanması beklenir ve bu ortamda üçüncü partiler ya önemli bir siyasi aktör olamaz ya da tamamen silinir. Bu sistem büyük partilere avantaj sağladığından bazen çok orantısız sonuçların ortaya çıkmasına da zemin hazırlar.
Seçmen tercihlerinin partiler arasında dağılımıyla parlamentonun kompozisyonu arasında uyum sağlamayı gözeten nispi temsil sistemi seçim çevrelerinin birden fazla milletvekilliğini kapsamasını gerektirir.
Bu sistemde temsilde adalet çoğunluk sistemiyle kıyaslandığında daha fazla önemlidir. Temsilde adalet; seçime giden partilerin aldıkları oy oranına mümkün mertebe yakın oranda temsilcilik kazanmalarını ifade eder.
Milletvekillikleri aldıkları oylara göre partilere dağıtıldıktan sonra değerlendirilmemiş oylar ve açıkta kalan milletvekilleri bulunabilir. Bu sorunun çözümü için;
- En büyük artık sistemi,
- En yüksek ortalama sistemi ve
- Barajlı d’Hondt sistemi olmak üzere üç yöntem kullanılır.
Nispi sistem, yönetimde istikrardan ziyade temsilde adaleti öne koyar. Seçime giden partilerin aldıkları oy oranına mümkün mertebe yakın oranda temsilcilik kazanmaları temsilde adalet olarak ifade edilir. Yönetimde istikrar ise seçimlerin ülkede yetki ve sorumlulukları teşhis edilebilir iktidar partileri çıkması sonucunu vermesinin gözetilmesini ifade eder.
Hukuk Devleti
Hukuk devleti, devletin bütün işlem ve icraatlarında hukuk ilkelerine ve hukuk kurallarına uymasını ifade etmektedir.
Bir devletin hukuk devleti olması için demokrasi olması şart değildir ve hukuk devleti teorik ve fiili olarak demokratik olmayan ülkelerde de bulunabilir.
Günümüzde ise hukuk devleti ile demokrasi birbirinden ayrılmaz olarak görülmektedir. Tüm liberal demokrasiler hukuk devleti olmayı bir hedef ve ilke olarak görmektedir. Hukuk devleti olma hukuki bir ilke değil, siyasi bir ilke ve bir idealdir. Siyasi felsefe olarak bir devlet açık ve en azından bir kısmı devletten önce ya da devlet olsa da olmasa da var olan hukuk kurallarına uymayı esas alıyorsa hukuk devleti gerçekleşebilir. Aksi durumun keyfi bir yönetimi doğurması kaçınılmazdır.
Hukuk devletinde devletin zor kullanma tekeli hukukla sınırlandırılır ve kurallara bağlanır.
Bir ülkede hukuk devletinin var olabilmesi için hukukun bazı özelliklere sahip olması gerekir. Bu kapsamda yedi önemli şekil şartı söz konusudur:
- Hukuk kuralları belli kişi veya grupları hedef almadan genel soyut ve eşit olmalıdır.
- Hukuk kuralları geriye yürümemelidir.
- Hukuk kuralları birey-birey, birey-kamu organları arasındaki ihtilaflarda yasama ve yürütme tarafından değil, bağımsız ve tarafsız mahkemeler tarafından uygulanmalıdır. Yargının devlet adına değil toplum adına işlev üstlenmesi yargının bağımsızlığını ifade eder. Yargıçların devlet ve devlet ideolojine karşı olduğu gibi kendi ön yargılarına karşı da tarafsız olmaları gereklidir.
- Mahkemeler kendi başlarına değil, savcı ya da vatandaşların başvuruları ile harekete geçmelidir.
- Hukukun yalnızca parlamentonun ürünü olmadığı, genel-evrensel hukukun her zaman devlet hukukunun (pozitif hukuk) önünde geldiği kabul edilmelidir. Yani hukuk devletinden söz edebilmek için doğal hukukun pozitif hukuktan önce geldiği kabul edilmelidir. Doğal hukuk; pozitif hukukun yapılmasından önce var olan ve pozitif hukukun kendilerine uymaları beklenen kurallar demetidir. Doğal hukuk devletler tarafından yaratılmaz o zaten vardır.
- Kanunlar net, kolay anlaşılır ve açık olmalıdır.
- Kanunsuz suç olmamalıdır.
Hukuk devleti bu şekil şartlarının yanı sıra içerik olarak da bazı şartları içermelidir. Kurallar insan hak ve özgürlüklerine saygıyı esas almalıdır. İnsan hak ve özgürlükleri görmezden gelinmemeli, çiğnenmemeli ve birey hak ve özgürlükleri hem saldırgan bireylere hem de devlete karşı korunmalıdır.