Siyasi Düşünceler Tarihi Dersi 2. Ünite Özet
İktidarın Evrenselliğinden Parçalanmış İktidara: Roma Ve Orta Çağ
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Ünite 2: İktidarın Evrenselliğinden Parçalanmış İktidara: Roma ve Orta Çağ
Roma Dünyasında Siyasal Düşünce
Roma, imparatorluğa bir kent devleti olarak başlayan, siyasal düşünceye hukuk anlayışıyla katkıda bulunan ve kent devletinden imparatorluk geçişi içinde siyasal düşüncenin gelişimini anlamak bakımından önemli bir örnektir.
İmparatorluğa adını veren Roma kentinde krallık İÖ 50’da yıkıldıktan sonra, soyluların hâkimiyetinde ve krallık mirasının üzerinde yükselen cumhuriyet rejimi kurulmuştur.
Roma Krallığı kabileler konfederasyonu biçimindeydi. Yurttaşlık hakkına sahip olan üç temel kabile, her kabilede farklı genler bulunmaktaydı, bir de bu haklardan mahkum köleler bulunmaktaydı. Roma’da krallık seçim konusuydu, ve kral, ülkeyi iki meclis ile birlikte yönetirdi. Bu meclislerden birisi kralı da seçen ve yasamayı üstlenen meclis iken, diğeri danışma meclisiydi. Yavaş yavaş soy temelli örgütlenmeden mülkiyet temelli örgütlenmeye geçilmiştir. Krallığın yıkılarak cumhuriyetin kurulmasıyla yeni yönetim halka aitmiş gibi görünse bile baskın olan şey, yeni rejimin karakterinin de soyluluk tarafından biçimlendirilmiş oluşuydu. İÖ II. yüzyılın ortalarına ulaşıldığında Roma artık bir kent devleti olmaktan çıkmıştır. İspanya’dan Batı Anadolu topraklarına kadar uzanan fiilî olarak bir imparatorluk hâline gelmiştir. Bu imparatorluğun temel felsefesi ise savaşmak, yönetmek ve para kazanmaktan ibaretti ki buna da Roma gerçekçiliği adı verilir.
Polybios (İÖ 200-120) Roma’ya savaş esiri olarak götürülmüş Yunanlı bir düşünürdür. Ancak kısa zamanda Roma’nın büyük gücü karşısında Roma’ya hayran kalmış ve bu başarıyı açıklama iddiasıyla İstoriai (Tarihler) adlı yapıtını kaleme almıştır. Devletlerin başarı ya da başarısızlığının, nasıl yönetildiklerine, yani anayasalarına bağlı olduğunu kabul etmiştir. Polybios’un görmediği bir nokta Roma düzenini tehdit eden şeyler yalnızca alt sınıflardan kaynaklanmamaktadır. Bizatihi yönetici sınıfların dinmek bilmez zenginleşme ve iktidar arzuları bu tehditlerin başında yer alır.
Roma’da atlılar sınıfı düzeni tehdit ederken bir yandan da köleleştirilen savaş esirlerinin ayaklanmaları da Roma’yı zor durumda bırakıyordu. Bunlardan en bilineni İÖ 73’te Trakyalı bir gladyatör olan Spartacus’un önderliğinde gerçekleşen ayaklanmadır. Bu çerçevede Roma’yı sürekli istikrarsızlaştıran sorunların başında giderek keskinleşen sınıf mücadelelerinin geldiği açıktır. Bütün bu gelişmelerin en temel sonuçlarından biri Roma siyasal sisteminin giderek askerileşmesi ve cumhuriyetin kurumlarının bozulmasıdır. Bunun tipik örneklerinden ilki aristokrasi yanlısı Sulla yönetimiydi. Sulla İÖ 81’de kendini süresiz olarak diktatör seçtirmeyi başardı. İÖ 70 yılında öldüğünde, arkasında artık monarşi düşüncesine yatkın hâle gelmiş bir Roma bırakmıştı ve dolayısıyla devamı geldi. İÖ 27’de Octavianus’un Augustus adını almasıyla artık Roma siyasal düzeni kesin olarak bir imparatorluğa dönüşmüştü.
