aofsoru.com

Siyasi Tarih 2 Dersi 8. Ünite Özet

Küreselleşme Ve Yeni Dünya Düzeni (1991-2003)

Yeni Dünya Düzeninin Temel Dinamikleri

21. yüzyıla girerken dünya üzerindeki komünist rejimlerin sayısı azaldı. Doğu Avrupa’daki sosyalist rejimler 1989’da, SSCB ise 1991 yılında dağıldı ve böylece Batı ittifakı Soğuk Savaş’ın galibi oldu. Soğuk Savaş, hem devletler ve devlet grupları arasındaki mücadele hem de ideolojiler hatta paradigmalar arasındaki bir savaştı. Böylece, savaşın galibi olan ABD ve temsil ettiği Batı dünyası sahip olduğu bütün değerleri ve kurumları başta eski komünist ülkeler olmak üzere tüm dünyaya yayma fırsatını ele geçirmiş oldu. Neticede, ABD Batı dünyasına ait ekonomik, siyasal, ideolojik ve kültürel değerler ile kurumların da tüm dünyaya benimsetilmesini ve yerleştirilmesini öngören “yeni dünya düzeni” kavramını ortaya attı. Henüz doğan Yeni Dünya Düzeni kavramı üç adımda gerçekleştirilecekti: Birinci adım, komünist ülkelerin hızla serbest piyasa ekonomisine geçmesini sağlamaktı. İkinci adım, sosyalist ya da devletin ekonomideki ağırlığının fazla olduğu özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinin neoliberal ilkeler çerçevesinde yeniden örgütlenmesiydi. Üçüncü ve son adım ise, neoliberal ekonomiye paralel olarak insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi gibi siyasi ilkelerin egemen olduğu liberal rejimlerin tesis edilmesiydi.

1991 sonrasında başlayan çağın şüphesiz en önemli özelliklerinden biri de tarihte belki de hiç olmadığı kadar bir “dünya toplumu”nun ortaya çıkmasına sahne olmasıdır. Kitle iletişim olanaklarındaki büyük gelişme, özellikle İnternet’in kullanılmaya başlanması ve yazılı ile görsel medyanın dünyanın birçok noktasına rahatlıkla ulaşması dünya halklarının yakınlaşmasına ve birbirlerinden o zamana kadar hiç olmadığı kadar haberdar olmalarına yol açtı. Dünya toplumuna geçişin en önemli etkilerinden biri de bizzat yeni dünya düzeni söyleminin mimarlar› tarafından da istenildiği gibi ulus-devletlerin zayıflamasına paralel olarak sivil toplum unsurlarının gerek iç siyasette gerekse dış siyasette ağırlıklarının artışıdır.

Yeni Dünya Düzeninde Kazananlar Ve Kaybedenler: Batı-Doğu

Bu kapsamda ABD değerlendirildiğinde, 1992’de yapılan başkanlık seçimlerini Demokrat Parti adayı Bill Clinton kazandı. Clinton yönetimi, iç politikada askeri harcamaları kısarak vergi politikasıyla kamunun sosyal harcamalarını arttırma yolunu seçti. Dış politikada ise, uluslararası sorunları ve krizleri çok-taraflılık çevresinde çözmeye çalıştı. Ayrıca sorunların çözümünde BM gibi uluslararası platformlar kullanarak ve uluslararası hukuka dayanmaya çalışılarak bir meşruiyet kazanmayı da hedefledi. Bütün bunlara rağmen, ABD hegemonyasına meydan okuyan ülkeler müttefiklerle işbirliği içerisinde baskı altına alındı, gerektiğinde müdahaleler gerçekleştirildi.

Sekiz yıllık Clinton yönetiminden sonra, 2000 yılında, yapılan seçimlerle Cumhuriyetçi Parti adayı George W. Bush başkan oldu. Bu dönemde gerçekleşen 11 Eylül saldırısı ile ABD dış politikası büyük bir değişim geçirdi. Bu saldırının ardından, ABD dış politikasını güvenlik ve terörle mücadele yönlendirdi. Bu yeni dönemde, ABD çok-taraflılık ve meşruiyet gibi olgulara/kavramlara artık önem vermeyecek, dış politikada diplomasi ve barışçıl yöntemlerin yerine doğrudan askeri güç kullanılması gibi yöntemler benimsendi.

