Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı Dersi 1. Ünite Özet
Devlet, Saray, Hanedan, Padişah Ve Divan
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Devlet
Belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan bir halkın örgütlemesine devlet diyoruz. Devlet kavramı süreç içerisinde, toplumların sosyo-ekonomik yapılarına ve egemen gücün/teşkilatın şümulüne göre değişiklikler geçirmiş, modern çağda ulus-devlet dediğimiz yapı ortaya çıkmıştır.
Osmanlı toplumu XIX. yüz yıla kadar tipik bir sanayi-öncesi tarım toplumudur. Sanayi öncesi toplumlarda devletin tipik özellikleri şunlardır.
- Tipik olarak monarşiktir (Akdeniz cumhuriyetleri hariç).
- Ancak mutlak gücü sınırlayan unsurların (din, toplumsal farklılıklar) yanında devletin kırılganlığına yol açan yapısal faktörler mevcuttur.
- Ulaştırma ve iletişim alanlarında zorluklar ve yavaşlık devlet örgütlenmesi açısından önemli bir belirleyicidir.
Beylikten Devlete
Osmanlılar XIV. yüz yıl başlarında Anadolu’nun kuzey-batı ucunda yarı-bağımsız bir uc beyliği olarak tarih sahnesine çıkmıştı. Yaşanan siyasî gelişmeler sonucu bağımsız bir devlete doğru gelişti.
Osman Gazi’ye atfedilen ama sahihliği tartışılan sikkeler bağımsızlık yönünde işaretler olarak yorumlanabilir. Orhan Gazi ve I. Murad dönemlerinde devletleşmenin gerçekleştiği söylenebilir. Divan’ın ve timar sisteminin kökenlerini I. Murad, hatta Orhan Gazi dönemine kadar takip etmek mümkündür. Orhan Gazi zamanında yaya ve müsellem teşkilatı kurulmuştu. 1323 ve 1324 tarihli vakfiyelerde belirli bir bürokratik örgütlenmenin varlığının, delilleri olarak okunabilir.
Egemenlik Anlayışı
Devlet, halk, ülke, hâkimiyet ve teşkilattan oluşur. Eski Türklerde devlete el/il denirdi. Tarihteki büyük Türk devletlerine baktığımızda Hunlarla birlikte gevşek bir kabileler konfederasyonu yapısından Osmanlılarda merkeziyetçi İmparatorluğa uzanan bir çizgi gözlüyoruz.
Egemenliğin kaynağı açısından Türklerde hâkimiyet anlayışı İslâm-öncesi ve İslâm dönemlerinde belirli bir devamlılık gösterir. Bozkır geleneğindeki kut anlayışı İslamlaşma ile birlikte yerini Allah’ın lütfu/Tanrının takdiri kavramına bırakırken özde çok önemli bir değişmeden söz edemeyiz.
XV. yy.da Osmanlılar, Oğuz geleneğini canlandırdılar; bir yandan gazi önderler olarak dini yayma misyonunu meşruiyetlerinin temel vasıtası olarak kullanırken öte yanda da Türkiye Selçuklularının meşru varisleri olduklarını öne sürdüler. Fatih Sultan Mehmed’in şahsında Osmanlı hükümdarı sultan, hakan ve kayser unvanlarını birleştirmişti. Bu üç meşruiyet kaynağının yanında Osmanlıların sünnî İslâm dünyasının lideri konumuna gelmeleriyle XVI. yüz yılda evrensel hâkimiyet iddiaları somut bir temele dayandı.
Örfî Hukuk ve Devlet
Orta Asya Türklerinde sosyal ve siyasî düzen örfî hukuka, yosuna dayanır ama yosun, kurucu Kağanın iradesiyle törü/türe halini alır.
Osmanlı devletinde örfî-sultanî hukuk alanı hükümdarların kendi iradesine dayanarak şeriatın kapsamına girmeyen alanlarda kanun koyma yetkisini kullandığı bir alandır. Osmanlılardan önceki Müslüman Türk devletlerinde ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Kuruluş devrinden itibaren hem şeriat hem de örfî hukuk önemli rol oynadı.