Marcus Tullius Cicero (İÖ 106-43) varlıklı atlılar sınıfının mensubu olarak aktif bir siyasetçi ve iyi hatip olmanın yanı sıra, Roma düşüncesinin en önemli isimlerinden biridir. Soyluların ve varsılların desteğiyle önce konsüllük, ardından senatörlük yapmıştır. Birinci Triumvirlik döneminde Selanik’e sürgüne gönderilmiştir. Bu çalkantılı dönemde yanlış siyasal tercihler yapmışsa da İÖ 57’de Sezar Roma’ya dönmesine yine de izin vermiştir. Ama Sezar’ın öldürülmesinin ardından yine bir yanlış yapıp bu cinayeti destekleyince, patlayan iç savaşta Sezar yandaşları zafer kazanınca, Marcus Antonius’un adamlarınca yakalanmış ve başı kesilerek Roma’ya getirilmiş, halka teşhir edilmiştir Cicero’ya göre, toplum insanın içgüdüsünden kaynaklanmaktadır. Ancak içgüdüsel olarak toplumsal bir varlık olan insanlar, bir sonraki aşamada halk hâline gelirler, yani siyasal topluma dönüşürler. Halkın ya da kamunun, bir araya gelmiş yığınlardan temel bir farkı vardır. Cicero’ya göre halk, ortak bir yarar ile uyum hâlinde olan ve hukuksal bağlarla birbirine bağlanmış büyük sayıdaki insan topluluğudur.
Augustus İÖ 27’den itibaren Roma’yı bir imparatorluğa dönüştürmüştü. Augustus’un en büyük başarılarından biri orduyu tümüyle kontrolü altına alması ve askerî bir hazinenin oluşturulmasıyla ordunun doğrudan kendisine bağlanıp sık sık siyasal alana müdahale etmesinin önüne geçilmesidir. Böylece Roma topraklarında iki yüz yıl sürecek bir barış ve istikrar dönemi başlar. Bu döneme Roma Barışı (Pax Romana) denir.
Yurttaşlığın kapsamının genişlemesi
Sınıf farklılıkları ve bu doğrultuda doğan yeni kesimler Roma’yı sürekli istikrarsızlaştırmış, siyasal kurumların yıpranmasına ve cumhuriyeti krize sürüklemesine neden olmuştur.
Cumhuriyetten imparatorluğa uzanan kriz döneminin temel sonuçlarından birisi de Roma siyasal sisteminin giderek askerileşmesi ve cumhuriyetin kurumlarının bozulmasıdır.
Augustus’un Roma’yı imparatorluğa dönüştürmesiyle cumhuriyet sona ermiştir.
Hristiyanlık Tarih Sahnesinde
Roma İmparatorluğunun varlığı Hristiyanlığın evrensel bir din haline gelmesinde en büyük etkendir. Bu din başlangıçta yeni bir Yahudilik biçimi olarak sahneye çıkmıştır; bu nedenle de kavimsel özellikler göstermektedir. Ama Yahudilerin bu dinsel anlayışa karşı şiddetle kaşlı çıkmaları üzerine, yeni inanç Yahudiler dışındaki topluluklara açılmak zorunda kalmış ve bu nedenle kendisini Yahudilikten ayırarak farklı kaynaklardan beslenmiştir. Her yeni din gibi Hristiyanlık da başlangıçta çeşitli baskılarla, aşağılamalarla karşılaşır. Constantinus’un Roma tahtına geçmesiyle, Hristiyanlığın başlangıçta ki zor dönemleri de tamamlanmış olur. Milano Fermanı’nı yayınlayan Constantinus Hristiyanlığı özgürleştirir ve yedi tepe üzerine, kliseler kenti Constantinopolis olarak inşa edilir. I. Theodosius ise 392’de, yeni dini devlet dini yapar ve eski dinleri şiddetle bastırmaya girişir.