Bush yönetimi 11 Eylül sonrasında kendisi ile aynı görüşe sahip olan Yeni-Muhafazakârlar (Neo-Conservatives)’ı çeşitli yönetim kademelerine getirdi. Onların da desteği ile yeni dünya düzenine karşı muhalefet eden “haydut devletlere” gerektiğinde askeri güç uygulamayı bir hak olarak gördü. Üstelik bunu yaparken uluslararası bir meşruiyet sağlamak zorunda da değildi. ABD, tüm bu gelişmelerin ardından önce Afganistan’a müdahale etti ve 2003 yılında da Irak’ı işgale girişti.

Yeni dünyanın kazananları ve kaybedenleri kapsamında Avrupa ve Avrupa Birliği değerlendirildiğinde, Soğuk Savaş’ın bitmesi, Avrupa’nın uluslararası sistemdeki merkezi rolünü yeniden kazanmasını sağladı. Bu merkezi rol hem Doğu Avrupa’yla siyasal, ekonomik, ideolojik ve kültürel entegrasyonu beraberinde getirdi hem de Avrupa’nın batısında II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan bütünleşme sürecinin de hızlanmasına yol açtı.

Bu bağlamda, AET 1992 yılından itibaren uluslar üstü bir yapıya dönüştü ve örgütün adı Avrupa Birliği (AB) olarak değiştirildi. AB üyeliği, Eski Doğu Bloku ülkelerinin liberal demokratik bir siyasal ve ekonomik sistem kurmalarını hızlandırdı. Böylece AB, bu şartları sağlama zorunluluğu üye olan ülkelere yeni dünya düzenini ihraç etmekte temel dinamik oldu. Ekonomik entegrasyonu sağlamak amacıyla kurulan AB, siyasal entegrasyonu sağlamak için bulunduğu girişimlerde başarılı olamadı. Üye devletlerin çıkarlarının farklılaşması nedeni ile ortak bir politika izlenemedi. AB’nin diğer hedeflerinden biri de, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası çerçevesinde ortak bir Avrupa ordusu kurmaktı. Ancak, gerçekleşmedi. Avrupa’da gerçekleşen Bosna ve Kosova krizi gibi krizler, Avrupalı güçlerin NATO ve ABD desteği olmadan kendi güvenliklerini sağlayamayacaklarını anlamalarını sağladı. Bu nedenle, NATO’ya üye olma yönünde adımlar attılar ve başarılı da oldular.

Bu başlık altında Rusya Federasyonu ele alındığında, SSCB’nin dağılmasının ardından kurulan Rus Federasyonu yeni döneme uyum sağlamak için 1991 yılı sonrasında çeşitli girişimlerde bulundu. Öncelikle, komünist ekonomiden kapitalist ekonomiye geçiş hedeflendi. 1991 yılı sonunda federasyon başkanı olan Boris Yeltsin önderliğindeki yönetim, kamu mülkiyetini hızla sonlandırdı ve üretim tesislerinin hızla özel mülkiyete geçirilmesini sağladı.

Rus Federasyonu’nun karşılaştığı ikinci sorun post-Sovyet coğrafyada birlik ve istikrar sağlanmasıydı. SSCB, çeşitli halklardan ve siyasal yapılardan oluşmaktaydı. 1991’de dağıldıktan sonra da bu yapılarda ayrılıkçı ve özerklik talepleri dillenmeye başladı. Bu talepler içinde bir Kuzey Kafkasya halkı olan Çeçenler bağımsızlık yönündeki taleplerini açıkça gösterdi. Rus Yönetimi ilk başlarda bu ayrılıkçı hareketlere karşı harekete geçemedi. Ancak, 1993 başlarından itibaren sert tedbirler aldı ve 1996’dan itibaren Kuzey Kafkasya topraklarındaki kontrolünü sağlamlaştırdı.

Aynı dönemde, Moskova kendi topraklarındaki otoriteyi sağlamlaştırmaya paralel olarak eski Sovyet topraklarındaki etkinliğini yeniden inşa etmek için de bir politika sürdürdü. 1991 yılı sonlarında eski SSCB ülkelerinin üye olduğu Bağımsız Devletler Topluluğu’nu kurdu. Bağımsızlığını yeni kazanmış birçok devlet de Moskova’nın baskısı ile bu topluluğa üye olmak zorunda kaldı. 1993’te ilan ettiği “Yakın Çevre Doktrini” ile postSovyet coğrafyanın hala kendi etki alanında olduğunu açık bir biçimde ilan etti. Bu gelişmelerin ardından, Gürcistan’da Gamsahurdia, Azerbaycan’da Ebulfeyz Elçibey gibi Rusya karşıtları Moskova’nın düzenlediği operasyonlar ile iktidardan uzaklaştırıldı. Moskova, petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarını izni olmadan Batı’ya nakledilemeyeceğini açık bir biçimde vurguladı.

