Siyasi Tarih 2 Dersi 1. Ünite Özet
İkinci Dünya Savaşı’Na Giden Yol (1929-1939)
- Özet
“Büyük Çöküş” ve Uluslararası Sistemin Zayıflaması
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen 1929 Küresel Ekonomik krizi, Avrupa’da 1919’dan sonra sağlanmaya çalışılan istikrarı temellerinden sarsmıştır. Kapitalist ekonomik modelin en büyük krizi olarak kabul edilen bu ekonomik krizin nedenleri üzerine üretilen tezlerden özellikle ikisi öne çıkmıştır:
- ABD ekonomisinin I. Dünya savaşı sonrasında aşırı büyümesi,
- Ünlü İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’e göre; 1921-1929 yılları arasında düşük hammadde fiyatlarının ve ılımlı bir biçimde yükselen ücretlerin, fiyatları ve de sanayi kârlarının artmasına yol açması.
John Maynard Keynes, Birinci Dünya Savaşı boyunca Hazine’de çalışmış ve Paris Barış Konferansı’na İngiltere Hazine Baş temsilcisi olarak katılmıştır. 1930’larda ekonomiyi kökünden değiştiren İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” adlı yapıtını kaleme almıştır.
1929 Küresel Ekonomik krizinin toplumsal ve siyasal yapı üzerinde çok büyük etkileri görülmüştür.
ABD’den çıkıp dünyaya yayılan bu kriz, liberal demokrasi anlayışına duyulan güveni azaltmıştır. İtalya’da faşizm ve Almanya’da Nazi hareketi ekonomik ve siyasal bunalımın büyüklüğü karşısında güç kazanmıştır. Milletler Cemiyeti’nin öngördüğü uluslararası sistem sorgulanmış, ortak güvenlik ve silahsızlanma çabaları büyük çapta başarısızlığa uğramıştır.
Avrupa’da Rejim Değişikliklerinin Meydana Gelmesi
İtalya’da Faşist Rejimin Kurulması: I. Dünya Savaşı sonrası İtalya’da faşizmin yükselmesinin çeşitli nedenleri vardır: Savaş sırasında çok fazla vatandaşını kaybetmiş ve kendisine vaat edilen toprakları elde edememiştir. Devlet, Gabriele d’Annunzio’nun “Sakatlanan Zafer” söylemini yoğun bir şekilde işlemeye başlamış ve sonuçta Kara Gömlekli Faşist adlı bir grup propaganda yapmaya başlamıştır. İtalya’yı 1915’in Mayıs ayında savaşa sokan grubun içerisinde yer almış, Birinci Dünya Savaşı’nda cesur davranışları nedeniyle kahraman olarak görülmüştür.
Savaş sonrasında derinleşen toplumsal eşitsizlikler, çökmüş bir ekonomi ve yüksek enflasyon kırsalda ve kentlerde çeşitli halk hareketlerine neden olmuştur.
Toprak sahipleri yoğun bir şekilde faşist hareketleri maddi olarak desteklemeye başlamış, Giovanni Giolitti Hükümeti’nin istikrarlı olmayan politikası ve sosyalistler ile komünistlerin etkili olamayan çıkışları faşizmin kolayca yükselmesine yol açmıştır.
Benito Mussolini’nin “savaş birliği” adlı siyasi hareketi, 7 Kasım 1921’de Partito Nazionale Fascista olarak partileştirilmiş, “Kara Gömlekler” partinin alt örgütü olarak yeniden yapılandırılmıştır. Mussolini’ye göre faşizm, sınıfları tek bir iktisadi ve ahlaksal gerçeklikte birleştiren devlet bütünlüğünü tanımayan ve sınıf savaşıyla tarihsel akışı sertleştiren sosyalizmin karşısındadır. Bu düşünceye sahip parti başkanı Mussolini, Faşist Partileri dışındaki tüm partileri kapatmış, sendikal hareketleri tasfiye etmiştir. Ülkedeki azınlıkları İtalyanlaştırmaya çalışmış, Roma İmparatorluğu’nu diriltmek üzere Akdeniz çevresinde sömürgeler elde etmeye çalışmıştır. Bu yayılma politikası Türk-İtalyan ilişkilerinde de gerginliğe sebebiyet vermiştir.