Padişahlar, kendileri kurallar koyabildiği gibi örf ve adetleri de kanunlaştırırlardı. Fatih Kanunnamesindeki “Bu kanunname atam dedem kanunudur, benim dahi kanunumdur, evlad-ı kiramım neslen ba’de neslin anınla âmil olalar” ifadesi sultanların kanun koyma yetkisini ve bu kanunların bağlayıcılığını net bir biçimde ortaya koyar. Ancak Müslüman Türk devletlerinde gördüğümüz bu örfî kanunların en azından teorik olarak şeriatın alanı dışındaki konularda konulması ve bunların şeriata aykırı hükümler içermemesi şarttı.
Bu kanunları düzenleme işiyle yükümlü olan nişancı, adeta şeyhülislamın örfî hukuk sahasındaki dengi sayılmıştır.
Devlet Anlayışının Temeli: Adalet
Devlet anlayışının temelinde Türk-İslâm devlet telakkisinin en temel kavramı olarak karşımıza adalet kavramı çıkar. Bu evrensel bir anlayışı yansıtan kavramdır ve Orta Asya Türk tarihinde, Hint-İran geleneklerinde, Kutsal kitaplarda, Yunan siyasî düşüncesindeki adalet ilkesiyle ilişkilendirilir. Bu kavram İslâm siyaset literatüründe daire-i adliye (adalet çemberi) adlı bir formülasyonla karşımıza çıkar. Günümüzde “Adalet Mülkün Temelidir” şeklinde bir özdeyiş olarak aşayan bu kavram başlıca beş unsurun birbirleriyle bağlantılarını ifade eder:
- Mülk yani hükümdarlık ve devlet;
- Asker/Kuvvetli bir Ordu;
- Hazine/Güçlü bir ekonomi;
- Reaya/Müreffeh bir halk;
- Adalet.
Saray
Osmanlı Devlet teşkilâtı ve yönetiminde sarayın, niteliğinde dönemlere göre değişiklikler olsa da, çok merkezî bir rolü olmuştur.
Osmanlı Devleti Yakın-Doğu geleneklerini izlemişlerdir. Bu gelenekte Hükümdar ve Saray devlet sisteminin merkezidir. Sarayın özel ve resmî fonksiyonları bir aradadır. Yani saray hükümdar ve hanedanın özel hayatının geçtiği mekân olmanın yanında devlet işlerinin yürütüldüğü merkezdir.
Osmanlı saray teşkilatının yapısını saray harem, Enderun (iç kısım) ve birun (dış kısım) bölümlerinden meydana gelir. Her üç bölümde değişen oranlarda kamu hizmeti fonksiyonu görür.
Bîrun
Bîrunun kelime anlamı dış, taşra olandır. Osmanlı sarayının ana girişinden sonra gelen kesimine verilen addır. Sarayın birinci avlusunda birun erkânı yer alır. Sadrazam dâhil devlet yöneticileri bir anlamda birun görevlisi sayılabilirse de uygulamada birunda enderunda olmayan kapıkulları ile divan hizmetlileri bulunur. Birunda Kapıkulu Piyadeleri (yeniçeriler, topçular, cebeciler vb.), altı bölük halkıda denilen Kapıkulu süvarileri (sipah, silahtar, sağ ulufeciler, sol ulufeciler, sağ garipler, sol garipler), bostanların bakımı ve sahillerin güvenliğinden sorumlu bostancıbaşı ve bostancılar, miralemin idaresindeki mehter takımı, yer alır.
Enderun
Kelime anlamı “iç, içeri” olan ve hükümdarın resmî ve özel hayatının iç içe geçtiği Enderun’un amiri Babüssaade Ağasıdır. Burası içoğlanların (gulamlar) hizmet ederek hizmet içi eğitim gördüğü bölümdür. Devşirme çocuklarının en seçkinlerinin eğitildiği Enderun Mektebinde devşirmenin kalktığı daha sonraki dönemlerde bazı önde gelen aile çocuklarının yanında devlet adamlarının köleleri de eğitim gördü. Enderunda, akhadım ağalarının gözetiminde, Türkçe, Arapça, Farsça, edebiyat, tarih, âdab-ı muaşeret, güzel sanatlar, binicilik vb. çok geniş yelpazede sıkı bir eğitim sistemi uygulanmaktaydı.