1997 yılında Asya ekonomik krizi patlak verdi. Rusya ekonomisi de bu krizden olumsuz etkilendi ve Boris Yeltsin’e olan destek bu nedenle azaldı. 1999 Aralık’ında Boris Yeltsin istifa ederek Vladimir Putin’in yeni devlet başkanı olmasını sağladı. Putin döneminde, ekonomi ve iç siyasette de, dış politikada da olumlu gelişmeler yaşandı. Rusya artık tek kutuplu dünya düzeninden memnuniyetsizliğini açıkça dile getiren ülkelerden biri haline gelmeyi başardı.

Eski Doğu Bloku Ülkeleri

Yeni dünyanın kazananları ve kaybedenleri kapsamında Eski Doğu Bloku Ülkeleri değerlendirildiğinde ise Eski Doğu Bloku ülkelerindeki dönüşüm beş ayrı alt grupta ele alınabilir.

Coğrafi olarak orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, yeni dünya düzenine IMF ve Dünya Bankası’nın desteği ile liberalleşerek hızla uyum sağladılar. Bu ülkelerin uyum sağlama sürecindeki başarısının en önemli nedeni AB ve NATO’ya üye olmaları oldu.

Eski Sovyet cumhuriyetleri serbest piyasa ilişkilerini egemen kılamadı. Dolayısı ile hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygılı işler bir demokrasi de kurulamadı. Ayrıca, Rusya yüzünden hiçbiri ne AB’ye ne de NATO’ya üye olabildi.

Güney Kafkasya’daki eski Sovyet ülkeleri de serbest piyasa ekonomisi ve işleyen bir demokrasi kurmakta başarısız oldu. Etnik milliyetçiliğin ve ayrılıkçılığın kendisini en fazla hissettiren bu bölgelerde dönüşüm süreci hala devam etmektedir.

Orta Asya’daki eski Sovyet cumhuriyetleri, hem ekonomik hem de siyasal dönüşümün en başarısız olduğu bölgedir. Zengin hammadde kaynaklarına sahip olan bu ülkeler dar bir elit tarafından kontrol edildiğinden ve AB’ye üyelik gibi perspektifleri olmadığından liberal taleplerin oluşması için 21. yüzyılı beklemek gerekecekti.

Arnavutluk ve eski Yugoslavya ülkeleri ise, etnik milliyetçilik ve dinsel fanatizm nedeni ile ekonomik dönüşümü biraz daha beklemek zorunda kaldı.

Orta Doğu Gelişmeleri

1990’larda Orta Doğu’da yaşanan önemli gelişmelerde ABD büyük rol oynadı. ABD, bu dönemde hem Irak’a saldırdı hem de İsrail ile Filistinliler arasındaki sorunu çözmek amacıyla ara buluculuk rolünü üstlendi. 11 Eylül saldırılarından sonra İran da ABD için büyük bir sorun teşkil etmeye başladı.

Ortadoğu’daki gelişmelerden biri Körfez Savaşıdır. 2 Ağustos 1990 tarihinde Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, Irak ekonomisini canlandırmak amacı ile Kuveyt’i işgal etti ve Kuveyt’in Irak’ın 19. Vilayeti olduğunu açıkladı. Ardından, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi 29 Kasım 1990’da uluslararası barış ve güvenliğin bozulması gerekçesi ile ittifak üyelerine kuvvet kullanımı da dâhil olmak üzere tüm önlemleri alma hakkını tanıyan 678 sayılı kararı aldı. ABD’nin önderliğinde uluslararası destekle yürütülen ve Çöl Fırtınası olarak adlandırılan bu operasyon 2 Mart 1991 tarihinde BM Güvenlik Konseyi kararı ile son buldu. Soğuk Savaş sonrasında ABD’nin uluslararası desteği arkasına alarak müdahalede bulunduğu ilk yer Irak oldu.Körfez Savaşı’nın çıkmasının ana nedeni petrolün Batı’ya sorunsuz akışını sağlamaktı.

