Siyasi Tarih 2 Dersi 6. Ünite Özet
İkinci Soğuk Savaş Dönemi
- Özet
Yeni Dinamikler ve Etkileri
1960’ların başlarından itibaren etkisini hissettiren yumuşama olgusu, 1970’lerin sonlarına kadar uluslararası sistemin yeniden şekillenmesinde belirleyici bir unsur olmuştur. Fakat yumuşamayı ortaya çıkaran dinamiklerin bir süre sonra etkisini yitirmesiyle 1980’ler “İkinci Soğuk Savaş Dönemi” olarak adlandırılacaktır. Sonrasında ise ABD ve SSCB arasında yeniden yakınlaşma süreci ortaya çıkacak, birçok uzman tarafından bile öngörülemeyen öncelikle Doğu Bloku sonrasında ise SSCB yıkılmasıyla sonuçlanacaktır.
1970’lerde Dünya ekonomisi krizleri yaşasa da Batı, ekonomik hâkimiyeti tesis etmek adına önemli adımlar atmıştır. Bu durumun bir sonucu olarak çevre ekonomilerin merkeze (Batı’ya) bağımlılıkları çeşitli yollarla artmıştır. 1973’te başlayan petrol ambargosu Batı ekonomilerini ilk etapta olumsuz etkiledi. Bu krizle birlikte petrol ihracatçısı ülkeler elde ettikleri büyük gelirleri ulusal kalkınma programlarının finansmanında kullandılar. Bu durumda; ara, tüketim ve yatırım malları talebi ortaya çıktı. Batı ekonomileri bu talebi karşılarken, petrol fiyatlarındaki artıştan kaynaklanan maliyet artışını fiyatlara yansıtmışlardır. Böylelikle petrol ihraç eden ülkeler artan petrol fiyatlarından yeterince istifade edememişlerdir. Ayrıca petrol ihracatından elde ettikleri gelirleri Batı banka sistematiğine sokmalarıyla birlikte Batı ekonomisi bu fonları kullanarak daha da güçlenmiştir.
Petrol ihracatçısı olmayan ülkeler ise artan petrol fiyatlarının etkisiyle petrol ithalatına daha fazla kaynak ayırmak zorunda kalmışlardı. Ayrıca ithalat yoluyla sağladıkları metaların petrole bağlı fiyat artışını da karşılamak durumunda kalmışlardı. OPEC üyesi olmayan Üçüncü Dünya Ülkelerinin 1974 yılında 142 milyar dolar olan dış borçları toplamı, 1978 yılına gelindiğinde 315 milyar doları bulmuştu. Ekonomik sıkıntıların artışıyla ekonomik ve siyasal kargaşa içine giren Üçüncü Dünya Ülkeleri süper güçlere daha da yaklaşmak durumunda kalmışlardı. Dolayısıyla iki kutuplu sistem içerisinde artan özerkliklerinin azalması söz konusu olmuştur. Bu dönemde ABD’nin faiz oranlarını artırması ise ödemeler dengesi açıklarını dış borçla kapatan ülkelerin çöküş sürecini başlattı. Ortaya çıkan durumda Batı’nın ekonomik ve siyasal hegemonyası iyice belirginleşmiştir. 1973 sonrası dönemde ortaya çıkan uluslararası ekonomik sistem içerisinde ABD daha çok öne çıktı. ABD hükümeti uluslararası sermayeyi ülkeye çekebilmesiyle küresel mücadelenin ekonomik boyutunda önemli bir hamle yapmıştı. Ortaya çıkan bu yeni ekonomik durumun en önemli sonuçlarından birisi Doğu Blokunun çökmesi olacaktır.
ABD ekonomisi açısından işler iyi gidiyorken SSCB içinse durum daha sıkıntılı bir hal almıştı. Askeri harcamaları sürekli olarak arttırması, ABD ile girdiği uzay yarışının giderleri, az gelişmiş ülkeler üzerindeki SSCB etkinliğini geliştirme amaçlı verilen askeri ve ekonomik yardımların fazlalığı üçüncü endüstriyel devrimin yakalanamaması gibi unsurların bir sonucu olarak SSCB ekonomisi ciddi oranda güç kaybetmişti. Yukarıda belirtilen petrol krizi sonrası sermayenin uluslararasılaşması dinamiği bazı Doğu Bloku ülkelerini de etkisi altına aldı. Macaristan ve Polonya 1970’lerde karşılaştıkları ekonomik sorunları, yumuşamanın yarattığı olumlu hava çerçevesinde Batı ekonomik sistematiği içine girerek dış borçlarla geçiştirme yolunu seçmişlerdi. SSCB’nin de ekonomik sorunları nedeniyle beklenen ölçüde yardım yapamamasının da etkisiyle özellikle Polonya gibi sosyalist rejimler zor durumda kaldılar. Uluslararası ekonominin yeniden yapılandığı ve ABD’nin öne çıktığı süreçte, Doğu Blokunun Batıdan bağımsız konumu etkilenmiştir. Örneğin SSCB, Avrupalı gelişmiş ülkelere petrol ve gaz satmasıyla Batı ekonomik sistemine doğrudan eklemlenmişti.
