Uluslararası Örgütler Dersi 8. Ünite Özet
Hükümet Dışı Uluslararası Örgütler
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Giriş
Hükümet dışı uluslararası örgütler, devletlerin/ kamu gücünün kurduğu ve yürüttüğü kurumların dışında ortaya çıkan uluslararası sivil yapılardır. Siyasal, ekonomik, dinî, kültürel ve toplumsal birçok alanda kâr amacı gütmeden, uluslararası alanda gönüllü faaliyet göstermek üzere kurulan bu yapıları devletlerden ve onların oluşturduğu uluslararası örgütlerden ayırt etmek için “gönüllü kuruluşlar”, “sivil toplum kuruluşları” ve “hükümet dışı kuruluşlar” başta olmak üzere farklı kavramlar kullanılmaktadır.
Hükümet Dışı Uluslararası Örgütlerin Tanımı ve Uluslararası Politikadaki Yeri
BM kurucu antlaşmasının 71. maddesinde hükümet dışı örgütler sadece “sivil toplum kuruluşları” şeklinde ismen geçmektedir. Antlaşma, BM’nin ana organlarından olan Ekonomik ve Sosyal Konseyin “uluslararası kamuoyu”yla istişare hâlinde çalışması amacı bağlamında yapılan bu gönderme dışında herhangi bir açıklama getirmemiş, bir tanım yapma yoluna gitmemiştir.
BM Genel Kurulunun 1996/31 sayılı kararına göre, BM’de danışmanlık statüsü elde etmek isteyen hükümet dışı örgütlerin BM amaç ve ilkelerine uygun hareket etmesi, faaliyet alanında genel kabul görmüş ve temsil niteliğini haiz olması, merkezi ve temsilcisi bulunması yani kurumsal varlık ve süreklilik arz etmesi ve devletler/hükümetler arası bir anlaşmayla kurulmamış olması gibi özellikler taşıması gerekmektedir.
Benzer şekilde, Avrupa Konseyi (AK) de 1986’da hazırladığı ve aslında sadece 10 devletin iç hukuklarında etki kazandırmak üzere taraf olduğu 24 Sayılı Sözleşme’de çeşitli ölçütlerden bahsetmiştir. BM’dekine benzer bir mantıkla Sözleşme şartlarının uygulanacağı hükümet dışı örgütleri işaret ederken yani AK açısından ve AK platformunda geçerli olacak şekilde sıralanan ölçütlere göre, kâr amacı gütmeme/gönüllülük, uluslararası yarar gütme, taraf bir devlet iç hukukuna uygun kurulma, en az iki devlette faaliyet gösterme ve taraf devletlerden birinde merkezî olma ölçütlerinin karşılanması gerekmektedir.
AK, bunun dışında, 2001-2002 döneminde de çeşitli resmî çalışmalar yapmış ve çeşitli “temel ilkeler” belirlemiştir. Bu çerçevede örneğin, siyasi partilerin kapsam dışı olduğu belirtilmiş, tüzel kişiliğin şart olmadığı vurgulanmış ve faaliyetlerden elde edilen kazancın yine faaliyetlerde kullanılabileceği ama üyelere dağıtılamayacağı not edilmiştir.
BM ve AK’nin söz konusu kararları, hükümet dışı uluslararası örgütlerin faaliyetlerine resmiyet, meşruiyet ve tanınırlık kazandırmaktadır. Öte yandan, devletler ve devletlerarası uluslararası örgütler de kendi etki alanlarındaki faaliyet sahasına katılacak hükümet dışı örgütleri tanımlamak, sınırlamak ve akredite etmek için bu tanımlama girişimlerini desteklemiştir.
Hükümet dışı örgütleri tanımlamak için en sık başvurulan ölçütler arasında, “kâr amacı gütmeme/ gönüllülük” ve “uluslararası (toplumsal) yarar gütme” bulunmaktadır.
Kâr amacı gütmeme/gönüllülük ölçütüne göre, bir oluşumun hükümet dışı örgüt olabilmesi için özel/ticari şirketlerden farklı olarak faaliyetlerini herhangi bir maddi beklenti olmadan yürütmesi gerekmektedir. Burada vurgu yapılan, üyelere/çalışanlara “kâr payı dağıtmamalarıdır.
Kâr amacı gütmeme/gönüllülük ölçütü konusunda kimisi oldukça ciddi bazı eleştiriler getirilmektedir. Bir görüşe göre, hükümet dışı örgütlerin özellikle vakıflardan, şirketlerden ve hatta resmî organlardan aldıkları bağışlar üzerine dikkatlice düşünmek gerekmektedir. Zira özellikle insan hakları ve çevre sorunları gibi konularda alınacak tavırlarda bir çıkar çatışması anlamına gelebilecek ve ilgili oluşumun ekonomik, siyasi ve ideolojik duruşunu etkileyebilecek bu tür katkıların daha tanım aşamasından başlayarak bir “sorun” potansiyeli taşıdığı dile getirilmektedir.