Körfez Savaşı sonrasında ABD, Orta Doğu’daki sorunları çözmek için İsrail ile uzun yıllardır ihtilaf içinde olan Arap devletlerini ve Filistinlileri barış masasına oturmaya ikna etti ve böylece Orta Doğu Barış Süreci başlamış oldu. Barış Konferansı 30 Ekim 1991’de ABD ve Sovyetler Birliği’nin öncülüğünde İsrail, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Ürdün/Filistin delegasyonunun katılımıyla Madrid’de başladı. Yapılan görüşmelerden kesin bir sonuç elde edilemedi. Net bir sonuç elde edilemese de bu görüşmeler, o tarihe kadar İsrail’le ihtilaflı Arap devletlerinin barış masasına oturarak siyasi tutumlarını değiştirdiklerini göstermeleri açısından önemliydi.

Barış sürecine katkısı olacak olan bir diğer görüşme de Ocak 1993’te Oslo’da İsrail ve Filistinliler arasında yapılan gizli görüşmelerdi. Bu görüşmeler sonucunda, 13 Eylül 1993’te İlkeler Bildirgesi, Washington’da ABD Başkanı Bill Clinton’un liderliğinde İsrail Başbakanı İshak Rabin ve Filistin lideri Yaser Arafat tarafından imzalandı. Ancak, 2000 yılına kadar tarafların taviz vermek istemedikleri Yahudi yerleşimleri, Kudüs’ün statüsü ve Filistin Devleti’nin geleceği/sınırları gibi konular çözüme ulaşmadı. Taraflar, 2000 yılında imzalanan Camp David zirvesinde de uzlaşamadılar. İsrail’in barış süreci boyunca Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden çekilmemesi el-Aksa İntifadasına yol açtı ve böylece barış süreci sonlandı.

İran’ın nükleer programı 1950’lerde ABD desteği ile başlamıştı. 1979 yılında gerçekleşen İran İslam Devrimi’nden sonra, ABD’nin İran’a yaptığı bu destekte bir sapma yaşandı. Yeni ittifak arayışına giren İran, 1995 yılında Rusya ile yarım kalan Buşehr nükleer santralinin tamamlanması için bir antlaşma imzaladı. İmzalanan bu antlaşma ABD ile İran arasını açtı. Nükleer santralin barışçıl amaçlarla inşa edildiğini belirten İran, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’na (NPT) taraf olduğunu göstermek için Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na (IAEA) topraklarını açtı. Ancak, 1997 tarihli NPT’nin Ek Protokolü’nü imzalamadı.

2002 yılında İran’ın IAEA’nın kontrolü dışında Arak ve Natanz’da nükleer çalışmaları olduğu tespit edildi. Böylece İran’ın nükleer programı 2002 yılında uluslararası bir krize neden oldu. Bunun nedeni ise 11 Eylül saldırılarından sonra ABD dış politikasında yaşanan değişimdi.

11 Eylül Saldırıları ve ABD

11 Eylül saldırıları, 1979 sonlarında Afganistan’ı işgal eden SSCB’ye karşı kurulan direniş örgütlerinden biri olan El-Kaide tarafından gerçekleştirildi. Bu terör saldırıları, Pearl Harbour’dan beri kendi topraklarında ilk kez saldırıya uğraması açısından ABD için önem taşıyordu. 11 Eylül saldırıları, ABD dış politikasında önemli değişikliklere neden oldu. ABD, çok-taraflılık ve meşruiyet gibi kavramları bir kenara bırakarak, dış politikada diplomasi ve barışçı yöntemlerin yerine doğrudan askeri güç kullanılması gibi yöntemler benimsedi. ABD, El-Kaide ve onunla işbirliği yapan İslami örgütlere de küresel bir savaş ilan etti. Teröre karşı açtığı bu küresel savaş nedeni ile ABD, önce Afganistan’a müdahalede bulundu, ardından 2003 yılında Irak’ı işgal etti.

