Osmanlı Tarihi (1789-1876) Dersi 7. Ünite Özet
Buhranlar, Islahatlar Ve Dış Müdahaleler Dönemi (1856-1871)
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Giriş: Osmanlı Devleti’ni XVIII. yüzyılın son çeyreğinden itibaren daha ciddi bir biçimde etkilemeye başladığına dair genel bir kabul vardır.
Islahat Fermanı Öncesi Buhranlar, Dış Müdahaleler Ve Islahatlara Toplu Bir Bakış:
Rusya’nın ilhakından sonra (1783) Kırım’ı geri almak için başlatılan savaş sürecinde (1787) patlayan Fransız İhtilali, Osmanlı Devleti’ni ağır bir hezimetten alıkoymuş, Avusturya ile Ziştovi (1791), Rusya ile Yaş (1792) Antlaşmaları yapılmıştı. Bükreş Antlaşması’yla (1812) Sırbistan ve Eflak-Boğdan’ın özerk bir yapıya kavuşmasının kapısı aralandığı gibi, Kafkasya’daki Rus hâkimiyeti daha da pekiştirilmişti. 1821 yılında başlayan Yunan isyanına Rusya dışında Fransa ve İngiltere’nin de destek vermesi, özellikle Ekim 1827’de Navarin baskını ile Osmanlı-Mısır donanmasının yakılması kayda değer olaylardandı. Edirne Antlaşması’yla (Eylül 1829) Yunanistan’ın bağımsızlığını sağlayan Rusya, Akkerman Antlaşması’yla (Ekim 1826) dayattığı Sırpların dahili serbestiyetini Edirne Antlaşması ile uluslar arası zemine taşımıştı. Mayıs 1849’da Eflak-Boğdan Meselesi’nin ele alındığı Balta Limanı Sözleşmesi imzalanacaktı. 1842 yılından itibaren İstanbul’un batı yakasında Marmara Denizi kıyısı boyunca uzanan “organize sanayi bölgesi” olarak adlandırılabilecek bir fabrikalar kompleksinin muhakkak anılması gerekir. İngiltere’nin Birmingham ve Manchester sanayi bölgelerinden esinlenerek oluşturulduğu anlaşılan kompleksin en önemli bölümü, Zeytinburnu’ndaydı.
Islahat Fermanı Ve İçeriği:
- Paris Kongresi devam ederken 18 Şubat 1856’da ilan edilen Ferman, öncelikle din ve mezhep ayrımı yapılmadan tüm Osmanlı yurttaşlarının can ve mal emniyeti ile namus dokunulmazlığı konusunda Tanzimat Fermanı’nda verilen teminat ve taahhütleri teyit ettiğini ilan ediyordu.
-Ferman’a göre gayrimüslim cemaatlerin kendilerine özgü işlerinin seçimle belirlenecek azalardan oluşan bir meclise havale edilmesi gerekiyordu. Gayrimüslimlere ait kilise, havra, mektep, hastane ve mezarlık gibi yerlerin asli özelliklerine zarar vermeden tamir edilmesine engel olunmayacaktı. Cemaatlerin genel ve mesleki okullar açmasına izin veriliyor ancak tüm okulların eğitim öğretim düzeni ve öğretmenlerinin atanması konularında karma bir eğitim meclisine yetki veriliyordu.
-Ferman’ın önemli hükümlerinden biri de yabancıların Osmanlı Devleti’nde mülk sahibi olmalarına izin vermesiydi.
- Ferman’ın Osmanlı Devleti açısından en önemli mahzuru, Paris Antlaşması’nın taraf devletlerine tebliğ edilerek anlaşmanın 9. maddesinde de Ferman’a özel bir atıf yapılmasıydı. Yani Ferman, Paris Antlaşması’na taraf olan devletlerin Osmanlı yurttaşı gayrimüslimler üzerinde nüfuz kazanmalarına, başka bir deyişle devletin içişlerine karışmalarına kapı aralayacaktı .