Almanya’da Nasyonal Sosyalizmin (Nazizmin) Egemen Olması: Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya çeşitli siyasal bunalımlarla yüz yüze gelmiştir. Kiel Limanı’nda başlayan sosyalist devrim, 9 Kasım 1918’de İmparatorluğa son verilerek Alman Cumhuriyeti’nin kurulması ile sonuçlanmıştır. Ancak, kurulan bu hükümette Spartakistler Birliği’nin yer almaması Alman sosyalistlerin arasında kriz yaşanmasına neden olmuştur. Sonuç olarak, 31 Ocak 1918’de Almanya Komünist Partisi kurulmuş Partinin öncüleri olan Rosa Lüxemburg ve Karl Liebknecht öldürtülmüştür.
Spartakistler’in ayaklanması 19 Ocak 1919’da bastırılmış ve yapılan seçimler ile 11 Şubat 1919’da Weimar Cumhuriyet’i kurulmuştur. Yeni kurulan hükümet savaştan yeni çıkan ülkenin sorunlarını çözmekte yetersiz kalmış, 28 Haziran 1919’da imzalanan Versailles Antlaşması ile de halkın hükümete karşı olan tepkisi giderek büyümüştür.
Tüm bu gelişmeler, Hitler’in 1920’de başına geçtiği Alman Nasyonal –Sosyalist İşçi Partisi’nin ideolojisinin destek görmesi için ortam yaratmıştır. Hitler’e göre Nasyonal-Sosyalizm’de devlet bir amaç değil, araçtır. Büyük bir uygarlığın kurulması için, devlet en önde gelen koşullardan biridir. Ama bu yüksek uygarlığın doğrudan olarak ilk koşulu değildir. Çünkü uygarlık özellikle uygarlık kurma yeteneği olan bir ırkın varlığında saklıdır. Onun bu görüşü, Nasyonel Sosyalist Alman Öğrenciler Birliği, Öğretmenler Birliği, Hukukçular Birliği ve Hekimler Birliği gibi örgütlerle hızla yayılmıştır. Nasyonel Sosyalist Alman Öğrenciler Birliği, Öğretmenler Birliği, Hukukçular Birliği ve Hekimler Birliği gibi örgütlerle hızla yayılmıştır.
1933 yılında Başbakan olan Hitler, Yetki Yasası’nı çıkararak kanun çıkarma yetkisinin hükümete devredilmesini sağlamıştır. 14 Temmuz 1933’te çıkarılan bir yasayla ise Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi Almanya’nın tek partisi ilan edilmiştir. Nasyonal Sosyalist Parti’yi benimsemeyenler ya öldürülmüş ya da toplama kamplarına gönderilmiştir. Parti 1993 yazının sonunda mevcut devlet aygıtının tamamına hâkim olmuştur. Weimar Anayasası’nın kağıt üzerinde geçerliliğini korumasına izin verilerek de siyasal-ideolojik değişim meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.
2 Ağustos 1934’te Cumhurbaşkanı Hindenburg’un ölümü üzerine Hitler, Cumhurbaşkanlık ve Başbakanlık makamlarını şahsında birleştirerek “führer” olmuştur. Bu yetki ile ordu ve kiliseye de hükmetmiştir. Versailles Antlaşması’nın sınırlayıcı hükümlerini ortadan kaldırmış, Alman ordusunun toplam gücünü artırmıştır. Ayrıca, Locarno Anlaşması’ndan ayrılarak askersiz bölge olan Ren bölgesini işgal etmiştir.
