İnsan Hakları ve Demokratikleşme Süreci Dersi 1. Ünite Özet
İnsan Hakları: Kaynağı, Felsefi Temelleri Ve Gelişimi
- Özet
İnsan Hakları Kavramı
Bir kişinin sırf insan olduğu için sahip olduğu haklara insan hakları denmektedir. Bu haklar vazgeçilmez, devredilmez, zaman aşımına uğramaz. İnsan hakları doktrininin siyasi açıdan iki önemli işlevi vardır:
- İnsan hakları siyasal iktidarı sınırlar, devletin alanını kısıtlarken insanlara özgürlük alanları sağlamayı amaçlar.
- İnsan hakları insanların pozitif hak taleplerini temin etmek için devletin etkinlik alanını genişletmeye yönelik talep ve iddiaların temelini oluşturur.
Özgürlük; en geniş manada, bir kimsenin dilediği gibi düşünebilmesini, davranabilmesini ve hayatını kendi tercihlerine göre kurma çabasının başkaları tarafından keyfi olarak engellenememesini ifade eder.
Bir kişi, kurum veya şey üzerinde gerekçelendirilmiş iddia veya talebe hak denir. Negatif haklar herkese tanınan, bireyin devlet tarafından dokunulamayacak haklarıdır. Pozitif haklar ise bireylere devletten olumlu bir davranış, hizmet veya yardım isteme hakkı tanıyan haklardır. İnsan haklarının muhatabı olan devlet insan haklarına müdahale etmemekle ve bazı hakların kullanılması için uygun koşulları sağlamakla yükümlüdür. Bu haklar devleti sınırlandırır, özgürlük alanlarını genişletir.
Bir siyasi düzenin tanınma ve kabul görme ehliyetine meşruiyet denilmektedir. Jürgen Habermas’a göre modern demokrasilerde meşruiyetinin iki kaynağı vardır; biri ulusal irade, diğeri ise insan haklarıdır. Bugün devletler hem iç yapılarında hem de dış politikalarında insan haklarını gözetmek zorundadır.
İnsan Haklarının Kaynakları
İnsan haklarının nereden kaynaklandığını ve en üstün ahlaki iddialar olarak kabul edilmesini açıklamak için doğal hukuk, insan doğası ve insan değeri kavramlarına göz atılması gerekir.
Doğal hukuk
Doğal hukuk ideal hukuktur. Toplumsal ve siyasal kurumlara egemen olması gereken evrensel ilkelerin bulunduğunu ve bu ilkelere akıl yolu ile ulaşabileceğimizi savunur.
Doğal hukuk; hukuku ahlakın bir parçası olarak gördüğü için, hem hukuki hem de ahlakidir. Doğal hukukun kaynağı ise insan/bireydir. Yani doğal hukuk için de diğer şeyler için de tek ölçü insandır. Doğal hukuk normatiftir. Diğer bir deyişle bütün insanlara diğer bütün insanlara karşı birtakım ödevler yükler.
Norm; kural, ilke, kanun, model anlamlarına gelir. Hukuk normu, belirli bir insan davranışını emreden, ya belli bir davranışı yasaklayan ya da belirli bir davranışa yetki veren ve insan iradesinin ürünü olan önermedir.
Doğal hakların genel olarak özellikleri şunlardır:
- İnsanların doğuştan sahip oldukları haklardır, devredilemez, vazgeçilemez.
- Toplum öncesidir ve toplumun varlığından bağımsızdır. Hiçbir toplumsal, siyasal yapının eseri değildir.
- Mutlaktır; hiçbir düşünceyle geçersiz kılınamaz, uygulamadan alıkonulamaz, kapsamları daraltılamaz ve pazarlık konusu yapılamaz.
- Evrenseldir, zamana ve mekana bağlı değillerdir. İnsan doğası Bazı düşünürlere göre insan haklarının kökeninde insan doğası bulunmaktadır.
İnsan doğası
bilimsel bir gerçek veya objektif bir olmaktan ziyade ahlaki anlayışla ilgilidir. Yani insan haklarının kökeni olarak kast edilen insanın ahlaki doğasıdır. Buna göre bütün insanlar temelde eşit derecede ahlaki erdemlere sahiptir. İnsan hakları ise bu ahlaki görüşü gerçekleştirmek için belli kurum ve uygulamaların gerekliliğini göstermektedir.