Başlangıçta Hristiyanlık, imparatorluk düzenine karışmamayı seçmiştir. Pavlus ile beraber Hristiyanlık Roma’nın siyasal ve toplumsal düzenine dahil olmuş ve bu düzenin getirdiği eşitsizliklere dinsel bir yer hazırlayarak Roma’nın hizmetine girmiştir.
Pavlus: Yahudilerin önde gelen isimlerinden biri olan Pavlus’un o dönemde ki adı Saul’dur. Hristiyanlığı seçtikten sonra inancın yaygınlaşması ve kurumsallaşarak bir şeriat oluşturulması için önemli çalışmalar yapmıştır. Öldürülünceye kadar bu faaliyetlerini sürdürmüştür.
Ortaya çıkan her yeni din gibi, Hristiyanlığın ortaya çıkışında da her koşul altında bir kılıca gereksinimi vardır. Ama aynı kılıç Kilise için de tehdit olabileceğinden, ortada Kilise ile devlet işlerinin nasıl düzenleneceği sorununu beraberinde getirmiştir.
Bu soruna Patristik düşüncenin en büyük ismi kabul edilen Augustinus iki ayrı devlet kurgusuyla yanıt vermeyi denemiştir.
Patristik düşünce: Pavlus’un ardından, Hristiyan öğretisini Antik felsefenin kavramıyla biçimlendirerek sistemli bir dünya görüşü ortaya koymak amacıyla kilisenin o dönemdeki ileri gelenlerinin, daha sonra Roma Kilisesi tarafından aziz sayılmış olanların düşünsel girişimlerinin tümüne verilen addır.
İktidarın Parçalanması: Orta Çağın Doğuşu
Yeni bir çağ olan Orta Çağın başlangıcı, Batı Roma İmparatorluğunun yıkılışıyla kabul edilir.
Orta Çağı belirleyen temel özellikleri iktisadi ve kültürel düzeyde ele alabiliriz.
- İktisadi düzeyde feodalite
- Siyasal düzeyde merkezî iktidarın yokluğu ya da yerel iktidarın öne çıkması
- Kültürel düzeyde Hristiyanlığın kurumsallaşması
Doğu Roma İmparatorluğu, Batı Roma’nın yıkılışıyla birlikte kendisini Batı Roma’nın varisi ilan eder. Özerkliğini Constantinopolis’e karşı savunmak zorunluluğuyla karşı karşıya kalan Roma Kilisesi çözüm arayışlarına yönelmiştir. Kilisenin yeni arayışlara yönelmesinin nedeni, Doğu Roma İmparatoru’nun hem kutsal otoriteyi, hem dünyevi iktidarı kendi kişiliğinde, imparatorluk makamında temsil etme savından kaynaklanmaktadır. Gelasius ise tam da buna karşı çıkıyor ve iki ayrı iktidarın varlığını işaret ediyor; auctoritas ve potestas ayrımı üzerinden Kilise’nin devlet karşısında özerkliğini savunuyordu.
Feodaliteyi niteleyen en önemli şeylerin başında gerek soya gerek tabakalara dayalı yükümlülükler sisteminin katı bir biçimde uygulanması gelirken, bir diğer unsur küçük iktidarlar topluluğunun varlığıdır; özellikle devletin güvenlik ihtiyacını karşılayamaması küçük iktidarları “büyütmüştür,” yani yaygınlaştırmıştır. Bu bakımdan feodalite, iktidarın yokluğu değil, “çokluğudur”. Roma İmparatorluğu’nun yıkılışında önemli bir rol üstlenen Cermen krallıkları ve merkezî bir güç olan Roma Kilisesi, Batı Roma’nın yıkılışıyla, “Yeni Avrupa”yı şekillendiren iki önemli etkendir.