Nasyonel İşçi Partisi’nin iktidara gelmesi ve statükonun değiştirilmesine yönelik faaliyetlerde bulunması, devletler arasında yeni ve önemli anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Sovyetler Birliği ve Stalin’in Mutlak İktidarı: 1917 yılında Rusya’da yaşanan Bolşevik Devrimi dengeleri alt üst etmiştir. Birçok araştırmacı temel sorunun, devrimin umulanın aksine Rusya gibi gerek toplumsal ilişkiler gerekse üretim ilişkileri açısından geri özelliklere sahip bir ülkede patlak vermesinin ortaya çıkardığını öne sürmektedir.
Lenin’in, 1921 yılında Komünist Parti’nin X. Kongresi’nde ortaya attığı Yeni Ekonomi Politikası pek çok olumlu sonucuna rağmen parti içinde anlaşmazlıklar çıkmasını engellememiştir.
Komünist Parti, 1924 yılında Lenin ölünce iktidarı eline almış, Batılı emperyalist ordular ve yerel karşı devrimciler yenilgiye uğratılmış, kilit önemdeki sanayi sektörleri devletleştirilmiş, köylülere toprak dağıtılmış ve sanayi ile gıda üretimi yeniden canlandırılmıştı. Ancak, tüm bu gelişmeler Joseph Stalin’in iktidarı ele geçirmesine engel olamamıştır.
Stalin, felsefeden ekonomiye, filolojiden tarihe ve genetiğe kadar her alandaki “doğrular”ı kendisi belirlemiştir. Komünist Parti’deki sol ve sağ muhalefeti temsil eden eski yol arkadaşlarını tasfiye etmiş, düzmece mahkemelerle ya kurşuna dizdirmiş ya da sürgüne göndermiştir. Sovyetler Birliği’ni insan hayatını göz ardı ederek feodal bir toplumdan sanayileşmiş bir topluma dönüştürmeye çalışmış, Kızıl Ordu’yu güçlendirmeye çalışarak Batılı güçlere gözdağı vermeye çalışmıştır. Hitler ile anlaşarak Polonya’nın bir kısmını Baltık Devletlerini ele geçirmeye çalışmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Stalin’in yönetiminde Sovyetler Birliği uluslararası ilişkilerde önemli bir aktör hâline gelmiştir.
Japonya’da Militarist Yönetim ve Yayılmacılık: 19. yüzyılın ortalarından itibaren Japonya’daki reformcu güçlerin desteklediği genç imparator Mutso-hito, 1868’de “aydınlanmış yönetim” anlamına gelen “Meici” adını alarak bu dönemi başlatmıştır. Feodal yapıyı dönüştürme süreci olan bu modernleşme süreci, sanayi burjuvazisinin oluşmasına olanak sağlamış ve Japon kapitalizmi geniş halk kitleleri üzerinde zorbalığa dayanan yöntemlerle büyümüştür.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da, Japon ekonomisi bölgesinde rakipsiz olmuş, Japon militarizmi 1929 Ekonomik Bunalımı’ndan sonra ılımlı sağı etkisizleştirerek ırkçı aşırı sağın yükselmesini sağlamıştır.
1931 yılında Başbakan ve Dışişleri Bakanı General Tanaka’nın “askeri yayılmacı planı”nın ilk hedefi Mançurya olmuştur. Tanaka, Moğolistan’da haklar elde edilebilmesi için bölgenin hareket noktası olarak kullanılması gerektiğini belirtmiştir.
Mart 1933’te Milletler Cemiyeti’nden ayrılmış ve 1937’de Çin ile savaşmıştır. Bu savaş bazı uluslararası ilişkiler uzmanlarına göre Uzak Doğu’da erken bir tarihte yeni bir dünya savaşının başlangıcını oluşturmuştur.
Çeşitli Avrupa Ülkelerinde Faşizm:
İngiltere: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra çeşitli ülkelerde tırmanan faşizm hareketi, İngiltere’de bazı çevreler tarafından kabul görüp uygulanmaya çalışılmıştır.
Rotha Lintorn-Orman, Northhumberland Dükünün yardımlarıyla “Britsh Fascisti” adlı bir grup kurarak kısa zaman içinde etkili olmaya çalışmıştır.