İnsan haklarının kökeninde insanlık veya insan doğasının yattığını söyleyen Jack Donnely ise insanın ahlaki doğasını ahlaki bir postüla olarak kabul eder. Postüla; ispat edilmeye gerek duyulmadan doğru kabul edilen önermedir.
İnsanın değeri
Taşıdıkları özelliklerden ve farklılıklardan bağımsız olarak bütün insanlar -sırf insan oldukları için- bir değere sahiptir. Değer insanlara eşit olarak atfedilir ve bu yüzden de insan bireylerine eşit haklar atfetmenin temelini de oluşturur.
İnsan Haklarının Kapsamı
İnsan hakları sözleşmeden veya hukuktan farklı olarak bütün insanları kapsamaktadır. Bu hakların varlığı devletlerin tanımasına bağlı değildir. Bir devletin bu haklardan birini tanımaması o hakkı insan hakkı olmaktan çıkarmaz. İnsan haklarının mutlak ve değişmez bir kapsamı yoktur. Bu hakların kapsamı sürekli değişir ve genişler. İnsan ve içinde yaşadığı ortamın değişip dönüşmesine bağlı olarak insanın talep ettiği hakların ve insan haklarının kapsamının da değişmesi kaçınılmazdır.
İnsan haklarının öznesi
İnsan haklarının öznesi bireylerdir. Yani bu haklara sahip olmak belli bir topluma veya kolektif gruba mensubiyet şartına bağlı değildir.
İnsan Haklarının Nitelikleri
İnsan hakları, hakların özel bir grubudur; bu nedenle onu diğer haklardan ayırt edebilmek için belli başlı niteliklerinin üzerinde durulmalıdır.
- En üstün ahlaki talepleri ifade eder.
- Doğuştandır.
- Mutlaktır.
- Vazgeçilmez ve devredilmezdir.
- Devlete karşıdır.
Devletin insan haklarına ilişkin görevleri ise şunlardır: Tanıma, Karışmama, Koruma, Temin-Tedarik.
İnsan Haklarının Düşünsel Öncülleri
İnsan hakları düşüncesinin kökenleri Antik Yunan’a kadar götürülebilir. Her ne kadar birey, hak ve özgürlük gibi değerler hakim konumda değillerdiyse de özgür düşünüşün ve hümanizmanın temellerinin bu dönemde olduğu söylenebilir.
MÖ 5. yüzyılda Atina’da Sofizm denen bir düşünce akımı ortaya çıkmış ve düşüncesinin odağına insanı yerleştirerek insan ve toplum sorunlarını incelemiştir. Yunanca “bilgi” anlamına gelen “sophos (sophia)” sözcüğünden türemiş olan sofizm, “bilen, bilgili” kişi demektir. Sofistlere göre insanın dışında ve ötesinde gerçek, doğru ve iyi yoktur; tüm değer ve yargılar insan bağlıdır ve “insan her şeyin ölçüsüdür”. Sofist düşüncenin iki temel vurgusu vardır:
- İnsan en önemli amaçtır; insanın amaçları doğrultusunda devlet sınırlandırılabilir.
- Tüm insanlar eşit ve özgürdürler; insanların arasında bir ayrım yapmak doğru değildir.
İnsan hakları açısından bu düşünceler oldukça önemli bir noktayı ifade etmektedir. Fakat bu düşünceler kurulu düzeni tehdit ettiği için, Sofistlerin sarstığı devlet otoritesini tesis etmek için Sokrates, Platon (eflatun) ve Aristo gibi düşünürler çeşitli görüşler ileri sürmüştür.
Sokrates’in düşüncesinde insan haklarına yer yoktur. Sokrates, yaptıkları haksız da olsa polisin (Antik Yunan şehir devleti) kararlarına uyulması gerektiğini, önemli olanın polisin zarar görmemesi olduğunu ileri sürmüştü. Polis; çoğunlukla “kent-devleti” kavramının karşılığı olarak kullanılan “polis”, Antik Yunan’ın toplumsal ve siyasal örgütleniş biçimini ifade eder. Ancak Yunan düşüncesinde polis, bundan daha öte bir anlama da sahiptir. Buna göre polis, sadece toplumsal ve siyasal örgütlenme biçimi değil, aynı zamanda dinsel, ekonomik ve askerî bir bütündü.