Yine, özellikle adil ticaret (fair trade) olarak bilinen ve ürünlerin üreticiden doğrudan tüketiciye ulaştırılması anlamına gelen alanda faaliyet gösteren kuruluşlarla yardım kuruluşlarının “ister istemez” bir ekonomik faaliyette bulundukları ve çalıştırılan (sınırlı sayıda da olsa) profesyonel personelin ücretleri dâhil kimi sabit/rutin giderlerin bu yolla elde edilen gelirlerden ödendiği yönünde itirazlar da yapılmaktadır.
Tüm bunları ilgilendirir bir şekilde getirilen genel bir eleştiriyse, en genel anlamıyla hükümet dışı örgütlerin faaliyetlerinin ve faaliyet gösterdikleri alanların ekonomik büyüklüklerinin bu alanı neredeyse bir “sektör” olarak adlandırmaya zemin teşkil eder boyutlara ulaştığı yönündedir. Ekonomik değişkenlerin bu kadar merkezî bir konumda olduğu faaliyetler sahasını gönüllülük/kâr amacı gütmeme ilkesi/ölçütü üzerinden tanımlamanın artık neredeyse olanaksız olduğu vurgulanmaktadır.
Uluslararası (toplumsal) yarar gütme ölçütü: Tüm “uluslararası toplum”un ve özellikle de geleneksel olarak devletler arası ilişkiler alanının birçok açıdan dışarıda bıraktığı toplumlar arası ve ötesi örgütlenmeleri ve insanların genel yararını gütme şeklinde tanımlanabilecek bu ölçüt, beraberinde birçok tartışmayı da getirmektedir. Kavramda yer alan her bir kelime (örneğin, “toplum”, “uluslararası toplum” ve “(genel) yarar”) tartışmaya açıktır. Kimi oluşumların sadece bu ölçüt üzerinden “hükümet dışı örgüt” olmadığını ya da olduğunu ileri süren ya da bu anlamda çeşitli sınıflandırmalar yapan oldukça ciddi tartışmalar ve görüşler bulunmaktadır.
Aslında toplumsal her konuda olduğu gibi bu konuda da ulaşılacak yargılar ve bu yolda benimsenecek her türlü ölçüt, her durumda “subjektif” olmaya mahkûmdur. Zira “insanlık”, “toplum”, “toplumsal fayda” gibi kavramlar birçok değişkene göre içeriği farklı doldurulabilecek kavramlardır. Hem bu sadece genelin/çoğunluğun “toplumsal yarar” olarak tanımladığı ama belli bir öncelik/önem sırasına koyduğu konular için söz konusu değildir; genelin/çoğunluğun bırakın “toplumsal yarar” olarak görmeyi “toplumsal zarar” hatta “organize suç” olarak kodladığı konular bile taşıyıcıları tarafından pekâlâ “toplumsal yarar” olarak nitelenebilmektedir.
Öte yandan, eğer vurgulanmak istenen “daha geniş toplumsal kesimlerin çıkarını ve/veya yararını gözetmek” ise bu durumda da tartışmanın ekseni kaymakla birlikte sorunlar bitmemektedir. Nitekim ilgili kuruluşların kendilerinin ve gönüllülerinin iyi niyeti veri olarak kabul edilse bile ortada tartışmaya değer başka ilgili sorunlar bulunmaktadır. Birincisi, kendi bağlamlarında daha derin eleştirileri hak etmekle birlikte “resmî” kuruluşlar ve özellikle de siyasi oluşumlar nihayetinde bir dışsal/kamusal hesap verme mekanizmasına tâbidir. Ayrıca, kimi eleştiriler de hükümet dışı örgütlerin tümüyle değilse de yabancılaşma, kendisi için var olma ve büyüme gibi konularda eleştirdikleri resmî-kamusal yapılanmalara benzeme riski taşıdığına dikkat çekmektedir.
Hükümet dışı örgütlerin sonuç alma kapasitesi açısından değerlendirilmesi gerektiği yönünde görüşler de yaygındır. Buna göre, esas mesele bu tür örgütlerin ilgilendikleri, yoğunlaştıkları alanlar ve bu bağlamda gerek somut değişiklik sağlama gerekse toplumsal farkındalık/bilinç yaratma anlamındaki etkileri ve etkileme kapasiteleridir. Yukarıda ele alınan ve genellikle liberal-demokratik sistem/yapı içi eleştiriler şeklinde nitelenebilecek eleştirilerden farklı bir çıkış noktası olan bu yaklaşımlara göre, hükümet dışı örgütlerin genel/yapısal/sistemik sorunları da bulunmaktadır.