“Imperial Fascist League” faşist hareketi, Yahudi Sorunu’nu eksen almış ve Yahudilerin kitleler halinde katledilmesini savunmuştur.
1 Ekim 1932’de kurulan “İngiliz Faşistler Birliği” hareketi, İngiltere ve Almanya arasında güç mücadelesinin yaşanması, büyük sermayenin bundan rahatsızlık duyması, 1933’ten itibaren ekonomik şartların düzelmeye başlaması, orta sınıfların kısmen refaha kavuşması ve hareketin kendisini Hitler ve Nazizm ile özdeşleştirmesi gibi etkenlerden dolayı güç kaybetmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre önce kamuoyunun desteğini önemli ölçüde yitirmiştir.
Fransa: Fransa’daki faşist hareket, 1889’da kurulan “Action Française” ile Protestenlara (özellikle Almanlara), Yahudilere, Masonlara, ülkedeki yabancılara karşı gelişmiştir. Ardından “Savaşçılar ve Üreticiler Birliği” isimli faşist örgütü kurulmuştur.
Portekiz: Monarşinin devrilmesinden sonra, 1901’de kurulan demokratik ve laik yönetim, General Gomes’un 28 Mayıs 1926’da gerçekleştirdiği askeri-sivil darbe sonucu yıkılmıştır. Ekonomik sorunların çözümlenememesi sonucu, General Gomes’un yerini General Carmona almıştır. Caromna, profesör olan Antonio de Oliveria Salazar’ın 1932’de başbakan olmasını sağlamıştır. Salazar, geniş yetkilerinin olduğu bir anayasayı hazırlatarak ülkede uzun süre devam edecek faşist bir rejimi hayata geçirmiştir.
Çeşitli Ülkelerde: I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Doğu Avrupa ve Balkanlar’da çeşitli rejim değişiklileri gerçekleşmiş ve faşist rejimler uygulanmıştır.
Yunanistan’da, Kralcılar ile Cumhuriyetçiler arasında yaşanan sert mücadele sonucu dikta rejimi kurulmuştur.
Bulgaristan’da, 9 Haziran 1923’te askeri darbe sonucu Çiftçi Birliği devrilmiş, ardından kurulan Milli Blok da 1934’te yeni bir darbeyle devrilmiştir. Kurulan faşist rejim Almanya yanlısı bir politika izlemiştir.
Romanya’da “Demir Muhafızlar” adlı faşist örgüt Yahudi düşmanlığı ve antikomünist tutumuyla sert bir politika izlemiştir.
Yugoslavya ve Arnavutluk’ta şiddeti daha az olan benzer faşist hareketler görülmüştür.
Genel olarak bakıldığında I. Dünya Savaşı sonrasında, Macaristan, Çekoslovakya, Avusturya, İsviçre, Polonya, Litvanya, Letonya, Estonya, Hollanda, Belçika, Norveç, Finlandiya ve Danimarka’da da demokrasi ağır bir darbe almış ve insanlık yeni bir krizle karşılaşmıştır.
Avrupa’da Statükonun Bozulması
Dünya Savaşı’ndan küresel savaşa uzanan süreci R.A.C Parker iki bölüme ayırmıştır:
- Avrupa Savaşı
- Dünya Savaşı
1941 Eylül’ünde imzalanan “Üçlü Pakt” ise savaşın küresel bir hal almasına neden olmuştur ve bu savaşın başlangıç noktası için tarihçiler birkaç sav ortaya atmıştır. Onlara göre;
- 1931 yılında Japonların Mançurya’ya saldırması,
- 1934 yılında Yugoslavya Kralı’nın Hırvatlar tarafından öldürülmesi,
- 1936 yılında Almanların Versailles Barış Antlaşması’nı bozarak Ren Bölgesi’ne yeniden girmesiyle ya da 1937 yılında Japon ve Çin askerlerinin Marco Polo Köprüsü’nde karşılıklı açtıkları ateş savaşın hali hazırda başlamış olduğunun göstergeleri olmuştur.