Islahat Fermanı, Gayrimüslimler, Yargılama ve Eğitim Meselesi:
Söz konusu modeli âdeta zorunlu hâle getiren 1856 tarihli Islahat Fermanı’na göre, Müslüman ve gayrimüslimler arasında veya herhangi iki mezhep arasındaki ticaret ya da ceza hukukuna dair davalar karma (muhtelit) divanlarda; gayrimüslim tebaa arasında özel hukuka dair davalar ise Cemaat Mahkemelerinde görülebilecekti. Şu durumda özel hukuka dair konularda eskiden verilen haklar saklı tutulmakta, ceza ve ticaret davalarının karma mahkemelerde görülmesi kararlaştırılmakta ve gayrimüslimlerin şahadetlerinin bu mahkemelerde geçerli olmasının önü açılmaktaydı.
-Islahat Fermanı’yla gayrimüslim cemaatlerin genel ve mesleki okullar açması kolaylaştırıldığı gibi, Müslüman olmayanların askeri ve mülki alanda eğitim veren devlet okullarına girmelerinin önü de açılmıştı. Okulların müfredatının belirlenmesi ve öğretmenlerinin atanması konularında, üyelerini padişahın belirleyeceği karma bir eğitim meclisinin oluşturulmasını da öngören Ferman’ın bu hükmünü, gayrimüslimlerin eğitimlerine bir katkı olarak görmek imkânı olduğu gibi, cemaat okullarının genel eğitim sistemine dâhil edilmesi çabaları çerçevesinde de değerlendirmek mümkündür.
Islahat Fermanı Sonrasındaki Gelişmeler:
1870 Mart’ında Bulgar Eksarhlığı Fermanı ile bağımsız kiliselerini resmen kuran Bulgarlar, 1872’de kendi dinî organizasyon ve yapılarını geliştirmeye koyulmuşlardı. İkincisi de dini bir organizasyon ve hizmet olmaktan çok, Yunan milleti ve kültürüne hizmet ettiğini iddia ettikleri Fener Rum Patrikliğiydi. Çok uluslu yapısı nedeniyle daima millî cereyanlar konusunda teyakkuzda olan Avusturya ise, Macarlar başta olmak üzere diğer etnik unsurların ayaklanmalarını önlemek için daha fazla enerji sarf etmekteydi. Siyasi açıdan Rusya’nın Balkanlar dışındaki bölgelere müdahale potansiyelini ortadan kaldıran Kırım Savaşı için bir araya gelen devletler, arasındaki uyum ve işbirliği, neredeyse savaş biter bitmez sona ermiş durumdaydı.
Eflak-Boğdan Sorunu:
Fethedildiği dönemlerden itibaren Osmanlı Devleti’ne oldukça gevşek bağlarla bağlı olan Eflak ve Boğdan Beylikleri, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki haber kaynağı olmalarının yanı sıra, tarım ve hayvancılık potansiyelleriyle de dikkat çekmekteydiler. Rusya, Osmanlı Devleti’nden toprak koparmak ve Tuna havzasına daha yakın olmak için, İngiltere bölgenin geniş tarım potansiyeli ve stratejik konumu nedeniyle, Fransa ise aynı kök ve mezhepten yani Latinlik ve Katoliklik iddiasıyla bu beyliklerle her zaman yakından ilgilenmişti. Paris Antlaşması’nın imzacı devletleri 1857 Haziran’ında bir komisyon kurarak birleşmenin referanduma götürülmesini sağlamışlardı. Referandum birleşme aleyhine çıkmasına karşın usulsüzlük yapıldığını iddia eden büyük devletler seçimi yeniletmişler, ikinci seçimde arzu ettikleri sonucu elde etmişlerdi. 8 Ekim 1857’de Eflak-Boğdan’ın Romanya adıyla birleştirilmesi ve başına da Avrupa hükümdar ailelerinden bir prensin getirilmesi kararı alınmıştı. 24 Eylül 1859’da Osmanlı Devleti yayımladığı fermanla Kuza’yı voyvoda olarak tanımış, başka bir deyişle, her iki beyliğin Romanya adıyla birleşmesine onay vermek zorunda kalmıştı.