Platon ise toplumu temel olarak üç sınıfa ayırmıştır: Çalışanlar, savaşanlar ve yöneticiler. Her sınıfın kendi görev, yetki ve hakları vardır. Platon’a göre en iyi yönetim ise bilgelerin, filozofların yönettiği bir sistemle mümkün olabilir. Demokrasi ise dayanaklı ve sürekli olmayan bir rejimdir. Bu rejimde demagoglar türemekte ve bu demagoglar halkın kolaya kaçma isteğini sömürmektedirler. Demagog; yunanca “demos(halk)” ve “agogos (liderlik yapmak)” kelimelerinin birleşiminden türemiştir. “Bir halkın lideri” anlamına gelir. Güçlü bir hitabet ve propaganda yeteneğiyle halkın hislerini (korkularını, ön yargılarını, isteklerini) okşayan ve halkı olmaması gerektiği hâlde eyleme iterek siyasal iktidarı ele geçirmeye çalışan kişiyi belirtmek için kullanılır.
Demokrasinin sonu ise tiranlıktır. Tiranlık; hiçbir yasa tanımayan, aşırı şiddette cezalandırmaya başvuran, zorba ve keyfi bir yönetim biçimidir.
Platon’a göre adil olan ise “devletin çıkarına en uygun olandır”. Adaleti devlete göre tanımlayan Platon’a göre örneğin sınıf ayrıcalığı adildir.
Aristo’nun düşüncesinde de devlet öncelik ve üstün bir konumdadır. İnsanı politik hayvan olarak tanımlayan Aristo, onu ayıran özelliğinin polise bağlı bulunması olduğunu söyler. Öyleyse devletin doğal ve bireyden önce olduğu açıktır. Platon toplumdaki köleliğe, kadın-erkek eşitsizliğine ve ırk ayrımına karşı çıkmamış, tersine bunları doğal ve normal karşılayarak savunmuştur.
Stoisizm ise devleti her şeyden üstün tutan bu görüşlerden ayrılarak, insan hakları düşüncesine katkıda bulunmuştur. Bu düşünce akımı devletin kanunları üzerinde evrensel bir kanun olduğunu ve buna göre bütün insanların eşit ve kardeş olarak belli bir devletin değil, tek bir dünya devletinin (kozmopolis) yurttaşları (kozmopolites) olduğunu savunmaktadır. Sınıf ve ırk ayrımlarına karşı çıkan, insan bağımsızlığını ve yetkinliğini amaçlayan Stoa Okulu, bireycilik ile evrenselciliği uzlaştırmaya çalışmaktadır. Stoacılık modern insan hakları teorisinin temelini oluşturmuştur.
Stoisizm; Kıbrıslı Zenon tarafından kurulan ve dönemim Atina’sının en önemli felsefe okullarından biri olan Stoa Okulu, insan bağımsızlığını ve yetkinliğini amaçlar. Bireysel mutluluğu büyük ölçüde toplumsal yaşamanın içine yerleştiren Stoacılık, bireycilik ve evrenselciliği uzlaştırmaya çalışır. Stoacılık, polis ulusçuluğunu aşar ve insanlar arasında hiçbir fark gözetmeksizin onları tek bir devlet altında birleştirmeye yönelir.
Orta Çağ’da insan hakları düşüncesi
Orta Çağ’da ise bireyin devlet karşısında güçlü kılınmasını ve devletin sınırlandırılmasını sağlayan iki önemli gelişme vardır. Bunlar Hristiyanlık ve feodalizmdir. Hristiyanlık, her insanın Tanrı’nın bir benzeri olduğu görüşünden yola çıkarak, her bir insanın yüksek bir haysiyet taşıdığını belirtmiştir. Böylelikle devlet karşısında bireyi önemsizleştiren Eski Çağ düşüncesinden uzaklaşmıştır.
Feodalizm; insanlar arasında katı bir hiyerarşik yapılanma öngören ve tarımsal üretime dayanan bir sistemdir. Feodalizmde, merkezi olarak örgütlenmiş bir devlet yoktur; büyük toprak sahipleri yerel düzeyde bir çeşit hükûmet görevini yerine getirirler.