Almanya’nın Versailles Barış Anlaşması’nı Bozma Çabaları: Almanya’da 1933 yılında iktidar olan Hitler, 1925 yılında yayınladığı “Mein Kampf” (Kavgam) isimli kitabında Versailles Antlaşması’nın öngördüğü statükoyu bozmak ve Alman ırkına dayalı büyük bir imparatorluk kurmak için geniş bir program hazırlamıştı. Üç aşamadan oluşan bu programda;
- Almanya’nın yeniden silahlandırılması,
- Versailles’in yasakladığı zorunlu askerliğin geri getirilerek Orta ve Doğu Avrupa’da yeni bölgelerin elde edilmesi
- ABD’ye karşı bir savaşla küresel bir üstünlüğün ele geçirilmeye çalışılması planlanmıştır.
13 Mart 1918’de Alman Hükümeti’nin Avusturya ile birleşmesi Hitler’in yönetiminde olan Alman Hükümeti’nin Avrupa güçler dengesi içerisinde kontrol edilemez bir noktaya ulaşmasını sağlamıştır.
25 Temmuz 1934 tarihinde Avusturya polisi üniforması giymiş bir grup Nazi, Viyana’daki başbakanlık binasına girerek Başbakan Dollfuss’ü öldürmüş ve Nazilerin iktidarı ele almış olduğunu ilan etmiştir. Sanıldığı gibi güçlü olmayan bu hareket, hükümet güçleri tarafından kısa sürede bastırılmış ve darbe girişiminde bulunan Naziler tutuklanmıştır.
Almanya’nın Çekoslovakya’daki Südetler Bölgesini Ele Geçirmesi: Avusturya’nın Almanya ile birleşmesinin ardından Alman Nazileri, “Tek Millet-Tek Devlet” ilkesi ışığında şekillenen Büyük Almanya’nın kurulması için Versailles Barış Antlaşması’nda Çekoslovakya’ya verilen ve yaklaşık 3,5 milyon Alman’ın yaşadığı Südetler Bölgesi’ne yönelmiştir.
Bu bölge Çekoslovakya’nın endüstrisinin büyük bir kısmını barındırması açısından önem arz etmiştir.
Bu gelişmeden sonra Südet Almanları Partisi yayınladığı “Karlsbad Programı” ile Çekoslavakya Hükümeti’ni baskı altına almaya çalışmıştır. Bu programa göre Südet Almanları, bölgenin kendini yönetme hakkına sahip olması, istedikleri rejimi seçmeleri, Çekoslavakya’nın SSCB’den uzaklaşarak Almanya’ya yaklaşması gibi isteklerde bulunmuşlardır.
Çekoslavakya Hükümeti’nin Südet Almanlarının isteklerini kabul etmemesi nedeni ile bu sorun bir Avrupa sorunu haline gelmiştir. Batılı devletlerin savaşın çıkmasını engellemek amacıyla sürdürdüğü “Yatıştırma Politikası” ile Hitler Südet bölgesini teslim almış ve Orta Avrupa’daki yaşam alanlarını elde etmiştir.
Ancak Hitler bu durumdan tatmin olmamış ve Almanya 14-15 Mart tarihlerinde Çekoslavakya’yı işgal etmiştir. İşgal sonrasında Slovakya bağımsızlığını ilan etmiş, Almanlar 23 Mart 1939 tarihinde Litvanya’ya saldırarak ülkenin Memel kentini ele geçirmiştir.
İspanya İç Savaşı: I. Dünya Savaşı sonrasında iktidar olan Cumhuriyetçi hükümetin kiliselerin gücüne son vermeye çalışması ve toprak reformunu hayata geçirmesi bu çevrelerin sağ grupları desteklemesine neden olmuştur. Cumhuriyetçi ve sosyalist gruplar arasındaki anlaşmazlık ise, 3 Aralık 1933 seçimlerinde İtalya’daki Faşist Parti’nin bir benzeri olan Özerk Sağ Partiler Konfederasyonu (Falanjist Parti)’nun güç kazanması ile sonuçlanmıştır.