Karadağ, Hersek ve Sırbistan Meseleleri:
-Avusturya, Fransa, İngiltere, Rusya ve Prusya ile Osmanlı Devleti arasında Karadağ Meselesi’nin çözümü için 8 Kasım 1858’de bir protokol imzalanmıştı. Protokole göre 20 yıl tarafsız bölge olarak kalmış olan Grahova Karadağ’a bırakılırken, Koloşin Osmanlı Devleti’ne intikal etmişti. 1861 yılında Hersek’te meydana gelen isyana asker ve lojistik destek sağlamaktan çekinmemişti. Bölgedeki asayişi temin görevini üstlenmiş olan Ömer Paşa, Hersek’e müdahale etmiş, 1858 yılından beri kargaşa hâlindeki bölgeyi kontrol altına alarak Hersekli isyancıları 21 Kasım 1861’de Piva’da yenilgiye uğratmıştı. Nisan 1862’de de büyük bir askerî kuvvetle Karadağ’a giren Ömer Paşa, koşulsuz teslim olan Prens Nikola ile İşkodra’da 31 Ağustos 1862’de bir barış anlaşması imzalamıştı.
-Türkler ve Sırplar arasında yaşanan Belgrat olaylarını takiben toplanan Kanlıca Konferansı sonrası 4 Eylül 1862’de 12 maddeden oluşan bir protokol imzalanmıştı. Buna göre Belgrad varoşunda Müslümanlara ait olan gayrimenkuller Sırp Knezliği tarafından satın alınacağı gibi, Sokol ve Uziçe kaleleri ile Vidin, Sava, Varoş ve İstanbul kapılarında bulunan sur, hendek ve duvarlar yıkılacaktı. Protokolden sonra da Osmanlı varlığını sona erdirmek ve ordusunu güçlendirmek için çabalarını sürdüren Mihailo büyük devletlerin de araya girmeleriyle Girit İsyanı’yla uğraşan Osmanlı Devleti’den 1867’de Belgrad, Böğürdelen, Fethülislam ve Semendire Kalelerini almıştı. 1869 yılında Obrenoviç ailesinin hanedanlığını da içeren yeni anayasasını kabul eden Sırbistan, nihai amacı olan bağımsızlık için 1877-78 Osmanlı- Rus Savaşı’ndan sonra imzalan Berlin Antlaşması’nı bekleyecekti.
Cidde, Suriye ve Lübnan Olayları:
Her zaman belli bir asayişsizliğin hâkim olduğu bölgede Islahat Fermanı’nın getirmeye çalıştığı yeni düzene görünür nitelikteki ilk tepki Cidde’de meydana gelmişti. 15 Temmuz 1858’de Hristiyan mahallelerine saldıran kalabalık bir Müslüman grup, Fransa konsolosu ile İngiltere konsolos yardımcısının ölümüne sebep olmuşlardı. İngiltere, Fransa’nın 1854 yılında Osmanlıdan aldığı Süveyş Kanalı’nı açma imtiyazını gerçeğe dönüştürmemesi ve Mısır’a daha fazla yerleşmemesi için uğraş veriyordu. 1860 Mayıs’ında Halep’te yeniden alevlenen olaylar, Şam ve Lübnan’a da sıçramış,
Hristiyanların çoğunlukta olduğu yüzlerce insanın ölümüne neden olmuştu. İngiltere ve Fransa’nın olayları bölgede nüfuz kazanma fırsatı olarak göreceklerini bilen Bâb-ı Âli Hariciye Nazırı Fuat Paşa’yı bölgeye göndermişti. Bölgedeki asayişsizliğin sona erdirilmesi konusunda içinde Osmanlı Devleti’nin de olduğu bir Avrupa Komisyonu kurulmuş ve bu komisyonun tavsiyeleri ile 9 Haziran 1861’de Cebel-i Lübnan Nizamnamesi ilan edilmişti.