Feodalizm güçlü bir merkezi devletin olmadığı, yerel örgütlenmelerin hakim olduğu bir toplumsal ve siyasal örgütlenmedir. Böyle bir yapı içerisinde ise mutlak ve sınırsız iktidar mümkün değildir. Kimsenin tam egemen olmadığı, herkesin birbirine sözleşmelerle bağlı olduğu bu sistem daha sonraki dönemlerde “anayasal hükümet” anlayışına zemin hazırlamıştır.
Orta Çağ’ın en önemli düşünürlerinden biri St. Thomas Aquinas’tır. “Orta Çağ’ın Aristosu” olarak da adlandırılmaktadır. St. Acquinas’ın köleliği doğal kabul etmek, Kilise’nin otoritesini her şeyin üstünde tutmak gibi insan haklarıyla bağdaşmayacak düşünceleri bulunmakla birlikte St. Aquinas iktidarın kaynağının halkta olması gerektiğini belirterek ve direnme hakkının teorisini yaparak modern demokratik fikirlere kapı aralamıştır. Ona göre bir yönetimin meşruluğu iki şeye dayanmaktadır; yönetimin adalete uygun olarak ele geçirilmiş olması ve adalete uygun olarak ele geçirilen iktidarın toplumsal çıkarlara uygun olarak kullanılması.
Bir diğer Orta Çağ düşünürü olan Padovalı Marsilius Barışın Koruyucusu adlı eserini 1324 yılında yazmıştır. Marsilius’a göre devletin amacı insanların iyi yaşayabilmelerini sağlamaktır. Bir yönetimin “iyi” veya “hasta” olduğunu belirleyecek iki kıstas vardır; bir yönetimin yönetilenlerin rızasına dayanıp dayanmadığı ve bir yönetimin ortak çıkarlar için oluşturulmuş yasaya uygun davranıp davranmadığı. Buna göre rızaya ve yasaya dayanan yönetim “iyi-uyumlu”, rızaya ve yasaya dayanmayan bir yönetim ise “kötü-uyumsuz-hastalıklı”dır. Marsilius’un fikirlerinden bazılarına St. Aquinas’ta rastlanmaktadır. Aralarındaki en önemli fark Marsilius’un Kilise’nin otoritesini sert bir şekilde eleştirmesi ve vicdan hürriyetini savunmasıdır.
Yeni Çağ’da insan hakları düşüncesi
Çağdaş insan hakları düşüncesi modern bir olgudur ve en önemli katkı John Locke’undur. Locke doğal haklarla donatılmış birey ve bu hakları korumakla yükümlü bir devlet düşüncesinin teorisini yapmıştır. İnsanların devletten önce eşit ve özgür şekilde doğa durumunda yaşadıklarını belirten Locke’a göre, doğa durumunda insanlar karşılaştıkları suçların cezasını kendileri vermekte idi ve bu da adil değildi ve kaosa yol açmaktaydı. Bunun üzerine eşit haklara ve değere sahip olan insanlar bir araya gelerek bir toplumsal sözleşme yaptılar. Böylece siyasal topluma geçerek, yargılama ve cezalandırma hakkını topluma devrettiler. Toplum yasaları belirleyerek, yasaları uygulayacak iktidarı ortaya koyar ve bu iktidar insanlar arasındaki anlaşmazlıkları yasaya uygun şekilde çözer.
Toplumsal sözleşme; bilinmeyen bir tarihte bireyler arasında yapılan ve örgütlenmiş toplumu ya da devleti ortaya çıkaran gönüllü anlaşmayı ifade eder. Bu kavram, genellikle siyasi toplumun oluşumunu açıklamak üzere teorik bir araç olarak kullanılır. Sosyal sözleşme teorisinin asıl değeri ve önemi, geçmişi açıklamaktan ziyade, geleceğe yön vermeyi amaçlamasıdır.
Locke’un düşüncesi insan ve özgürlük merkezlidir. Devlet insanların eşit ve özgür bireyler olarak yaşamalarını sağlamak için vardır. Locke’a göre devletin amacı, kapsamı ve sınırları insan hakları ile belirlenmiştir. Bu yüzden de oldukça sınırlı bir devlet öngörülmüştür. Locke’un düşünceleri, 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ne, 1787 tarihli Amerikan Anayasası’na, 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ne temel oluşturmuştur. Ayrıca 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi ve 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin de kaynağı Locke’un doğal hukuk anlayışıdır.