Uluslararası ilişkiler, genelde devletler ve özelikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de yoğun şekilde devletler tarafından kendi aralarında kurulan uluslararası örgütler aracılığıyla yürütülmektedir. Bu durum, özellikle bağlayıcı kararlar alma ve bunları uygulama anlamında geçerlidir. Öte yandan, devletlerin ve uluslararası örgütlerin yapmadığı, yapamadığı ya da yetişemediği alanlarda faaliyet gösterme amacıyla yola çıkan ve/veya kendilerini böyle tanımlayan hükümet dışı kuruluşların da zamanla bu sisteme bir şekilde dâhil olmaya başladığını görmekteyiz. Gerçekten de özellikle insan hakları ve çevre sorunları konusunda faaliyet gösteren birçok hükümet dışı örgütün başta Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Afrika Birliği, Amerikan Devletler Örgütü, İslam İşbirliği Örgütü, Arap Birliği vb. birçok uluslararası örgütte daimi ya da ad hoc danışmanlık hatta gözlemci statüsü elde ettiğini görmekteyiz.
Gerçekten de hükümet dışı uluslararası örgütlerin uluslararası politikada oynadığı rol, en ciddi muhaliflerinin bile göz ardı edemeyeceği, görmezden gelemeyeceği önemli bir gelişmedir. Bu açıdan bakıldığında, hükümet dışı örgütler uluslararası politikanın bir gerçeğidir. Bu nedenle “uluslararası ilişkiler” kavramı da yerini “dünya politikası”, “küresel politika” gibi kavramlara bırakmaktadır. Bunun en azından aktör çeşitliliği ve bunun getireceği disipliner açılımlarla birlikte söz konusu sahanın dönüşmesine -tüm olumlu ve olumsuz etkileriyle- çoktan kapıyı araladığı rahatlıkla söylenebilir.
Uluslararası Af Örgütü
28 Mayıs 1961’de The Observer’da Peter Benenson imzasıyla yayınlanan “The Forgotten Prisoners” makalesiyle başladığı kabul edilen bir süreçle kurulan Uluslararası Af Örgütü (UAÖ) (Amnesty International), bugün hem ulaştığı kapsama alanı, hem etkinliği hem de tanınırlığı ve bilinirliği açısından en önde gelen hükümet dışı uluslararası örgütlerdendir.
Genel olarak insan hakları alanında faaliyet gösteren UAÖ, söz konusu makalenin adından da anlaşılacağı üzere, ilkin fikir, düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında kovuşturmaya uğrayan ve özgürlüğü kısıtlananların haklarını savunmak amacıyla yola çıktı. “Fikir suçluları”nın mahkûmiyetlerinin son bulması ve serbest bırakılmaları yönünde ilerletilen kampanyalarla elde edilen başarılar ve artan destekle de zamanla diğer insan hakları ihlalleriyle de ilgilenme şeklinde sürdürüldü.
UAÖ günümüzde kendi temel misyonunu şöyle açıklamaktadır:
- Kadınların, çocukların, azınlıkların ve yerel halkların hakları,
- İşkenceye son verme,
- İdam cezasının kaldırılması,
- Fikir mahkûmlarının, sığınmacıların ve göçmenlerin sorunları ve hakları,
- Siyasi suçluların hakları,
- İnsan onurunun korunması.
1977’de Nobel Barış Ödülü, 1978’de de BM İnsan Hakları Ödülü alan UAÖ, genel olarak da en etkin, bilinen ve saygın hükümet dışı kuruluşlar arasında sayılmaktadır. Ayrıca çeşitli uluslararası örgütler, resmî konferanslar gibi platformlarda danışmanlık/gözlemci statüsü de elde etmiş durumdadır.
Örgütlenme
Her hükümet dışı örgütte olduğu gibi resmî yapılanmalardan farklı olarak görece esnek ve yatay olarak örgütlenen UAÖ’nün en üst düzey yönetim organı, Uluslararası Konsey’dir. Örgütün merkezînin bulunduğu Londra’da faaliyet gösteren ve şubelerin ve alt-birimlerin üyeleri oranında önerdiği adaylardan oluşan Uluslararası Konsey’de örgüt dışından da katılımcılar yer alabilmekte, ancak oy verme hakkı sadece UAÖ üyelerine ait sayılmaktadır. İki yılda bir toplanan Konsey, hem genel siyasayı ve politikaları belirlemekte hem de bir anlamda iç denetim yapmaktadır.
Bunun dışında, Uluslararası Konsey tarafından seçilen 8 üye ve Mali İşler Sorumlusu’ndan oluşan ve yılda bir kez toplanan Uluslararası Yürütme Komitesi de bulunmaktadır. Komite’nin ana amacı, tüm faaliyetlerin UAÖ’nün statüsüne, ilkelerine ve Uluslararası Konsey tarafından belirlenen genel politikalara uygun bir şekilde yürütülmesini gözetlemek, denetlemek ve sağlamak olarak belirlenmiştir.