ABD, 20 Eylül 2001’de Afganistan’a El-Kaide liderlerini ABD yönetimine teslim etmesi yönünde bir nota verdi. Fakat Afganistan yönetimi somut kanıtlar olmadığı için bu isteği reddetti. Bu gelişme sonucunda ABD, Özgürlük Operasyonu ismiyle Afganistan’a savaş açtı. Afganistan Savaşı, ABD’nin uluslararası sistemde tek başına hareket edebileceğini gösteren ilk uygulama alan› oldu. Aslında BM Güvenlik Konseyi 28 Eylül 2001 tarihinde aldığı 1373 sayılı kararla ABD’nin 11 Eylül saldırılarından doğan meşru müdafaa hakkını kabul etmişti. Ancak bu kararda, 11 Eylül saldırılarından Taliban yönetiminin sorumlu olduğuna ilişkin herhangi bir atıf yer almıyordu.

11 Eylül’den sonra ABD, Irak’ı kitle imha silahları geliştirmekle itham ederek Irak’ın müttefikler için bir tehdit unsuru olduğunu dile getirmeye başladı. Bununla birlikte, Saddam Hüseyin’in El-Kaide’yle bağlantısı olduğu sıklıkla vurgulandı. Bu kapsamda 20 Mart 2003’te Irak’a Özgürlük Operasyonu ismiyle Irak’ı işgale başlandı.

Asya, Afrika Ve Latin Amerika Gelişmeleri

Asya ’daki gelişmelere bakıldığında, Soğuk Savaş’tan sonra Japonya ve Asya Kaplanları (Tayland, Tayvan, Singapur, Hong Kong, Güney Kore, Malezya) gibi ülkelerin yükselen yeni ekonomik güç olacakları dillenmeye başladı. SSCB yıkılmış olmasına rağmen Çin Halk Cumhuriyeti’nin neredeyse bir süper güç olması Asya kıtasının ön plana çıkacağı şeklinde yorumlanıyordu. Ancak, Asya’da çıkan bir dizi ekonomik kriz ve siyasal sorun bu kıtanın ABD karşısında güç kaybetmesine neden oldu. Çin, bu ekonomik krizden zarar görmedi ve Batı, Çin ile işbirliği yoluna gitme kararı verdi. 2001 yılında Çin, Dünya Ticaret Örgütü’ne üyelik kazandı ve uluslararası arenadaki önemini arttırdı.

Afrika ’daki gelişmelere bakıldığında, Soğuk Savaş sonrasında ABD ve Sovyetler Birliği’nin bölgedeki dengeleyici etkisi yerini milliyetçilik sorunu nedeni ile açlık savaşa bıraktı. Ayrıca, yine Soğuk Savaş döneminde Afrika devletlerine yapılan ekonomik yardımlar kesilince mevcut yönetimler de zor durumda kaldı. Somali iç savaşı ve Ruanda soykırımı, bölgede yaşanan diğer çatışma ve savaşlara oranla en kanlı olanlar oldu.

Latin Amerika ’daki gelişmelere bakıldığında, Soğuk Savaş’ın bitmesi ile ABD, anti-komünizme dayalı siyasal pozisyonunu değiştirdi. Latin Amerika’daki ABD destekli iktidarlar, kıtanın neoliberalizmle eşgüdümlü bir ekonomik politika izlemesine ilişkin yeni bir yön belirlediler. IMF ve Dünya bankası desteği ile yüksek enflasyon oranlarının aşağıya çekilmesi ve özel yatırımların hız kazandırılması amaçlandı. Sermayenin önündeki engellerin tamamen kaldırılması ve özel yatırımların teşvik edilmesi, hükümetlerin para piyasaları üzerindeki kontrolünü zayıflattı. Ulusal ekonomileri sermaye akışına bağımlı kılan neoliberal politikalar, Latin Amerika ülkelerini ekonomik açıdan daha kırılgan hale getirdi. Yabancı sermayenin üretimden ziyade para piyasalarına yönelmesi de işsizliği arttırarak Latin Amerika’daki krizlerin ortaya çıkmasına neden oldu. 1990’da Peru’da başlayan ekonomik kriz, 1994’teki Meksika kriziyle devam etti. 1999’da Brezilya ve 2001’de Arjantin de bu kriz dalgasına maruz kaldılar. Tüm bu ekonomik krizler sonucunda artan işsizlik oranı ve gelir dağılımındaki adaletsizlik, neoliberal politikalara karşı çıkacak yeni bir harekete zemin hazırladı ve 1990’lar biterken Latin Amerika’da sol hareket etkili oldu.


Yukarı Git

Sosyal Medya'da Paylaş

Facebook Twitter Google Pinterest Whatsapp Email