Kul Sistemi
Osmanlı klasik sisteminin en önemli dayanaklarından biri kul sistemidir. Osmanlılar kul sistemini Selçuklu gulam sisteminden tevarüs etmekle birlikte kendi gayrimüslim tebaalarının çocukları için devşirme usulünü getirmeleri bakımından daha önceki sisteme bir yenilik getirmişlerdir
Orhan Gazi döneminden başlayarak kölelerden yönetici yetiştirildiği anlaşılmaktadır. Yıldırım Bayezid döneminde kul sistemi iyice yerleşti ve yalnızca idarî makamlar değil timarlar da kullara verilmeye başlandı
Osmanlılar aynı zamanda, kuruluş devrinde merkezde uzun süre vezirlik ve kazaskerlik makamlarını elinde bulunduran Çandarlı ailesi ile Rumeli’nin fetih ve iskânında etkili olan Evrenuzoğulları, Mihaloğulları, Turahanoğulları gibi ailelerin güçlerini dengelemek ve Padişahların otoritesini sağlamlaştırmak için kul sisteminden gelen devlet adamlarından yararlandı. Merkeziyetçi imparatorluk projesini hayata geçiren II. Mehmed devride üst düzey askerî-idarî makamlar büyük ölçüde kullara verildi.
Kul sisteminde hükümdara sadakat ve kulların güvencesiz statüsü bağlamında özellikle iki uygulamadan bahsetmek gereklidir: siyaseten katl ve müsadere. Devlet adamları görevlerindeki hata ve kusurlarından dolayı idam edilirdi. Buna siyaseten katl denilirdi. İdam edilenlerin veya belirli kusurları yüzünden başka şekillerde cezalandırılanların mallarına ise devlet tarafından el konurdu. Bu uygulamanın adı müsadere denirdi.
Harem-i Hümâyun
Harem kelimesi, yasak, yasa-dışı olmak, kutsal veya dokunulmaz anlamlarını içerir. Mekke ve Medine Haremeyn, Kudüs’teki merkezi Müslüman arazisi Harem-i Şerif olarak adlandırılır. Sarayda padişahın yaşadığı alan, oradaki kadınlardan dolayı değil Tanrının yer yüzündeki gölgesi (Zıllullah fi’l-arz) olarak kendisi kutsal olmamakla birlikte varlığıyla kutsal bir mekân oluşturan Padişahın orada bulunmasından dolayı Harem-i Hümâyun olarak anılmıştır.
Haremdeki kadınların başında Valide Sultan yer alır. Hükümdarın eşleri, kızları, oğulları, kardeşleri buradadır. Ölen hükümdarın harem halkı, Topkapı Sarayından ayrılıp Eski Saraya giderdi. Valide Sultanlar, hükümranlık gücünün bekçileri olarak, hanedanın yenilenmesini güvence altına almaktan da sorumluydu. Bu kadınlar, hanedanın kuşakları arasındaki bağı oluşturan ve hanedan tehlikeli derecede tehdit altında kaldığı zaman sürekliliğini simgeleyen bir tür anaerkil otorite sahibi oldular.
Hükümdar/Sultan
Osmanlı hükümdarlarının ilk başlarda bey unvanını kullandıkları anlaşılıyor. Bununla beraber İslamî nitelikleri vurgulayan unvanların da söz konusu olduğu kesindir. Orhan Bey’in 1337 tarihli Bursa Şehadet Camii kitabesinde sultanü’l-guzat yani gaziler sultanı olarak anıldığı, bunun yanında gazi oğlu gazi, merz ban-ı âfâk(ufukların bekçisi), pelivan-ı zaman (zamanın kahramanı),gibi sanlarla anıldığı bilinmektedir.
Devlet kavramı bakımından ulema İslamî kavramlara, kâtiplerde Türk-İran geleneğine vurgu yaptılar. Hüdavendigar ve Padişah unvanları- her ikisi de Farsça’dan- ile Han ve Hakan (Orta Asya’dan) kâtipler tarafından kullanıldı.
Beğ, emir, sultan, sahibü’l-ucât’lık an sultanü’l-aza, Melikü’l âdil el-gazi es-Sultanü’l-âzamgıya sü’d-dünyave’d-din” (I.Murad), Rum (Roma yani Anadolu Selçuklu) sultanlığı (Yıldırım Bayezid), gibi unvanlar kullanıldı.
İki karanın ve iki denizin hükümdarı (Sultanü’l-berreyn ve hakanü’l-bahreyn) olarak anılan Fatih Sultan Mehmed, şahsında Orta Asya, İslâm ve Roma hükümdarlık geleneklerini birleştiren, Osmanlı Devletini cihanşumül bir imparatorluk mertebesine yükselten padişah ve sultan olarak tanımlanır.