Resmî İnternet sayfalarındaki bilgilere göre 150’nin üzerinde ülkeden yaklaşık 7 milyon gönüllüsü, destekçisi ve abonesi olan UAÖ’nün, 70’den fazla ülkede de büroları bulunmaktadır. Üye sayılarına ve büyüklüklerine göre 52’si şube (section), “şube olma yolundaki” diğerleri de yapı (structure) olarak anılan bu büroların her biri, UAÖ’nün statüsü, temel ilkeleri, amaçları ve hedefleri doğrultusunda çalışmak üzere kendi özerk örgütlenmesini yapabilmektedir. UAÖ çatısı altında 2017 itibariyle 159 ülke için yıllık raporlar yayınlamaktadır.
Ülke Kuralı
UAÖ’nün kendisini benzer birçok hükümet dışı örgütten de ayıran en önemli çalışma ilkesi, “ülke kuralı”dır (Work on Own Country Rule - WOOC). Bu kurala göre, örgüt temsilcilikleri bulundukları ülkede hak ihlaline uğrayanlarla ilgili raporlama yapamamaktadır. İnsan hakları mücadelesinin “millî” değil “uluslararası” bir sorumluluk olduğundan hareketle getirilen ve idam cezası ve göçmenlerin durumu konusunda istisnası olan bu kuralın iki temel amacı olduğu söylenmektedir: Yürütülen faaliyetlerin tarafsızlığını teminat altına almak ya da bu manada örgüt içine ve/veya dışına teminat vermek ve üyelerle gönüllü-profesyonel tüm çalışanların herhangi bir baskı olmadan çalışmasını garanti altına almak.
Uluslararası Af Örgütü’ne Yönelik Eleştiriler
Genel olarak hükümet dışı örgütlere yöneltilen eleştiriler bir yana, UAÖ’ye çeşitli devletlerden gelen eleştiriler bulunmaktadır. “Batılı” devletlerin sol/sosyalist/Marksist kökenleri olduğu gerekçesine dayanan itirazları, UAÖ’nün ABD ve İsrail başta olmak üzere Batılı devletlerin dış politika uygulamalarına, askeri-sivil müdahalelerine ve bu bağlamda ortaya çıkan insan hakları ihlallerine oransal olarak daha fazla eğildiği iddiasında yoğunlaşmaktadır.
UAÖ’nün Batılı devletlerin ve özellikle de ABD ile İngiltere’nin dış politika önceliklerine ve uygulamalarına paralel hareket ettiği ve insan hakları ihlalleriyle ilgili çalışmalarını bu çerçevede belirlediği yönünde eleştiriler de getirilmektedir. Buna göre, Batı’da hem de tam üçüncü dünya bağımsızlaşırken ortaya çıkan, merkezî Batı’da olan, bağışçılarının önemli bir kısmı Batılı olan ve Batılı devletlerle yakın çalışmalar yapan UAÖ’nün başka türlü değerlendirilmesi de mümkün değildir.
“Batı”ya bakış/yaklaşım konusunda getirilen bu iki-yanlı eleştiriler bir yana, bazı devletler de UAÖ’yü “güvenlikinsan hakları dengesi”ni iyi okuyamamakla eleştirmektedir. Buna göre, devletlerin vatandaşlarının haklarını korumak için gerekli önlemleri alma görevinin olduğu ve bunun da insan hakları anlayışının bir parçası olduğu görmezden gelinmekte ve “dengesiz” ve “gerçekçi olmayan” eleştiriler yapılmaktadır.
Yine bazı devletler de insan haklarına ve insan hakları örgütlerine genel yaklaşımları çerçevesinde evrensel insan hakları kategorileri konusunda itirazlar dile getirmekte ve kültürel/yerel değerlere ve anlayışlara dikkat edilmediği eleştirisini yapmaktadır. Her ne kadar genelde “Doğu” daha doğrusu “Batılı olmayan” devletlere atıfla anlaşılsa daha doğrusu kodlansa da, bu yaklaşıma aslında “Batı” içinde de rastlanabilmektedir. Bu bağlamda özellikle de Katolik Kilisesi ve Vatikan’ın sıkça gündeme getirdiği kürtaj, eşcinsellik vb. konularda insan hakları söyleminin içi boş evrensel değerler olarak dayatıldığı yönündeki eleştirilere dikkat çekilebilir.