Petrole olan bağımlılık sarmalında üçüncü dünya ülkelerine baktığımızda ilk olarak, petrol fiyatlarındaki artış, petrol üreticisi ülkelerin gelirlerinde çok büyük oranlarda artışa neden olsa da petrol üreticisi olmayan ülkelerin büyük ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya gelmelerine neden olmuştu. İkinci olarak ise, petrol fiyatlarındaki artış Üçüncü Dünya hareketinin birlikteliğini yitirmesinin de önemli nedenlerinden birini oluşturdu. Petrol üreticisi olmayan ülkelerle kriz nedeniyle gelirlerinde çok büyük artışlar sağlayan diğer Üçüncü Dünya ülkeleri arasında ciddi sorunlar ortaya çıktı. Son olarak, uluslararası ekonomik sistemin yeniden merkezîleşmesinin doğal sonucu olan “denetim” ve “yönetim” dinamiklerinin bağımlı ekonomilere uygulanmasıyla ortaya çıkan çevresel ülkelerin bağımlılıklarının artışı, gerek uluslararası ekonomik gerekse siyasal sistem açısından önemli etkilerde bulundu. Bu dönemde egemen olan Yeni Sağ ideoloji ve neoliberalizm çerçevesinde dünya ekonomisinin yeniden düzenlenmesine girişildi.
ABD ve Batı Bloku
Nixon-Kissinger ikilisi tarafından yumuşama eksenli bir strateji yürütülüyorken, Üçüncü Dünyada ABD karşıtı, SSCB yanlısı devrimler meydana geliyordu. Bu durum ABD’de büyük endişeyle karşılanmıştı. SSCB’nin etkinliğindeki bu artış, yumuşamanın SSCB yayılmacılığını sağlayan ve ABD’nin küresel hegemonyasını sarsan bir olgu olarak görüldü.
Carter yönetimiyle birlikte gerek ABD’nin gerekse NATO’nun askeri ve siyasal açıdan “güçlendirilmesi” ve “etkinleştirilmesi” politikalarının benimsendiği bir döneme girildi. Bu politikaların önemli bir boyutunu da Üçüncü Dünya’da Amerikan askeri varlığının güçlendirilmesi ve bu bölgelerde oluşabilecek bunalımlara müdahale kabiliyetinin artırılması oluşturmaktaydı.
İran’da yaşanan devrim ve Afganistan’ın SSCB tarafında işgali gibi gelişmeler İkinci Soğuk Savaşa olan desteğin ABD kamuoyunda artmasına sebebiyet vermişti. 1980 Ocak’ında İkinci Soğuk Savaşı resmen başlatan “Carter Doktrini” açıklandı. Böylelikle ABD yeniden güç ve çatışma politikalarına döndüğünü gösteriyordu. ABD dış politikasının doğrultusu ise belirgin biçimde Orta Doğu’ya çevrilmişti.
Bunlara ek olarak; nükleer silah indirimine yönelik SALTII antlaşmasının geri çekilmesi, SSCB’ye yapılan ihracata sınır konulması ve 1980 Moskova Olimpiyatlarının boykot edilmesiyle, iki blok arasındaki ilişkilerde ciddi bir kopma ortaya çıkmıştır.
1981 başında ABD’de iktidara gelen Reagan, İkinci Soğuk Savaşı keskinleştiren politikalara yöneldi. Carter döneminde belirlenen stratejiler çok daha yoğun bir şekilde uygulanmaya başlandı.
Yaşanan bu süreçte Batı Avrupa devletleri ABD’nin çatışmacı politikalarına karşı muhalif duruş göstermemişlerdir. Özellikle SSCB’nin Doğu Avrupa’ya SS-20 füzeleri yerleştirmesiyle tehdit altında kalan Batı Avrupa, ABD’ye daha da yakınlaşmışlardır. Ayrıca Batı Avrupa devletleri kendi aralarında da bağları ve ilişkileri güçlendirmeye çalışmışlardır. AET’nin kurulması ve 1986 yılında üye ülke sayısının 12’ye yükselmesi bu çabaların bir sonucudur. Avrupa bütünleşmesinin güçlenmesi ve derinleşmesine yönelik çabalar 1980’lerin ikinci yarısında da artarak devam etmiştir.