Yavuz Sultan Selim’in Memluk Devletine son vermesi üzerine Mısır’da ki Abbasî halifesi İstanbul’a getirilir ve Yavuz Hadimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn (İki -kutsal kentin hizmetkârı) unvanını alır.
Osmanlılar, özellikle Küçük Kaynarca Antlaşmasından (1774) itibaren hilafet makamını daha etkili bir şekilde siyasî alanda gündeme getirmeye başlayacak, II. Abdülhamid’in saltanatında dünya çapında bu makamın manevî ve siyasî nüfuzunu etkili kılmaya çalışacaklardır.
Hanedan (Taht Veraseti, Cülus, Evlilikler)
Osmanlı hanedanının tarihî belgelerle kesinlikle kanıtlanmış atası Osman Bey’in babası Ertuğrul’dur. Kaynaklardaki bilgilerin tenkit süzgecinden geçirilmesi suretiyle Ertuğrul’un babasının Gündüz Alp olduğu sonucuna varmak mümkündür.
Osmanlı hanedanı bir yandan Oğuz Han’a bağlanarak Türk hâkimiyet geleneğine göre meşrulaştırılırken öte yandan hanedanın atalarının yaratılıştan beri İslâm inancına sahip oldukları belirtilerek dinî meşruiyet temeli de vurgulanmaktadır.
Taht Veraseti
Türk devlet geleneğinin Osmanlılara kadar en bariz özelliklerinden birisi, ülke yönetimi bakımından yönetici hanedan mensuplarının konumlarıdır. Kutsallık atfedilen yönetici hanedan mensupları ülüş ilkesi çerçevesinde ülke yönetiminde söz sahibiydiler. Bu anlayış Hunlardan beri çeşitli problemleri de beraberinde getiriyordu. Çeşitli konar-göçer boy ve bodunları gevşek bağlarla yönetimi altında toplayan hanedan, bu merkeziyetçilikten uzak yapıda denetimini sürdürebilmek için kendi mensuplarına güvenmek durumundaydı.
Türklerde hanedanın her üyesinin yönetme hakkını haiz oluşu ve yerleşik bir veraset sisteminin olmayışı bilinen bir husustur; dolayısıyla ne senioratus (hanedanın en yaşlı üyesinin başa geçmesi) ne de primogenitura (hükümdarın en yaşlı oğlunun halef oluşu) kesin bir veraset ilkesi değildi. En yaşlı oğlun hükümdarlığına dair bazı görüşler varsa da bunlar prensipte hanedanın bütün üyelerinin tahtta hak iddia etmesini açıklayamaz.
Taht çekişmelerinin devletin ve ülkenin bölünmesine yol açması ihtimaline karşı tahta geçen hanedan mensubunun diğer kardeşlerini veya varsa amca ve amca çocuklarını katlettirmesi yani “kardeş katli” uygulaması, Fatih Kanunnamesinde yer almıştır. Kardeş katli uygulamasının benimsenmesinin temel sebepleri olarak, ülüş sisteminin sakıncaları, fetret devri, şehzadeler arası taht kavgaları, taht kavgalarının rakip devlet ve hanedanlar tarafından kullanılması sayılabilir.
Hükümdarın oğulları, lalalar gözetiminde sancak yönetimine gönderiliyordu. Kanunî devri taht kavgalarından sonra II. Selim ve III. Murad sadece en yaşlı oğlu sancağa gönderdi. III. Mehmed bunu da kaldırdı. Bundan sonra hükümdarın erkek oğulları sarayda “kafes” hayatı yaşamaya mecbur kaldılar.
Osman Bey’den I. Ahmed’e kadar babadan oğula geçen taht bundan sonra hanedanın en yaşlı üyesine geçmeye başladı.
Şehzadeler ve Şehzade Sancağı
Osmanlı Beyliğinin ilk dönemlerinde Osman Bey’in arkadaşları ve aile mensuplarının yönetime katıldığı yani ülüş sisteminin uygulandığı anlaşılmaktadır.
Küçük oğulun Bey sancağında büyük oğulun ise uçta görevlendirilmesi Türk-Moğol geleneklerine uygundur.
Osmanlılar kuruluştan itibaren tahta geçmeye aday şehzadeleri sancaklarda görevlendirdiler.