Feodal döneme rengini kazandıran feodal üretim tarzının temelini manoryal örgütlenme adı verilen, özel bir tür köy örgütlenmesi oluşturur. Bu özel örgütlenmenin en tepesinde manor lordu ya da senyör denilen feodal bir bey yer alır. Toprağı terk etmesi hukuken kesinlikle yasak olan köylüler ya da serflerin, gerek kendilerine tahsis edilmiş olan küçük ölçekli topraklarından elde ettikleri ürünün büyük bir bölümü ve gerekse manor topraklarının belirli bir kısmındaki (demesne, efendi toprağı) karşılıksız emeklerinin (angarya) ürünleri hep bu beye gider. Kilise feodal dönemde, Batı Avrupa’nın en önemli kurumu ve en büyük toprak sahibiydi. Ancak Kilise’nin dünyevi iktidar üzerindeki üstünlük iddiası asıl, 1073’te Papa VII. Gregorius ile somutlaşmaya başlar.
Devlet Karşısında Kilise
Dünyevi iktidarla dinsel iktidar arasındaki farklılığı ortadan kaldırma çabası içinde olan Kilise, plenitudo potestatis savını ileri sürmektedir. Kilise hem dünyevi işleri idare etme, hem de dinsel alanı çekip çevirme hakkı yani plenitudo potestatis savının somut içeriği olan İki Kılıç Kuramı’nı talep etmeye başlar.
Plenitudo Potestatis: Dinsel iktidarın, dünyevi iktidardan üstün olduğu kabulünden hareketle dinsel iktidarın sahibi olarak Kilise’nin de dünyevi iktidar sahiplerinden üstün olduğu, bu nedenle dünyevi iktidarın da Kilise’ye ait olması gerektiği savı. Bu bakımdan Kilise, artık acuctoritas’ la yetinmemekte, potestas’ ı da istemektedir.
İki Kılıç Kuramı’nda her iki kılıç (dünyevi ve dinsel iktidar) biri kral tarafından kullanılıyor olsa da Kilise’ye aittir.
Dünyevi ve ruhani iktidarın kaynağının hiç kuşkusuz Tanrı olduğunu ve iki kılıcı da Kilise’ye verdiğini savunan Salisburyli John, Tanrı’nın dolayısıyla Kilise’nin emirlerine aykırı davranan prensin/kralın yasa dışına çıkmış olacağını ve tiran haline geldiğini bu nedenle öldürülebileceğini savunur.
İki iktidarın (dünyevi ve dinsel) arasındaki çatışmayı gören Aquinumlu Thomas bir çözüm üretmeye çalışmıştır. Aquinumlu Thomas göre Kilise, hem temel dogmalarını hem siyasetle ilişkisini daha ılımlı bir biçimde çözümlemeli ve ılımlı bir üstünlük kurmalıdır. Devleti bağlayan topluluğun ortak çıkarlarıdır. Kilise ve devletin amaçları birbirinden farklıdır ama birbirleriyle uyumlu olmalıdırlar. Thomas’a göre yasa, insana bir şeyi yapmasını ya da yapmamasını buyurur. Bunu buyuran yasa ise öncelikle aklidir. Thomas yasanın akli niteliğinden söz ederken ölçü olarak ortak iyi ya da toplumsal yararı gözetmektedir. Thomas için başlıca dört tür yasa vardır. Bunlardan ilki, sonsuz yasadır (lex aeterna), ikincisi doğal yasa (lex naturalis), üçüncüsü insani yasa (lex humana) ve nihayet sonuncusu tanrısal yasadır (lex divina). Ayrıca Thomas’ın insanı farklı kategoriler hâlinde, (insan, yurttaş, Hıristiyan gibi) ele alması önemli bir yeniliktir ve insanın yurttaş olarak kavranması, toplumsal ve siyasal kararlar içinde kendi kişisel varlığını aşabilen bir varlık olarak onanmasının da yolunu açmıştır.