Cebel-i Lübnan Nizamnamesi (1861):
Tanzimat’tan itibaren İmparatorluğun diğer bölgeleri için uygulanmaya çalışılan idari düzenin şekillendirdiği Nizamname’de Lübnan’ı, Bâb-ı Âli’nin tayin edeceği Hristiyan bir mutasarrıf yönetecekti. Meclis-i Kebir, mutasarrıf marifetiyle atanan altı hâkimle Sünni İslam, Mütevali (Şii), Marunî, Dürzî, Rum (Ortodoks) ve Katolik Rumları temsil edecek olan altı resmi dava vekilinden oluşmaktaydı. Musevi veya Protestanların taraf olduğu bir dava olursa da, ilgili din ve mezhebe mensup bir hâkim ve dava vekili mecliste görev yapacaktı. Ticari davalara ise Beyrut Ticaret Meclisi bakacaktı. Lübnan’a belli ölçüde huzur getiren Nizamname, uzun yıllar yürürlükte kalacaktı.
Sultan Abdülmecid Devri Kapanırken:
Arazi Kanunnamesi gibi (1858) geleneksel, Ceza Kanunnamesi gibi Batı hukukunun esas alındığı metinlerin yürürlüğe girmesi ve Şirket-i Hayriye’nin kurulması Sultan Abdülmecid döneminin diğer önemli olaylarındandı. İlk dış borcun alınması, ülkenin birkaç defa mali kriz yaşaması, büyük devletlerin zorlaması ile ilan edilen Islahat Fermanı’nın gayrimüslimler lehindeki düzenlemelerine Müslüman ahalinin tepki göstermesi, dönemindeki belli başlı olumsuzluklardı. Tüm bunlara rağmen Abdülaziz’i tahta çıkarmak için 1859’da yaşanan Kuleli Vakası dışında kayda değer bir muhalefet olmamış, halkın nazarında naif ve sevilen bir padişah imajı çizmişti.
Bulgarların Yoğun Olduğu Vilayetlerde Asayişsizlik:
Osmanlı Devleti, 1859’da büyük devletlerin memorandumuna muhatap olmuştu. 1860’larda önce Fener Rum Patrikliğinden ayrılarak bağımsız bir kilise kurmak ve daha sonra da muhtar bir Bulgaristan için mücadele vermek konusunda hayli yol alan Bulgarlar Rusya, Eflak-Boğdan ve Sırbistan’ın desteğini de alarak nihai amacı genel bir isyan olan bir takım asayiş olaylarına neden olmaya başlamışlardı. 1860 yılı yazında Silistre, Vidin ve Niş’e gerçekleştirilen üç aylık teftiş gezisinde kimi yöneticiler değiştirilmiş, kimi görevlilere bir takım cezalar verilmiş ve bir komisyon marifetiyle çiftçilerin borçları konusunda bir takım girişimlerde bulunulmuştu.
Tuna Vilayeti Nizamnamesi (1864):
Fuat Paşa ve Midhat Paşa’nın son şeklini verdikleri Tuna Vilayeti Nizamnamesi, 7 Kasım 1864’te ilan edilmiş ve nizamnamenin uygulanacağı Tuna Vilayeti’nin valiliği Midhat Paşa’ya verilmişti. Vilayeti vali, livaları kaymakam, kazaları müdür ve köyleri de muhtar idare edecekti. Vilayet Temyiz-i Hukuk Meclisi, Müslümanların şer’i mahkemelerde, gayrimüslimlerin ruhani idarelerinde görülen davaları ile Cinayet ve Ticaret Meclislerinin bakması gereken davalar haricindeki şer’i ve nizami davaları çözüme kavuşturuyor; liva ve bağlı meclislerin istinaf olunan davalarının temyiz incelemesini yapıyordu. Kadılar arasından şeyhülislamın teklifi ve padişahın onayı ile atanan bu görevli, temyiz-i hukuk ve cinayet meclisine başkanlık yapmasının yanı sıra, şer’i belgelerin usulüne uygun düzenlenip düzenlenmediğini inceliyor, vilayette görev yapan naiplerin davranış ve çalışmalarını denetliyordu.