Fatih devrinden önce Kütahya, Balıkesir; sonra ise Konya, Kastamonu, Trabzon gibi eski beylik ve devlet merkezleri de şehzade sancağı oldu. Bunların yanında Bolu, Antalya, Isparta, Menteşe, Çankırı, Çorum, Kefe gibi yerlerde şehzade sancağı merkezi oldu.
Klasik devirde en önemli iki şehzade sancağı olarak dikkati çeken Amasya (tahtgâh-ı kadim) ve Manisa (darü’l-mülk-i kadime)’nın önemi, Yavuz Sultan Selim’in kardeşlerine karşı taht mücadelesi ve özellikle Kanunî devrinde Şehzade Bayezid ile Şehzade Selim arasındaki rekabette daha açık olarak ortaya çıktı. Manisa’nın İstanbul’a daha yakın olması sebebiyle daha avantajlı bir şehzade merkezi olduğu söylenebilir. Kanunî devri şehzade kavgalarının ardından tahta çıkan II. Selim Manisa sancağına yalnız en büyük oğlu Murad’ı, o tahta geçtiğinde de aynı şekilde en büyük oğlu Mehmed’i gönderdi. III. Mehmed ise bunu da kaldırdı. Böylece Kafes uygulaması başlamış oldu.
Sadece oğullar değil, sancağa çıkacak yaşa gelen torunlara da sancak verilmekteydi. Bazı kaynaklarda 15 yaşında sancağa çıkmaktan söz edilse de uygulamada daha küçük veya büyük yaştaki şehzadelerin sancaklara tayin edildiği görülür. Şehzadelerin sancağa gönderilmeleri onların siyasî erginliğe eriştiğinin bir göstergesi olarak değerlendirilmiştir. II. Mehmed, sünnet ettirdiği torunlarından daha önce Trabzon’da bulunan Abdullah’ı evlendirip Manisa’ya, Şehinşah’ı Menteşe’ye ve Ahmed’i de Çorum’a tayin etti.
Hükümdarların savaşlar dolayısıyla uzak topraklara gitmesi durumunda yerlerine oğullarından birini payitahtı korumak için bırakması da, şehzade sancağı uygulamasının yürürlükte olduğu dönemin özelliklerindendir. I. Murad’ın oğlu Bayezid’i bir iki kez sefer sırasında Anadolu’nun muhafazası görevinde bırakması, II. Mehmed’in Uzun Hasan’ın üzerine giderken Şehzade Cem’i Edirne’de bırakması, bunun örneklerindendir.
Şehzadelere sancakta lalaları ve anneleri eşlik eder, ayrıca kalabalık bir kapı halkları olurdu. Şehzadenin en güvenilir müttefiki, sancakta ona eşlik eden annesiydi. Bunun istisnalarından Kanunî’nin eşi Hürrem, oğulları arasında tercih yapmayarak merkezde kalmıştır. Lalalar ise sultan tarafından şehzadeyi denetlemekle görevlendirilirdi.
Hanedan Mensuplarının Evlilikleri
Osmanlıların hanedan kızlarıyla evlenmelerinde ilk iki hükümdardan sonra, bir iki istisna dışında, özellikle Müslüman hanedan kızlarından çocuk sahibi olmadıkları ileri sürülmüştür. Bazı tarihçiler aksini savunur. Mesela, I. Mehmed’in annesinin Germiyanlılardan Devletşah Hatun, II. Murad’ın annesinin Dülkadirlilerden Emine Hatun, II. Mehmed’in annesinin Candarlılardan Hatice Hatun, I. Selim’in annesinin de Dülkadirlilerden Ayşe Hatun olduğu ileri sürülmüştür. Öte yandan, II. Mehmed’den itibaren Hıristiyan hanedanlara mensup kızlarla evlenme ihtiyacı da ortadan kalkmıştır. Bundan sonra hükümdarlar cariyeleri eş edinmişlerdir. XVI. yüz yıldan itibaren üç resmî nikâhlı evlilik yapıldı. Kanunî Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultan ile nikâh kıymasından sonra XVII. yüz yılda II. Osman ve Sultan İbrahim nikâh kıyan hükümdarlar oldu. Osmanlıların hanedan evliliklerinden vazgeçmelerinin sebebi politik evliliklerin yararının azalması ve iktidarın hanedan ve soy sahibi ailelerle paylaşılmak istenmemesidir.