SSCB ve Doğu Bloku
Ekonomik ve teknolojik olarak ABD’nin gerisinde kalması, Doğu Avrupa halklarının refah talepleri, insan hakları konusundaki beklentiler ve milliyetçi düşüncelerin daha fazla dile getirilmesi gibi sorunlar SSCB’yi zora sokan unsurlardı. ABD’nin ekonomik politikaları SSCB’ye karşı bir dış politika aracı olarak kullanması da SSCB’nin ekonomik şartlarını daha çok ağırlaştırdı. Artan memnuniyetsizlik toplumsal muhalefeti daha da büyütmekteydi.
Üstelik tam da söz konusu gelişmeler yaşanırken ‹kinci Soğuk Savaş’ın başlaması bu dinamikleri daha da güçlendirici bir etki yarattı. Özellikle ABD’nin nükleer ve konvansiyonel silahlarda büyük bir silahlanma yarışı başlatması SSCB ekonomisinin daha da zorlanmasına yol açtı. SSCB’nin 1960’lardaki silahlanma yükünün getirdiği faturayı bile ödemekte zorlandığı bir dönemde yeni bir silahlanma yarışına girmesi mümkün değildi. Ekonomik zorluklar toplumsal muhalefeti beslemekte, bu da ulusal sorunları gündeme getirerek SSCB ve Doğu Avrupa’nın bütünlüğünü sarsmaktaydı.
Doğu Avrupa ülkeleri 1980’lere girilirken büyük oranda SSCB tarafından dayatılan kalıplar içinde hareket ediyor görünümü vermekteydiler. Komünist ekonomilerin, halkın refah düzeyini yükseltme hususundaki başarısızlığı iyiden iyiye ortaya çıkmıştı. Merkezî planlamanın halkın temel ihtiyaçlarının üretiminde bile başarısız kalması, verimliliğin azalması, rejim içinde bir seçkinler sınıfının doğmasının tepki yaratması gibi olgular ekonominin yapısal sorunlarının ilk akla gelenleriydi. 1980’lere gelirken uluslararası siyasal ve ekonomik dinamiklerin birbirlerini etkilediği yepyeni bir konjonktür ortaya çıkmıştı. Bu durum Doğu Avrupa’da bir değişim sürecini tetikleyecekti. Örneğin Polonya’da rejim karşıtı hareketler ortaya çıkmıştı. Ekonomik sıkıntılar, Katolik çoğunluk, tarihten gelen Rus karşıtlığı gibi unsurların etkisiyle Polonya’da rejim karşıtı güçlü bir muhalefet ortaya çıkmıştı.
Üçüncü Dünya
Afganistan’ın SSCB tarafından işgali, İkinci Soğuk Savaşın başlamasındaki en önemli nedenlerden biri olmuştur. Bu işgalin temelinde SSCB destekli hükümete karşı savaşan “Mücahitler”i etkisiz hale getirme düşüncesi yatmaktaydı. Ayrıca İran’daki İslam devriminin bölgede oluşturduğu İslami dalgalanmanın, kendi topraklarında milyonlarca Müslümanın yaşadığı SSCB’yi de etkileyebileceği endişesi Moskova’yı böyle bir adım atmaya zorlamıştı. İşgalden sonra ABD desteğiyle hızla silahlanan mücahitler, Sovyet birliklerine yönelik mücadeleye devam ettiler. Böylelikle SSCB 10 yıl süren ve hiç bir sonuç alamadığı bir duruma sürüklendi. İşgalin getirdiği ağır siyasal, askeri ve ekonomik yük sonucunda Gorbaçov hükümeti 1989’da Sovyet birliklerini Afganistan’dan çekti. Sovyet işgalinin sona ermesinin ardından Afganistan’da farklı etnik ve mezhepsel gruplar arasında anlaşmazlıklar çıktı ve büyük bir iç savaş yaşandı. Ülkede günümüze kadar devam eden bir istikrarsızlık dönemi başladı.