Vilayet Nizamnamesi ve Nizamiye Mahkemeleri:
Muhassıllık Meclisleri ile başlayan, Memleket, Eyalet ve Taşra Meclisleri adlarıyla Osmanlı mahalli idaresinde etkinliklerini devam ettiren bu meclislerin, 1840’lı yıllardan itibaren birlikte sürdürdükleri idare ve yargı işlevlerinde Tuna Vilayeti Nizamnamesi ile radikal bir ayrışma ve uzmanlaşmaya gidildiğine tanık olunmaktadır. Kaza, liva ve vilayet merkezinde görev yapan İdare Meclisleri, yargılama dışında vilayetin bütün meselelerini ele alma ve çözüme kavuşturma görevi üstlenmiş durumdadırlar. Vilayet Nizamnamesi ile meclislerin eskiden birlikte icra ettikleri idare ve yargı görevleri birbirinden ayrılmakla kalmamış, hukuk ve ceza davası ayrımı ile dereceli mahkeme anlayışı getirilmiş, temyiz uygulamasının kurumsallaşması sağlanmış, kamu davası fikrinin gelişmesinin önü açılmış, hiçbir suçun cezasız kalmaması ilkesinin hâkim kılınması konusunda çaba sarf edilmişti. II. Vilayet Nizamnamesi, 1871’de ilan edilen İdare-i Umumiye-i Vilayet Nizamnamesi ile daha kapsamlı bir nitelik kazanacaktı.
Vilayet Nizamnamesi ve Midhat Paşa:
Dönemin sosyo-politik ve ekonomik sorunlarına çözüm bulmak amacıyla ilan edilen Vilayet Nizamnamesi’nin Tuna Vilayeti’nde uygulanması görevini üstlenen Midhat Paşa, üç buçuk yıl süren valiliği boyunca birçok başarıya imza atmıştı. Vilayetteki devlet çarkının daha rasyonel dönmesi sağlanırken korunmaya muhtaç çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve köylüler de unutulmamış; vilayetteki gayrimüslimlere devlet şefkati ve eşit hizmet olanakları konusunda hassas ve samimi davranışlar sergilenmişti.
Yeni Osmanlılar (1865):
1860’lı yıllardan itibaren ve özellikle özel matbaaların yaygınlaşma sürecinde Yeni Osmanlılar denilen bir grup, siyasal muhalefete başlamışlardı. Namık Kemal, Ziya Paşa, Şinasi, Agâh Efendi ve Ali Suavi gibi isimlerden oluşan, belli ölçüde dil bilen ve Batı’yı tanıyan bu aydınlar, Mustafa Reşit, Âli ve Fuat Paşaların keyfî ve mutlakıyetçi tutumunu eleştiriyorlardı. Tercüman-ı Ahvâl, Tasvir-i Efkâr, Muhbir gibi gazetelerde ifade hürriyeti, insan hakları, adalet, vatan sevgisi, kalkınma ve meşveret gibi konuları işleyen aydınların fikirleri devlet memurları ve özellikle askeri okul öğrencileri arasında ciddi karşılık bulmaktaydı. Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü bunalımla ilgili çeşitli fikirler ileri sürmeye devam eden Yeni Osmanlılar, Abdülaziz’in Avrupa seyahati sonrası ve özellikle Mustafa Fazıl Paşa’nın Sultan’la anlaşarak İstanbul’a gelmesiyle, maddi destekten yoksun kalmışlar ve bir süre sonra ülkeye geri dönmüşlerdi.
Abdülaziz’in Avrupa Seyahati (1867):
Fransa İmparatoru III. Napolyon’un 1867 Paris Uluslararası Sergisi’ne Sultan Abdülaziz’i davet etmesiyle başlayan Avrupa gezisi, Osmanlı sultanlarının yaptığı ilk ve tek uluslararası seyahat olma özelliğine sahiptir. 21 Haziran’da başlayarak 47 gün süren geziye Şehzadeler Yusuf İzzettin, Murat ve Abdülhamid Efendiler de eşlik etmişti. Fuat Paşa’nın organizasyonuyla gerçekleşen seyahatte Tulon’da karaya çıkılmış, Fransa, İngiltere, Belçika, Prusya ve Avusturya ziyaretlerinden sonra, Tuna Vilayeti üzerinden İstanbul’a dönülmüştü. Avrupa’da her uğradığı şehirde büyük ilgi gören Osmanlı Sultanı gösterilen bu ilgiden ziyadesiyle memnun kalmıştı. Yargı görevini üstlenerek yüksek bir mahkeme gibi çalışacak olan ve başkanlığını Cevdet Paşa’nın yapacağı Divan-ı Ahkâm-ı Adliye de (Yargıtay) aynı süreçte faaliyete geçirilmiştir. Din ayrımı gözetilmeden karma bir eğitim verecek olan Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’ni de bu seyahatin sonuçlarından biri olarak görmek mümkündür.