Hanedana mensup kızlar, padişahların kızları veya kız kardeşleri ilk devirlerde Müslüman Türk beylikleriyle yapılan siyasî evliliklere konu olmuşlar, bu beyliklerle Osmanlılar arasındaki siyasî ilişkilerde önemli roller oynamışlardır. Kanunî döneminde Padişahın en yakınında eşi Hurrem ve kızı Mihrimah’ın yanında damat sadrazamlar olmuştur.
XV. yüzyıl ortalarından itibaren sultan kızları sadece devşirme devlet adamlarıyla veya onların çocuklarıyla evlenmeye başladılar. Bayezid’ın kızlarının devşirmelerle evliliği kendisinden ziyade babası Fatih’in kararları doğrultusunda olmuştur.
Hanedan mensuplarının unvanları: Osmanlılarda padişahların erkek çocuklarına şehzade denirdi. İlk dönemlerde şehzadeler için çelebi sanı da kullanılırdı. Sultan kızlarının isimlerinden sonra sultan kelimesi gelirdi (Ayşe Sultan, Fatma Sultan gibi). Erkek evlat doğuran padişah gözdelerine Haseki denirdi. Valide sultanlara mehdi-i ulya-yı saltanat da denirdi. Büyük valideye valide-i muazzama denirdi.
Hanedana Alternatif Arayışları
Osmanlılar tarihin en uzun süreli ve kesintisiz hükümdarlık yapan hanedanıdır. Bununla birlikte tarihte hanedanının devamlılığının tehlikeye girdiği ve alternatif arayışlarının meydana geldiği dönemler de olmuştur. Bu meyanda Osmanlı hanedanına alternatif olarak adı en çok öne çıkarılanlar Cengiz soyundan olan Kırım hanları olmuştur.
I. Ahmed devrinde, IV. Murad’ın son dönemlerinde, XVII. yüz yıl sonlarında ve XVIII. yüz yılda zaman zaman bu tür tasavvurların dile getirildiğine dair kayıtlar vardır. Yine 1703’de Edirne Vakası sırasında Sokullu Mehmed Paşa ile II. Selim’in kızı İsmihan Sultanın evliliğinden doğan İbrahim Han’ın soyundan gelenlerinde adı Osmanlı hanedanına alternatif olarak geçmiştir. Kriz dönemlerinde ortaya çıkan bu tür tasavvurlar Osmanlı hanedanının meşruiyet kaynağının gücü ve devletin birliğini bir arada tutan rolü karşısında ciddi bir destek bulamamıştır.
Divan-ı Hümâyun
Divân-ı Hümâyun Osmanlı devletinin klasik döneminde XV. yüz yıldan XVII. yüz yıl ortalarına kadar en önemli yürütme ve danışma organıdır. Divan kelimesi topluluk, toplanma, toplantı anlamındadır, aslı Aramicedir. Sasanîlerde devlet yönetimi ile ilgili bir terim olarak kullanılan divan, Arapça’ya Farsça’dan geçmiştir. Emevîler devrinde gelişen Divanlar Abbasîlerde de devam etti.
Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletleri yoluyla bu geleneği tevarüs eden Osmanlılarda da çeşitli divanlar vardı. Bunların en önemlisi Divan-ı Hümâ yun’dur. Padişahın divanı demektir. Padişahın bulunduğu yerde, onun adına toplanan divandır. Eyaletlerde beylerbeyi divanları, sancak şehzadelerinin divanları, veziriazam divanı da vardır. Fatih Kanunnamesinde Divan-ı Hümâyunda düzenlenmiştir. Bu kanunname ile Padişahın Divan toplantılarına başkanlık etmesi usulü kaldırılarak toplantıları kafes arkasından takip etmeleri, toplantıdan sonra Padişah’a arza çıkılması gelenek halini almıştır. Divan-ı Hümâyun’da ülke ve devlet yönetimine dair siyasî ve idarî konular görüşüldüğünden onu bir icra ve danışma organı olarak tanımlamak gerekir. Divan’da aynı zamanda adlî işlerde görülürdü.
Divan’ın toplantı yeri, Topkapı Sarayında, ikinci avluda harem dairesine bitişik Kubbe altı idi. Divan toplantıları XVI. yüz yılda haftada 4 veya beş gün iken, XVII. Yüz yılda ikiye inmiş, XVIII. Yüz yılda ise iyice azalmıştır. Toplantılar sabah namazından sonra başlardı. Toplantının gündemini reisülküttab hazırlardı.