Seçimler sonucunda radikal Lerroux’un hükümet kurması ve CEDA üyelerini bu hükümete dahil etmesi, işçi grevlerine ve kitlesel protestolara neden olmuştur.
16 Şubat 1936’da seçimleri Halk Partisi kazanmış ve solCumhuriyetçiler yeniden iktidara gelmiştir. 1936 yazında Castillo adlı bir solcunun öldürülmesi İspanya İç Savaşı’nın başlangıcı olmuştur. Milliyetçiler ve Cumhuriyetçiler arasında yaşanan bu savaşta, köylüler ve anarşistlerden oluşan halktan kesim Cumhuriyetçileri, ordu ise Milliyetçileri desteklemiştir.
İspanya iç Savaşı’na Avrupa devletleri de müdahil olmuştur. SSCB Cumhuriyetçilere, İtalya ve Almanya da Milliyetçiler’e taraf olmuştur.
Bu savaşta, 26 Nisan 1937 tarihinde Bask şehri Guernica’ya yapılan hava saldırısı, pek çok sivilin ölümüne neden olmuştur. Saldırıyı Alman Hava Kuvvetleri’ne bağlı “Condor Legion’a (Kondor Lejyonu)” ve İtalyan yönetimine ait “Aviazione Legionaria’ya (Lejyoner Hava Kuvvetleri)” ait uçakları gerçekleştirmiş ve yaklaşık 40 ton bomba kullanılmıştır.
İtalya’nın Yayılmacı Politikası:
İtalya’nın Habeşistan’ı İşgali: İtalya başbakanı Benito Mussolini, 1930’lu yıllara kadar ülke içinde faşist rejimin gücünü artırma, ülke dışında ise ılımlı bir politika izlemiştir. Ancak bu tutumu, 1929 Dünya Ekonomik Krizi, hızlı nüfus artışı, endüstrinin hammaddeye ihtiyaç duyması ve Habeşistan’nın el değmemiş zenginlikleri nedeni ile değişmiştir. Ayrıca, Japonya’nın Mançurya’ya saldırması ve Almanya’nın statükoyu bozmaya yönelik eylemleri karşısında Milletler Cemiyeti’nin tepki göstermemesi de etkili olmuştur.
İtalya’nın 3 Ekim 1935 tarihinde başlayan işgali 9 Mayıs 1936 tarihinde başarıya ulaşmıştır. Habeşistan’ın işgali, İngiltere’nin Uzak Doğu’daki ekonomik çıkar alanlarına giden rotanın tam üzerinde bulunması bakımından 1930’lu yıllarda statükonun bozulmasına yol açan en önemli olaylardan biriydi.
İtalya’nın Arnavutluk’u İşgali: Faşist lider Mussolini, Dalmaçya kıyılarında üstünlük kurma isteği nedeni ile Almanya’nın da desteğini alarak 1939 yılında Arnavutluk’u işgal etmiştir. Başarı ile sonuçlanan bu işgal, Doğu Akdeniz ve Balkanlarda statükoyu bozmuştur.
Sovyetler Birliği-Almanya Saldırmazlık Paktı: İtalya’nın Arnavutluk’u işgalinden sonra, İngiltere ve Fransa Polonya, Romanya ve Yunanistan’a askeri güvence sözü vermiştir.
Bu gelişmeler Sovyetler Birliği’nin kapitalist Batı dünyası karşısında gücünü pekiştirme ve güvenliğini garanti altına alma isteğini artırmıştır. Bu istek ile 23 Ağustos 1939’da “Sovyetler Birliği-Almanya Saldırmazlık Paktı” imzalanmıştır. Böylece bu pakt ile iki totaliter devlet Polonya’yı paylaşma konusunda önemli adımlar atmıştır.