Girit Meselesi:
Danimarka ile İngiltere, Fransa ve Rusya arasında 1863 Temmuz’unda imzalanan anlaşma ile Yunanistan tahtına oturtulan I. George’a aynı anlaşma ile 1815 Viyana Kongresi’nde İngiltere’ye verilen Yedi Ada âdeta hediye edilmişti. Yedi Ada’nın Yunanistan’a uluslararası bir kararla verilmesi, Yunanistan’ın takip ettiği büyük politik hedef olan megali idea’nın Girit’i de kapsayacak şekilde genişleyebileceği düşüncesine sevk etmişti. Bu süreci hızlandırmak için sık sık isyan eden Girit’in gayrimüslim ahalisi vergilerin azaltılması, vergi yöntemlerinin ıslahı, yol yapımı, yargılamaların adil olması, okul ve hastane yapımı gibi taleplerinin Osmanlı yönetimince karşılanmadığını iddia ederek, adanın yönetimini büyük devletlerden oluşacak bir komisyonun devralması gerektiğini ileri sürmüşlerdi. Hemen ardından toplanan Girit Meclisi, 2 Eylül 1866’da adadaki Osmanlı egemenliğinin ilga edildiğini ve Yunanistan’a bağlanıldığına dair karar aldıklarını ilan ederek genel bir isyan çağrısı yapmışlardı. Adadaki güvenlik güçlerine ve Müslüman halka saldırılar başlayınca İngiltere’nin desteğini de alan Osmanlı Devleti, adaya asker sevk etmiş ve isyancılar büyük ölçüde etkisiz kılınmıştı. 1867 Ekim’inde adaya giden Sadrazam Âli Paşa, şikâyetleri yerinde incelemiş, kısmi bir af çıkararak adanın normalleşmesi konusunda çaba sarf etmişti. Ardından 1868 yılında Girit Vilayet Nizamnamesi de yayımlanmış, büyük devletlerin ada halkının şikâyetlerini dayanak yapmalarının önü alınmaya çalışılmıştı.
Girit Vilayet Nizamnamesi (1868):
20 Ocak 1868’de ilan edilen Nizamname, Cebel-i Lübnan ve özellikle Tuna Vilayeti Nizamnamesi esas alınarak hazırlanmıştı. Beş liva ve 20 kazaya taksim edilen Girit Vilayeti’nde liva merkezlerinde ve her kazada bir başkan ve dört üyeden oluşan karma bir Deavi Meclisi görev yapacaktı. Başkanın atanması, azledilmesi ve görevleri doğrudan hükümete ait olacak, üyeler halk tarafından seçilecekti. Nizamname ayrıca Ticaret Mahkemelerinin üye ve çalışma esaslarını da düzenlemiş durumdaydı.