Padişahın divan toplantılarına katılmadığı dönemde toplantılara onun mutlak vekili konumundaki veziriazam başkanlık ederdi. Osmanlı devletinde ilk dönemlerde tek vezir varken daha sonra vezir sayısı artmış, birinci vezire veziriazam unvanı verilmiştir. Fatih Kanunnamesinde Padişahın mutlak vekili ve herkesin büyüğü olarak (“vüzerâ ve ümerânın ...başıdır, cümlenin ulusdur”) tanımlanan veziriazam aynı zaman da padişahın katılmadığı seferlere serdar-ı ekrem unvanıyla başkomutanlık ederdi.
Divan’ın vezirler dışındaki üyeleri, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, Nişancı, Rumeli ve Anadolu Defterdarları idi. Kazaskerler ilmiye sınıfının tayin, azil vb. işleriyle, şer’î konularda intikal eden davalara bakarken Müftiyi Kanun olarak tanımlanan Nişancı kanunların tedvini, tahrir işlemleri vb.nin yanında ferman ve beratlara Padişahın tuğrasını çekmekle yükümlüydü. Nişancı ve emri altındaki reisülküttab Divan bürokrasisini idare ederdi. Defterdarlardan Rumeli Defterdarı aynı zamanda Baş defterdar idi. Devletin malî işlerinde Padişahın vekili olan defterdarların emri altında giderek gelişen bir bürokratik aygıt, maliye kâtipleri vardı. Yeniçeri Ağasıvezirliğe yükselince Divan üyesi olurdu. XVI. yüz yılda Osmanlı donanmasının gelişmesine paralel olarak Kaptan-ı Derya da Divan üyesi oldu. Rumeli Beylerbeyi ise İstanbul’da bulunduğu zamanlarda Divan toplantılarına katılırdı.
Divan toplantıları dışında veziriazam konağında ikindi vakti toplanan İkindi Divanı’nda devlet işleri görüşülür, divan toplantılarında bitmeyen konular ele alınırdı. Olağanüstü zamanlarda toplanan ve padişah dışında herkesin ayakta durduğu divana ayak divanı denirdi.
Nişancının nezaretinde Reisülküttab’ın başkanlığında divan kararlarını yazmak, göndermek ve saklamak görevlerini yürüten bürolar yani Divan Kalemleri vardı. Bu kalemler ve görevleri şöyleydi:
- Beylik Kalemi: Divan kararlarıyla ilgili evrakın (ahkâm, mühimme, şikâyet, name-i Hümâyun vb. belgelerin, hazırlanması ile görevliydi.
- Tahvil Kalemi: Üst düzey görevlilerin hasları ile zeamet ve timarların kaydından sorumluydu.
- Rüus Kalemi: Vakıf personeli, din görevlileri, kâtipler, saray ağa ve hademeleri, kale görevlileri vb. atama ve diğer işlerinden sorumluydu.
Divan’daki diğer bürolar şunlardı:
- Amedî Kalemi: XVIII. yüz yılda kuruldu. Sadrazamın padişaha yazıları (telhis,takrir), yabancı devletlere yazılan her türlü yazı burada hazırlanırdı. Daimi elçiliklerin kurulmasıyla önemi daha da arttı.
- Vakanüvislik: Resmî tarihçilik asıl Fatih devrinde şehnamecilik şeklinde ortaya çıktı. XVIII. Yüz yıl başlarında Divan-ı Hümâyun kalemleri arasında vakanüvislik oluşturuldu. Önemli vakanüvisler olarak Naîma, Raşid, Küçük Çelebizade Asım, Sami, Şakir, Refet, Hıfzı, Subhi, İzzî, Vasıf, Mütercim Asım, Şanizade, Cevdet Paşa, Lutfi Efendi, Abdurrahman Şeref’i zikretmek mümkündür.
- Divan-ı Hümâyun Tercümanlığı: Tercümanlar yabancılarla yazışmalar ve görüşmeler için görevlendirilen genellikle yabancı dil bilen mühtediler arasından seçilirdi. Zamanla dil bilen Osmanlı tebaası Fenerli Rumlar bu işle görevlendirildi. Yunan İsyanı üzerine 1821’de Babıali Tercüme Odası kurularak Müslüman gençlere dil öğretilmeye başlandı.