İnsan Haklarının Hukuki Gelişim Süreci
Sofistler ve Stoacıların ilk kez dile getirdikleri “insanların doğuştan hak sahibi oldukları” yönündeki düşüncenin ilk ciddi yansıması İngiltere’de 1215 tarihli Magna Carta Libertatium’da (Büyük Özgürlük Şartı) olmuştur. Bu belgenin en önemli özelliği siyasal iktidarı sınırlandırmasıdır. Magna Carta’yı takip eden ve insan hak ve özgürlüklerinin genişletilerek, iktidarın sınırlandırılmasını sağlayan en önemli belgeler şunlardır:
- 1688’de İngiliz Parlamentosu tarafından kabul edilen Haklar Bildirgesi (Bill of Rights)
Bildiri, İngiltere’de Büyük Devrim sonrası kabul edilmiştir. Büyük Devrim:1685’te İngiltere’de tahta oturan II. James, katı mutlakiyetçi bir yapı kurmaya ve İngiltere’yi Katolik bir ülke yapmaya çalıştı. Parlamentonun buna direnmesi üzerine II. James 1688’de İngiltere’den kaçmak zorunda kaldı. Parlamento kendi isteği doğrultusunda bir hükümdar seçti ve bu İngiliz tarihinde bir dönem noktası oldu. “Şanlı Devrim” ve “Kansız Devrim” olarak tarihe geçen bu olaydan sonra kabul edilen Haklar Bildirisi ile hükümdar parlamentonun denetimi altına alındı. Buna göre, parlamentonun onayı olmadan bir hükümdar vergi koyamayacak ve ordu kuramayacaktı. Ayrıca hiçbir Katolik kral olamayacaktı. 1688 Büyük Devrim’i, günümüz İngiliz parlamenter sisteminin temelini oluşturur.
- 1776’da Amerika’da Temsilciler Meclisi’nin kabul ettiği Virginia Haklar Bildirgesi
- 1776’da 13 Amerika Devleti tarafından kabul edilen ve Thomas Jefferson tarafından yazılan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi
- 1789’da Fransız Devrimi’nin eseri olan Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi
Bugün gelinen noktada devletler anayasalar ile insan haklarını garanti altına almaya çalışmaktadır. İnsan haklarının üç düzeyde korunmasından bahsetmek mümkündür: Ulusal, bölgesel ve evrensel düzeyler.
İnsan Haklarının Evrenselliği
İnsan haklarının en önemli niteliklerinden biri evrensel olmasıdır. Bu evrensellik üç argümana dayanmaktadır:
- İnsan haklarının ahlaki evrenselliği
- İnsan haklarının uluslararası normatif evrenselliği
- Evrensel insan haklarının, insan onurunu korumak için özellikle uygun bir mekanizma işlevi görmesi
1960’ların sonlarından itibaren bu hakların evrenselliğine karşı kültürel rölativizm görüşü ortaya çıkmıştır. Kültürel rölativizme (görecelik) göre bir kültürün içinde bulunan ahlaki ve toplumsal farklılıkların, o kültürün dışındaki kişiler tarafından eleştirilemeyeceğini, böyle bir eleştirinin meşru bir temelinin bulunmadığını savunmaktadır. Bu düşünceye göre farklı insan topluluklarının farklı kültürel değerleri vardır ve birtakım evrensel değerleri, bu değerlere yabancı toplulukların beğenmesi beklenemez. İnsan hakları da bu bağlamda düşünülmelidir. Batı kökenli olan bu kavramın diğer toplumlar için geçerli olamayacağını ya da diğer toplumlara bunun dayatılamayacağını savunan bu görüşe karşı iki şekilde yanıt verilebilir:
- İnsan hakları kavramına belli bir kültürün ürünü olarak değil, bugünkü anlamı üzerinden bakmak gerekmektedir.
- Batı merkezli olması insan hakları kavramının evrenselliğine gölge düşürmez. İnsan onuruna dayanan bir düşüncenin bütün kültürlerde geçerliliği vardır ve hangi kültürden doğduğunun çok fazla anlamı yoktur.