Stalin tercihini Almanya’dan yana yaptığı için, bir süreden beri Sovyet, İngiliz ve Fransız askerî heyetleri arasında sürdürülen görüşmeler sona erdirilmiştir. Ancak İngiltere, bu Pakt’a karşılık 25 Ağustos 1939’da Polonya ile ittifak antlaşması yaparak kesin tavrını ortaya koymuştur. Bu bloklaşmalar dünyayı yeni bir savaşın eteğine getirme konusunda önemli rol oynamıştır.
Uzak Doğu’da Statükonun Bozulması
Japonya’nın Mançurya’yı İşgal Etmesi: Mançurya topraklarının Japon ekonomisini besleyen önemli bir bölge olması ve 1929 büyük ekonomik kriz Japonya’nın Mançurya’yı işgal etme nedenleri olmuştur.
Japonya altı ay süren bir işgalden sonra Mart 1932’de bölgeyi ele geçirerek “Manchukuo Devleti”ni kurmuştur. Çin, bu devletin kuruluş beyannamesinde kendisine ait toprakların olması nedeni ile bu işgali Milletler Cemiyeti’ne şikâyet etmiş ve bir sonuç alamamıştır. Ardından, 27 Mart 1933’de Japonya Çin’e ait olan Jehol kentini işgal etmiş ve almıştır. Japonya’nın amacı, Batılı hükümetleri bölgedeki ekonomik pastadan uzaklaştırmak, dolayısıyla Çin’i yalnızlaştırarak onunla iş birliğine gitmek ve kendi önderliğinde bölgesel refah düzenini yaratmak olmuştur
1930’ların ortalarında Çin hükümeti güçlenmiş ve olası bir Japon saldırısına karşı Sovyetler Birliği tarafından birleşik cephe kurulması teklifi almıştır. Çin’in uluslararası Pazar değerinin artması ile de ABD ve İngiltere ülke piyasalarına ilgi göstermeye başlamıştır. Sonuçta uluslararası destek kazanan Çin Japonya’ya karşı direnişe geçmiştir.
Çin-Japon Savaşı: Çin ve Japon Savaşı, 7 Temmuz 1937 tarihinde Çin’in Beijing şehrinde yer alan Marco Polo Köprüsü’nde gerçekleşmiştir. Japonya, Manchukuo ve Çin devletleri arasında bir işbirliği antlaşması önerdi. Japonya’nın bununla yapmak istediği şey, bölgedeki saldırılarının, Batılı devletlerin Doğu Asya’daki ekonomik bağlarını çözmeyi ve yerel refahı arttırmayı amaçladığını anlatmaktı. Japonya’nın katliama varan saldırıları Çin halkının kendisine taraf olmasına engel olmuş ve bu yüzden Japonya Avrupa ülkelerinin ilgisinin olduğu bölgelere doğru girmeye başlayarak işgal yönünü Güneydoğu Çin Denizi’ne çevirmiştir.
Japonya’nın 25 Kasım 1936’da Almanya, 5 Kasım 1937’de İtalya ile imzaladığı “Anti-Komintern Paktı” açık ve gizli olmak üzere iki bölümden oluşmuştur:
Açık kısma göre taraflar, Komünist Enternasyonal’in (Komintern) faaliyetleri ve buna karşı savunma önlemleri hakkında birbirlerine danışacaklar, temas hâlinde bulunacaklardı. Ülkelerindeki komünist faaliyetlere karşı ise sert önlemler alacaklardı ve bu konuda etkin bir iş birliği sağlamak için de devamlı çalışacak bir komite kuracaklardı. Paktın gizli kısmına göre ise taraflardan biri Sovyetler Birliği’nin herhangi bir saldırısına uğrarsa, ortak çıkarları korumak için alınacak önlemler hakkında birbirlerine danışacaklardı. Ayrıca birbirlerine haber vermeden SSCB ile hiçbir siyasal anlaşma yapmayacaklardı. Böylece II. Dünya Savaşı’na giden süreçte önemli bir dönüm noktası olan “Berlin-RomaTokyo Mihveri”, üç totaliter başkent arasında oluşturulmuş oldu.