İkinci Soğuk Savaşı başlatan önemli olaylardan bir diğeri de İran’daki İslam devrimidir. İran, Şah yönetimi 1950’lerden itibaren ABD ile yakın ilişkiler kurmuş Batı yanlısı bir ülkeydi. Petrol gelirlerindeki artış özellikle Amerikan silahlarıyla teçhiz edilmiş büyük bir ordu oluşturulmasında kullanılmıştı. Şah rejiminin izlediği antidemokratik, baskıcı özellikte yönetim ve milliyetçi yaklaşım başta İslami olmak üzere birçok kesimi harekete geçirmiş ve güçlü bir muhalefet oluşmasına sebebiyet vermiştir. 1977’den sonra toplumsal muhalefet iyice güçlenerek sokağa indi. Yönetim sert tedbirlere başvurdu. Kontrolü kaybettiğini anlayan, Batılı müttefiklerinden ve ABD den beklediği desteği alamayan Şah, ordunun da kendisine tavır alması üzerine 1979 yılında yurtdışına kaçtı. Yıllar önce ülkeyi terk ederek Paris’e yerleşen dini önder Ayetullah Humeyni bu gelişmenin üzerine İran’a döndü ve yönetimi ele aldı. Ülke İslam Cumhuriyeti olarak yeniden yapılandırılmaya başlandı. İktidarı ele alan İslamcılar diğer tüm grupları hızla tasfiye etti. Devrim sonrasında İran’ın dış politikası tamamen değişti. Batı yanlısı İran artık ABD ve Batı karşıtı bir ülke olmuştu.
İran’daki rejim değişikliğinin ardından İran ve Irak arasında bir savaş yaşandı. İran’daki yeni rejimi tanımadığını açıklayan Saddam Hüseyin 1975 yılında yapılan Cezayir Antlaşmasından çekildiğini açıkladı. Böylelikle Şatt-ül Arap su yolu üzerindeki egemenlik meselesi tekrar gündeme geldi. 22 Eylül 1980 tarihinde Irak’ın saldırısıyla savaş başlamış oldu. İlerleyen süreçte körfez ülkeleri ve ABD’de savaşa müdahil oldular. 8 senelik savaş taraflar arasında 25 Ağustos 1988’de imzalanan Cenevre Antlaşmasıyla sona erdi. İran topraklarından tüm ırak askerlerinin çekilmesini isterken Irak, Şatt-ül Arap su yolu üzerinde ortak denetim kurulmasında ısrar etti. İki ülke arasında barış ancak Kuveyt’in 1990 Ağustos’unda işgali sonrasında, Irak’ın eline geçirdiği tek taraflı olarak geri vermesiyle gerçekleşecekti.
Irak ve İran arasında bunlar yaşanırken bir taraftan da Lübnan’da bir iç savaş devam etmekteydi. 1975’te başlayan iç savaş 1980’ler boyunca sürdü. 1982 yılında bölgedeki FKÖ varlığını tasfiye etmek isteyen İsrail’in güney Lübnan’ı işgaliyle durum daha da karışık bir hal aldı. İşgalin ardından ABD ve Fransa güçleri de bölgeye yerleşti. Bu süreçte Lübnan Şiileri Hizbullah çatısı altında birleşmeye başladılar. Hizbullah zamanla ülke ve bölge siyasetinin en önemli unsurlarından biri haline gelecekti. İsrail işgalin ardından ülkeyi terk ederken Litani nehrine kadar bir tampon bölgeyi elinde tutmaya devam etti. Lübnan’da yaşanan iç savaşı sona erdirmek amacıyla 22 Ekim 1989’da Arap Birliği öncülüğünde ve ABD’nin desteğiyle Taif Anlaşması imzalandı. Buna göre ülkedeki milis güçler silah bırakacak ve Suriye birlikleri de ülkeden çekilecekleri.
Ortadoğu’da bunlar yaşanıyorken Doğu ve Güneydoğu Asya ekonomileri 1980’ler boyunca hızlı bir büyüme sürecine girmişlerdi. Güneydoğu Asya dünya ekonomisinin yeni üretim merkezi haline gelmekteydi. Ayrıca ÇHC bölgenin diğer yükselen gücü haline geliyordu. Mao’nun 1976’da ölmesinden sonra iktidara gelen Çin Komünist Partisinin ılımlı kanadından Deng Hsiao-Ping, yönetim kademesindeki radikal unsurları temizleyerek ÇHC’nin değişimini başlattı. Ekonomideki mutlak devlet kontrolü kaldırılarak sınırlı da olsa piyasa mekanizması devreye sokuldu. Kamu mülkiyetindeki şirketler, verimlilik ve kârlılığı esas alan bir anlayışla yönetilmeye başlandı. Tarım arazileri çiftçilere ve ailelerine bırakıldı. Ülke uluslararası yatırımlara açıldı. 1979-1991 arasındaki dönemde uluslararası gelişmelere büyük oranda uyumlu bir dış politika izlendi.