Yukarıda değinilen açık-kapalı toplum temalı eleştirilerden farklı olarak mevcut koşulları, yani “terörle mücadele sırasında hukuk-devleti anlayışı çerçevesinde kalmak kaydıyla kaçınılmaz olarak başvurulan yöntemleri” anlamamakla ve ifade özgürlüğünü tek taraflı olarak gündeme getiren hoşgörüsüz akımların haklarını savunmakla itham edilen UAÖ’nün eleştiri aldığı bir diğer konu da Filistin sorunu konusundaki tutumu olmuştur. Özellikle 2008-2009 kışında İsrail’in Gazze müdahalesi sonrasında hem İsrail devletinin hem de HAMAS’ın çeşitli uygulamalarını insan hakları perspektifinden eleştiren UAÖ, kimileri açısından saygınlığını bir kere daha ispatlamışken, iki tarafta da kaşların kalkmasına neden olmuştur.
İnsan Hakları İzleme Örgütü
İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch: HRW), 1978’den itibaren kurulan bir dizi insan hakları örgütünün 1988’de tek bir şemsiye altında toplanmasıyla oluşturulmuştur. Helsinki Nihai Senedi’nin 1975’te yayınlanmasını takiben özellikle Doğu Bloku devletlerindeki insan hakları ihlallerini gündeme getirmek, bu devletlerin Helsinki’de uzlaşılan ilke ve kurallara ne ölçüde uyduğunu izlemek ve bu çerçevede onlar üzerinde siyasi baskı oluşturmak amacıyla 1978’de kurulan Helsinki Watch, örgütün ilk nüvesini oluşturmaktadır. Bölgelerindeki insan hakları uygulamalarını izlemek için 1981’de kurulan Americas Watch, 1985’te kurulan Asia Watch, 1988’de kurulan Africa Watch ve 1989’da kurulan Middle East Watch, örgütün diğer temel bileşenlerini oluşturmaktadır. Tıpkı UAÖ gibi, HRW’nin de BM, Avrupa Birliği, Afrika Birliği gibi hükümetler arası örgütlerle ve malî kuruluşlarla kurumsal ilişkileri bulunmakta ve bu örgütlerle yakın işbirliği hâlinde çalışabilmektedir.
HRW, biraz da bu durumun sonucu olarak, faaliyetlerini genellikle raporlama, bu kapsamda yapılan inceleme/araştırma ziyaretleri ve ulaşılan sonuçların duyurulması şeklinde yürütmektedir. Raporlarını genellikle konu-odaklı olmaktan ziyade insan hakları sorunlarının cereyan ettiği geniş tarihsel-sosyal arka planı da irdeleyen kapsamlı uzun metinler hâlinde kaleme alan HRW, bir anlamda insan hakları analizinden ziyade merkezîne insan hakları ihlallerini alan geniş ülke analizleri şeklinde raporlar yayınlamaktadır.
Her yıl bir de İnsan Hakları Savunucusu Ödülü veren HRW, insan hakları örgütlerinin çalıştığı genel insan hakları konularının yanı sıra çocuk askerlerin durumu, kara mayınlarının ve misket bombalarının yasaklanması, sansürün önlenmesi vb. konularda yaptığı çalışmaları da özellikle vurgulamaktadır.
İnsan Hakları İzleme Örgütü’ne Yönelik Eleştiriler
HRW, en başta UAÖ için getirilen eleştirilerin benzerleriyle karşılaşmaktadır. Hazırladığı ülke raporlarıyla getirdiği eleştiriler seçici, ideolojik, taraflı vs. bulunan Batılı devletler tarafından kendilerine karşı daha acımasız davranıldığı şeklinde eleştirilirken, diğer devletler tarafından da Batıcı, İsrail yanlısı ve Batılı lobilerin etkisinde olan bir yapılanma olarak nitelenebilmektedir. Gerçekten de, bu anlamda getirilen farklı eleştirilere bakıldığında, HRW bir yandan İsrail karşıtı, ABD karşıtı vs. bulunurken diğer yandan da Çin karşıtı, Venezüella karşıtı ya da İsrail yanlısı ve ABD yanlısı da bulunabilmektedir.
HRW, çalışma ve örgütlenme yöntemi bağlamında eleştirilerle de karşılaşmaktadır. Saha çalışmasından ziyade izleme ve raporlamaya ağırlık vermesi, yani bir anlamda “masa başı” çalışmasının HRW’nin çalışmalarının sağlıklı olmasını engellediği yaygın olarak vurgulanmaktadır. Buna göre, HRW, doğrudan sosyolojik gözlem ve sahada bilgi toplama ve izleme yöntemlerinden ziyade aktivistler, uzmanlar, siyasetçiler, medya, resmî haber kanalları vb. “ikincil” kaynaklar kullanmakta, bu da bulgu, tespit ve önerilerinin sahada olanı her zaman ve tüm yönleriyle yansıtamaması gibi bir riski doğurmaktadır.