Meclis-i Vâlâ’dan Şûrâ-yı Devlet ve Divan-ı Ahkâm-ı Adliye’ye (1868):
Kuvvetler birliği temelinde padişahın danışma kurulu olarak ve onun yasama, yargı ve yü- rütme erklerini kullanmak üzere 1838’de faaliyete geçirilen Meclis-i Vâlâ’nın iş yükünün artmasıyla 1854 Eylül’ünde Meclis-i Âli-i Tanzimat ve Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye olmak üzere iki meclisli bir yapı oluşturulmuştu. Başkanlığını Âli Paşa’nın yapacağı Meclis-i Tanzimat, üst düzey memurları yargılayabiliyor, tanıklık için çağırabiliyor, nezaret arşivlerini inceletebiliyor ve Tanzimat’ın uygulanma sorunlarına müdahale ediyordu. 1868 yılında kadar sözü edilen fonksiyonları icra eden Meclis-i Vâlâ, anılan yılın Nisan ayından itibaren Şûrâ-yı Devlet ve Divan-ı Ahkâm-ı Adliye olarak ikiye ayrılmıştı. Şûrâ- yı Devlet’e model olan kurum Fransa’da Napolyon tarafından kurulan Conseil d’Etat’tı. Başkanlığını Cevdet Paşa’nın yaptığı Divan-ı Ahkâm-ı Adliye ise, Şer’i Mahkemeler ile Cemaat Mahkemeleri dışında kalan 1864 tarihli Vilayet Nizamnamesi’nde Deavi, Temyiz-i Hukuk ve Cinayet meclisleri olarak adlandırılan ancak daha sonra bidayet ve istinaf mahkemeleri adını alacak olan mahkemelerden gelen hukuk ve ceza davalarına bakacaktı. Her iki yüksek mahkemenin üyelikleri üçte iki oranında Müslim ve üçte bir oranında gayrimüslimlerden oluşacaktı. Bu meclislerde görev yapacak olan üyeler, eyaletlerden gelen listeler dikkate alınmak suretiyle, hükümet tarafından belirleniyordu. Onlarca üyenin görev yaptığı Şûrâ-yı Devlet ele aldığı meseleler, üye profili, işleyişi ve yapısı nedeniyle “âdeta bir parlamento hüviyetinde” idi. 1877 Mart’ında çalışmalarına başlayan Osmanlı Devleti’nin ilk parlamentosuna yasama görevlerini devreden bu iki kurum, yüksek mahkeme niteliklerini sürdürmüşler, Danıştay ve Yargıtay’ın tarihi temellerini oluşturmuşlardı.
Maarif-i Umumiye Nizamnamesi (1869):
1 Eylül 1869 tarihinde ilan edilmişti. Nizamname’nin oldukça kapsamlı ve çağdaş bir eğitim teşkilatı öngörerek sınıf sisteminde, kademeli ve belli bir müfredatla eğitim kurgulamış olması, dönemine göre radikal sayılabilirdi. İlkokul eğitiminin ve öğretmeninin önemsenerek kanundaki yerini alması, programlara doğal bilimlerin dahil edilmesi, eğitimin finansmanının düşünülmüş olması önemliydi. Özel okullar, devlet okulları, cemaat ve yabancı okulların tek bir yasayla ele alınmış olması, ileride karma okulları teşvik eder bir anlayış benimsemesi, Nizamname’nin diğer önemli özelliğiydi.
Mecelle ve Cevdet Paşa:
Cevdet Paşa’nın etkin katkısıyla 1851 madde ve 16 Kitap şeklinde yayımlanan bu çalışma, bir İslam Medeni Kanunu el kitabı olarak Nizamiye Mahkemeleri için hazırlanmıştı.
Süveyş Kanalı’nın Açılması (1869):
Binlerce Mısırlının hayatını kaybettiği Süveyş Kanalı, İngiltere’nin Mısır’daki demiryollarıyla haksız rekabete yol açacağı gerekçesiyle ne kadar geciktirilmeye çalışılsa da, 1863’te tahta çıkan İsmail Paşa döneminde inşa edilmeye devam etti. Sultan Abdülaziz’in Mısır ziyareti kanalın yapım çalışmalarını engellememiş, 1869’da büyük bir törenle açılmıştı.
İdare-i Umumiye-i Vilayet Nizamnamesi (1871):
Nizamname’ye göre vilayeti vali, livayı mutasarrıf, kazayı kaymakam, nahiyeyi nahiye müdürü idare edecekti. Köy ve mahallelerde eskiden olduğu gibi temel sorumluluk yine muhtarlara verilmişti. 1864 Vilayet Nizamnamesi’nde yer alan Temyiz-i Hukuk ve Cinayet, Deavi ve Ticaret Mahkemeleri bu nizamnamede artık yoktu. Çünkü merkezî yönetim Nizamiye Mahkemelerini artık farklı hukuki metinler ile düzenlemeye başlamış ve daha da yaygınlaştırma kararı almıştı. Yukarıda tanıtılan yapısıyla 1913 yılına kadar yürürlükte kalacak olan İdare-i Umumiye-i Vilayet Nizamnamesi, bugünkü idari teşkilatımızın temel hususiyetlerini belirlemesi açısından oldukça önemli bir yere sahipti.