HRW’ye yönelik bir diğer eleştiriyse aldığı bağışlar ve odaklandığı konular bağlamında karşımıza çıkmaktadır. Buna göre, maddi kaynaklarını bireysel bağışlardan ziyade yoğunlukla büyük bağışçılardan elde eden HRW, sansasyon yaratacak ya da en azından medyada yer alacak konulara yoğunlaşmakta ve raporlarını da bu amaç/öncelik doğrultusunda kaleme almaktadır.
Her zaman eleştiri konusu olan Ford, Rockefeller gibi vakıflar bir yana, 2010’da yaptığı bağış açıklamasıyla HRW’nin “tarihindeki en büyük bağışçı” olarak anılmaya başlayan ve HRW’yi “açık toplum”un merkezî olarak tanımlayan George Soros’un HRW’ye “ilgisi” ciddi bir eleştiri noktası teşkil etmektedir. Kimileri tarafından HRW’nin avantajı olarak görülse de, ABD’de vergi muafiyetine sahip olması da ciddi bir eleştiri noktası olarak görülmektedir. Tüm bu eleştirilerin dikkat çekmeye çalıştığı konuysa açıktır: Sorun, bağış alınmasından ziyade bağış kaynaklarının çalışma alanına olası/kaçınılmaz etkisidir.
Yeşil Barış
Kalkınma-sanayileşme-çevre denkleminin ve aslında mevcut kalkınma/sanayileşme politikalarıyla yöntemlerinin yoğunlukla tartışılmaya başlandığı 1960’ların sonu ve 1970’lerin başı, çevre hareketlerinin de doğmaya başladığı döneme tekabül etmektedir. Bir yandan üçüncü dünyanın kalkınma programlarının çevre ya da siyasi-ekonomik dengeler açısından yarattığı tedirginlik ve/veya arayışlar, diğer yandan da 68 hareketi başta olmak üzere Batı içinde mevcut kalkınma stratejilerinin ve örneğin nükleer denemelerin yol açtığı çevre tahribatına karşı artan itirazlar, kabaca çevreci diyebileceğimiz yeni anlayışları gündeme getirmiştir. Özellikle 1972’de BM tarafından ilan edilen Stockholm Deklarasyonu, uluslararası çevre politikaları ve kuralları açısından da bir dönüm noktası teşkil etmektedir.
İşte bu süreçte ilk elde Vencouver’da (Kanada) düzenlenen nükleer-karşıtı eylemlerle olgunlaşan yapılanma, ismini ABD’nin Alaska’da yapacağı nükleer denemeye itirazi tanıklık etme yolculuğu için kiralanan ve adı Greenpaece olarak değiştirilen gemiden almaktadır. Farklı ülke ve kıtalarda aynı isim altında faaliyet gösteren çevreci oluşumlar, 14 Ekim 1979’da Amsterdam merkezli Greenpeace International’ın oluşmasıyla çok kısa sürede küresel çapta faaliyet göstermeye başlamıştır. Zehirli ve kimyasal atıklar, balina avcılığı, deniz canlılarının korunması, okyanuslar, yağmur ormanları ve habitat, biyolojik çeşitlilik, sürdürülebilir tarım, temiz enerji, iklim değişikliği, nükleer kirlilik ve silahsızlanma, genetiği değiştirilmiş organizmalar vb. konular dâhil her türlü çevresel sorun, örgütün zamanla genişleyen ajandasında yer almaktadır.
Bağımsızlığını korumak için hükümetlerden, şirketlerden, siyasi partilerden ve uluslararası örgütlerden maddi destek ya da bağış almayan örgüt, çoğu Avrupa’dan gelen bireysel bağışların yanı sıra vakıflar ve benzeri kuruluşlardan da Greenpeace’in amaç ve ilkelerine aykırı karşı-koşullar ileri sürülmemesi kaydıyla destek almaktadır.
Yeşil Barış’a Yönelik Eleştiriler
Özellikle eylemlerle isimlerinin (marka değerlerinin) zarar görmesini istemeyen şirketlerin Greenpeace’e yüklü miktarlarda bağışlar yaptığı gibi spekülatif kimi eleştiriler bir yana, örgütün profesyonel çalışanlarının maaşları vb. harcamaların çok ciddi miktarlarda olduğu yönünde itirazlar sıklıkla dile gelmektedir. Öte yandan, örgüt çalışanlarının özellikle çevresel tahribatlarına dikkat çekilen çokuluslu şirketler tarafından çeşitli baskı yöntemleriyle sindirilmeye çalışıldığı ve hatta tehdit edildiği de ileri sürülmekte, hatta bilinmektedir. Ancak, Greenpeace’in “karar alma sürecine dahil olarak şirket politikalarını yönlendirme” amaçlı olduğunu açıkladığı Shell petrol şirketinin küçük de olsa bazı hisselerini satın alma “eylem”i gibi girişimleri de ciddi tartışmalar yaratmıştır.
Birçok hükümet dışı örgüt için olduğu gibi, Greenpeace için de hem Batılı/sanayileşmiş hem de sanayileşmemiş devletlerden eleştiriler gelmektedir. Birinci grup, örgütün özellikle küresel çevresel sorunlar bağlamındaki eleştirilerini ve çözüm konusundaki taleplerini temelde Batılı devletlere yönelttiğini ileri sürürken, ikinci grup ise çevresel duyarlılıkların “aynı yöntemlerle sanayileşme sırası kendilerine gelmişken” gündeme getirilmesinin Batı’nın bir oyunu olduğunu düşünmektedir. Öte yandan, devletlerin dış politika öncelikleriyle Greenpeace gibi çevreci örgütlerinin hassasiyetlerinin örtüşmesi durumunda tezlerin tam tersi istikamette olabildiği de görülmektedir.
Greenpeace’in en önemli eylem biçimi, “tanıklık etme” olarak adlandırılmaktadır. Buna göre, aktif bir eylem tarzından ziyade itiraz edilen, dikkat çekilmek istenen uygulamaların olduğu mekânlarda genelde sadece hazır bulunarak ve/ veya pasif direniş yöntemleriyle konunun gündeme gelmesi ve tartışılması amaçlanmaktadır.
Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Federasyonu
Her ne kadar hükümet dışı uluslararası örgütler kategorisinde değerlendirilmesi kaçınılmazsa da Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Federasyonu aslında kendine has bir yapıdır. Zira Kızılhaç, Kızılay vb. dernek ve yapılanmalar tarihsel olarak ulusal düzlemde ve genelde de özel bir ulusal statüye sahip olacak şekilde kurulmuştur. Günümüzde de büyük ölçüde geçerli olan bu yapılanma, her biri aslında bağımsız birer “ulusal” yapının bir araya gelmesiyle oluşmaktadır.
“Uluslararası Kızılay ve Kızılhaç Hareketi” şeklinde genel bir tanımlamaya da konu olan ve çatı bir örgüt altında da birleşmiş olan tüm bu ulusal ve uluslararası yapıların bir şekilde bir arada anılmasının asıl sebebiyse, amaçları, ilkeleri, çalışma alanları ve statüleri arasındaki paralelliktir. Bu bağlamda özellikle çatışma, afet vb. bölgelerde taşınan kimi semboller üzerinden ortak ayrıcalıklara sahiptirler. Gerçekten de, bugün Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Federasyonu (International Federation of Red Cross and Red Crescent Societies: IFRC) çatısı altında hareket eden tüm yapıların özellikle de insancıl hukukun temel belgeleri olan 1949 Cenevre Sözleşmeleri ve ekli protokolleriyle belirlenen semboller ve statülerle çatışma alanında kimi ayrıcalık ve hatta dokunulmazlıkları vardır. Afet bölgelerine acil yardım ulaştırmada öncelik, yardım toplama konusunda birçok sivil toplum kuruluşundan farklı kimi hak ve ayrıcalıklar da bu bağlamda gündeme gelen diğer sui generis özelliklerdir.
Kuruluş Süreci ve Örgütlenme
Artık klasikleşmiş anlatıya göre, Kızılhaç olarak anılacak yapının 1863’te kurulmasına giden yol, İtalyan birliğinin sağlanmasıyla sonuçlanacak süreçteki savaşlardan 1859 Solferino Muharebesi’ne tanık olan İsviçreli iş adamı Hanry Dunant’nın savaş alanında yaralıların ve sivillerin durumu karşısındaki “insani” rahatsızlığıyla başlamıştır.
Dunant ve arkadaşlarının Yaralılara Yardım için Uluslararası Komite (International Committee for Relief to the Wounded) adını verdikleri sivil yapılanma, İsviçre bayrağının ters yüz edilmiş şekli olan sembolleri nedeniyle “Kızılhaç” olarak anılmaya başlamıştır. Önayak oldukları ve İsviçre hükümetinin de desteğiyle toplanan devletlerarası konferansta yaralıların durumunu ele alan ilk Cenevre Sözleşmesi’nin (1864) imzalanmasıyla yapının uluslararası etkisi artmıştır.
Federasyon, büyük ölçüde özerk/bağımsız ulusal sivil toplum örgütleri/dernekler şeklinde örgütlenmiş yapılardan (national societies) oluşan bir uluslararası çatı örgütüdür. Öyle ki, bu çatı yapılanmanın en yaygın bilinen parçalarından olan Uluslararası Kızılhaç Komitesi (International Committee of the Red Cross: ICRC) de aslında uluslararası bir örgüt değildir; bir İsviçre kuruluşudur. “Uluslararası” nitelemesini benimsediği amaçlardan ve faaliyetlerden alan yapının 100’e yakın ülkede temsilciliği ve dünyanın neredeyse her yerinden bağışçısı ve gönüllüsü bulunmaktadır.