Kuveyt, Necid ve Ahsa’nın Osmanlı Hâkimiyetine Alınması (1871):
Midhat Paşa’nın Bağdat Valiliği’nde (1869-1872) daha önce tam anlamıyla hâkimiyet tesis edilememiş olan Kuveyt, Necid ve Ahsa bölgelerinin Osmanlı hâkimiyetine kazandırıldığı görülür. İngiliz etkisine rağmen gerçekleştirilen bu ilhaklarla, Ahsa bölgesi Osmanlı toprağı hâline gelmiş ve bölgedeki Vehhabi-İngiliz iş birliğine de büyük bir darbe indirilmişti.
Mali İflasa Doğru:
Sarayın ve devlet adamlarının kısa vadeli finansman ihtiyaçlarını karşılayan Galata Bankerleri ve sarraflarla girilen para alışverişlerinde de benzer bir tablo yaşanmış, şartları koyan ve kazanan daima borç verenler olmuştu. Kırım Savaşı öncesi devletin mevcut bütçe açıklarına savaş harcamaları da eklenince 1854’te uluslararası piyasalardan ilk borç para alınmış, daha sonraki yıllarda bu devam ettirilmişti. 1860’larda daha da kötüye giden ekonomik durum içinden çıkılmaz bir hâl alınca büyük umutlarla 1863’te Bank-ı Osmanî-i Şahane’nin faaliyete geçmesine izin verilmişti. Eskiden Galata Bankerlerince yürütülen finans temini ve aracılık işlemleri İngiliz ve Fransız ortaklı bu banka vasıtasıyla yapılacak, ayrıca bu kurum para basma yetkisine de sahip olacaktı. Bank-ı Osmanî de ekonomideki kötü gidişi engelleyememiş, 1874 yılına kadar toplam 16 borçlanma işlemi ile 230 milyon liralık bir borç tablosu ortaya çıkmıştı.
İtalyan ve Alman Birliklerinin Kurulması (1870- 71):
Alman devletlerinin prensleri 18 Ocak 1871’de Fransa’nın Versay (Versailles) Sarayı’nda I. Wilhelm’i Alman İmparatoru ilan ederek birlik sürecini resmen tamamlamışlardı.
Bâb-ı Âli Devri Biterken Sultan Abdülaziz (1871):
Âli, Fuat, Kâmil, Rüştü ve Kıbrıslı Mehmet Paşalar gibi Bâb-ı Âli devrinin önemli devlet adamlarına dönüşümlü bir şekilde sadaret mührünü veren Sultan Abdülaziz, III. Selim’den itibaren sistemli bir biçimde devam ettirilen ıslahat çabalarını büyük ölçüde desteklemiş, yeni kurum ve kuruluşların açılmasına olumlu yaklaşmıştı. Bulgaristan, Sanayileşme konusundaki çabalar da devam etmiş, 1864 yılında kurulan Islah-ı Sanayi Komisyonu aracılığıyla özel sektör ve devlet iş birliği ile şirketler kurulmuş; yerli üretim desteklenmeye çalışılmış, ilk meslek okulları olan ıslahhane ve sanayi mektepleri açılmıştı. Âli Paşa’nın ölümünden sonra (7 Eylül 1871), Bâb-ı Âli devrini devam ettirmek isteyen sadrazamlara görev vermemiş, bürokratlarından çok, saray halkının yönlendirmelerine açık hâle gelmiş, yine saray halkının yaptığı büyük harcamalara engel olma konusunda kararlı bir tutum sergileyememişti. İlan ettiği nizamnameler, Avrupa seyahati, merkez ve taşrada gerçekleştirdiği reformlar, anayasal ve meşruti bir yönetim sonucunu doğurmayınca, 1870’li yıllardan itibaren dönemin ıslahatçı bürokratları ile çatışma sürecine girmişti.