Eleştiriler
Bu kapsamdaki yapılara yöneltilen en ciddi eleştirilerin başında, “yardım” sürecinde kimi dinî, siyasi, kültürel ve ideolojik kötüye kullanmalarının önüne geçme konusunda yeterli özenin her zaman gösterilmediği gelmektedir.
Bir diğer eleştiriyse, Kızılhaç ve Kızılay yapılarının kimi bölgesel sorunlarda ve özellikle de uluslararasılaşmış iç çatışmalarda bağışçı ve destekçi ülke/devlet politikalarından bağımsız hareket etme konusunda her zaman çok özenli olmadığıdır. Yardım ekiplerinin içine resmî/askeri unsurların “sızması”na karşı yeterli önlemlerin alınmadığı bu bağlamda en sık tartışılan konudur. Bu gibi iddiaların belki de en önemli sonucuysa iddiaların gerçek olup olmadığından bağımsız olarak örneğin bir iç savaş durumunda “tarafsız” insani yardımı reddetmek isteyen kimi devletlerin Kızılhaç ve Kızılay ekiplerinin ülkesine girmesine bu gibi gerekçelerle izin vermemesine yol açabilmesidir.
Amblem Sorunu
Temel insancıl hukuk metinleri çerçevesinde özellikle çatışma alanında bir anlamda dokunulmazlık sağlayan haklardan yararlanarak faaliyetlerini yürütebilen Kızılhaç ve Kızılay bileşenleriyle ilgili en önemli konulardan biriyse bu varlığı görünür ve mümkün kılan amblemin (sembol/bayrak) belirlenmesi, daha doğrusu tanınması meselesidir.
Federasyon bileşenleri olan ulusal yapıların çatışma alanında kullanmasına uluslararası hukuk çerçevesinde cevaz verilen amblemler, uzun yıllar boyunca Kızılay ve Kızılhaç amblemleri olarak bilinenler olmuştur. Cenevre Sözleşmeleri ve Ekli Protokollerle tanınan bu iki “resmî/tanınmış” ambleme en ciddi itirazlarsa tarihî “Kızıl Aslan ve Güneş” (The Red Lion and Sun) amblemini kullanmak isteyen İran ile “Kızıl Davut Yıldızı”nı (Kızılkalkan: Magen David Adom) kullanmak isteyen İsrail’den gelmiştir. 1979 Devrimi sonrasında 1980’te “Kızıl Aslan ve Güneş” amblemini “Kızılay”la değiştiren İran, eski amblemini kullanma hakkını saklı tuttuğunu ilan etmiştir. İsrail’in uzun süren itirazıysa 2005’te ABD’nin kabule yanaşmayan bileşenlere uyguladığı ekonomik yaptırımların gölgesinde imzalanan ve 2007’de yürürlüğe giren Cenevre Sözleşmeleri’ne III no’lu Ek Protokol ile bir şekilde giderilmiştir. Buna göre, “Kızıl Kristal” (The Red Crystal) olarak adlandırılan seküler/nötr amblemi de kullanmak kaydıyla diğer amblemlerin çatışma alanında aynı hak ve dokunulmazlıklardan yararlanacak şekilde kullanılmasına onay verilmiştir.
Türkiye Kızılayı
11 Haziran 1868 tarihinde “Mecruhin ve Mardayı Askeriyeye İmdat ve Muavenet Cemiyeti (Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti)” adıyla kurulan Kızılay, 1877’de “Osmanlı Hilaliahmer Cemiyeti”, 1923’te “Türkiye Hilaliahmer Cemiyeti”, 1935’te “Türkiye Kızılay Cemiyeti” ve 1947’de de “Türkiye Kızılay Derneği” adını almıştır. “Kızılay” ve “Türk Kızılayı” adlarını da kullanan ve kamu yararına çalışan derneğin statüsü kendine hastır. Kızılay’ın kendine has yapısını/statüsünü belki de en iyi gösteren, tüzüğünün Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe sokulmuş olması ve maddelere geçilmeden önce yer verilen “Varlığı zamanla sınırlı olmayan Türkiye Kızılay Derneği Türkiye Cumhurbaşkanı’nın yüksek himayeleri altındadır” genel hükmüdür. Cenevre Sözleşmeleri gereği çatışma alanlarında tanınan ayrıcalıklardan kaynaklanan uygulamaları yürütme yetkisi de münhasıran tanınan Kızılay, istediği zaman ve şekilde yardım ve bağış toplama yetkisine de sahiptir