İlk Müslüman Türk Devletleri Dersi 4. Ünite Özet
Karahanlılar (Türk Hakanlığı): Gelişme Dönemi
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
İslâmı Kabul
X. yüzyıl İslâm coğrafyacıları Seyhun ötesindeki Türklerin hangi dine inandıklarına cevap vermekten ziyade, onların “ıduk yer-sub (kutsal yer-su)” kültlerini, kendi Müslüman kimliklerinin etkisi ile putperest tanımlamalarla kaydetmişlerdir. Zira VIII. asrın ortalarında Gök Türk siyasî birliğinin dağılması ile birlikte bu siyasi birliği temsil eden Gök Tengri inancı da halka daha yakın, daha alt düzeydeki ilahî güçlere ve çok sayıda tengriye bölünmüştü. X. asrın başlarında ise İslâm, Türk Hakanlığı coğrafyasında batıda Seyhun boylarından doğuya doğru yavaş yavaş taban tutmaya başlamıştı. Abbâsîlerin askerî seferlerinin yerini İslâm’ı tebliğ için gerekli donanıma sahip kurumsal yapıları ve buradan yetişen Müslüman sufî vaizleri alırken, bürokrasisini teşkil eden unsurlar da soyca Seyhun ötesindeki Türklere yabancı değildi. Türkler arasında toplu ihtida (kitlesel olarak İslâm’a girme) haberlerinin İslâm kaynaklarında yer bulmaya başlaması normaldi. Kısaca, İslâmlaştıran ve İslâmlaşan açısından şartlar geçmiş asırlara göre artık çok daha müsaitti. Bu çerçevede, hâlâ şaman kültürü ve inancını koruyan Türk Hakanlığı hanedanı ve ülkesinin İslâm’a girmesi için gerekli ortam çoktan oluşmuştu.
Satuk Buğra Kara Hakan Abdülkerîm Bazir (921-955)
Satuk Tegin, Kâşgar’da Türk Hakanlığı’nın batı tarafını yöneten amcası ve üvey babası Oğulcak Kadır Han tarafından kendisine sığınan Sâmânî emiri Ebû Nasr’a verilen Artuç beldesinin de içinde bulunduğu bölgeye, tâbi bir tegin sıfatı ile gönderildi. Satuk Tegin bu vesile ile Artuç’un vergilerini tahsil için geldiğinde kendisini karşılayan Ebû Nasr Sâmânî ile tanıştı. Ebû Nasr Sâmânî hakkında bilinenler, onun çok yönlü bir tarihî kişilik olduğunu göstermektedir; Hakanlığa iltica etmiş siyasî bir emir, ticaretle meşgul olan bir tüccar, İslâmî bilimlere vâkıf bir fakih, manevî tarafı ile de ruhlar aleminde Hz. Peygamber’in bizzat irşad ettiği kutb mertebesinde bir mutasavvıftır. Merkezinde caminin yer aldığı bu küçük ticaret şehrinde namaz kılanları gören Satuk Tegin, İslâm hakkında ilk bilgiler ile ilk telkinleri doğrudan Ebû Nasr Sâmânî’den almaya başladı. Sonraki gelişmelerden anlaşılıyor ki, aralarında sadece İslâmî konular konuşulmadı. Her iki şehzade kendi ülkelerinin siyasî durumunu ve meselelerini de ele aldılar. Bu arada Sâmânî Ebû Nasr’ın telkinleri sonucunda on iki yaşındaki Satuk Tegin, rüyasında gökten inen bir kişinin kendisine Türkçe “ Müslüman ol ki, dünyada ve ahirette esenlik bulasın ” dediğini gördü ve uykuda iken Müslüman oldu. “Abdülkerîm” İslâmî adını alan Satuk Tegin, Fergâna gazilerinin ve kendisi gibi Müslüman olan bazı hanedan mensuplarının desteği ile Tabgaç Balık ve Atbaşı’nı ele geçirdi. Ardından ülkenin batı merkezi Kâşgar’a saldırıya geçip İslâm adına burayı ele geçirdi ve amcası Oğulcak Kadır Han’ı bertaraf ederek “Buğra Han” unvanını aldı. Orta Çağ İslâm kroniklerinde “Türk meliki Buğra Han” adı ile kaydedilen Satuk’un en geç 921 yılında Buğra Han unvanı aldığı ve bu tarihten önce de İslâm’ı kabul ettiği tesbit edilebilmektedir. Osmanlı kroniklerinde verilen onun Müslüman olduğu tarih ise, 913 yılına tekabül etmektedir. Satuk Buğra Han “Kara Hakan” unvanını da kullanarak ülkenin doğu merkezi Balasagun’u Sâmânilerin desteği ile ele geçirmeye teşebbüs ettiyse de başarılı olamadı. İslâm kaynaklarında bu mücadelenin sonucunu ve ülkenin doğusunda olup bitenleri aydınlatacak bir bilgiye rastlanmamaktadır. Satuk Buğra Han Tezkiresi ’nde anlatılanlar ise zaman ve mekân boyutu olmayan efsane bilgilerdir. Dolayısı ile Satuk Buğra Han’ın 955 yılında vefat edip Artuç’a defnedildiği zamana kadar yeni Müslüman kimliği ile yürüttüğü siyasî faaliyetlerini; birbirleri ile mücadele halinde olan Türk boylarını tek bir çatı altında itaat altına almak, “Kara Hakan” unvanını kullanarak Balasagun iktidarını ele geçirmek, “mücâhid” ve “gâzî” sıfatları ile Hoten ve Issıg Göl’ün doğu kıyısında Müslüman olmayan unsurlarla mücadeleyi sürdürmek; batıda ise Sâmânîlerle siyasî ittifaklar kurarak onların ve Mâverâünnehr gazilerinin askerî yardımını temin etmeye çalışmak şeklinde özetlemek mümkündür.
Baytaş Arslan Han Musa Satuk (955-960’dan Sonra?)
Satuk’un yerine geçen oğlu Baytaş Musâ’nın hem “Arslan Han” unvanı taşıması hem de kaynakta “Hanlar Hanı” unvanı ile kaydedilmesi, en geç onun saltanat döneminde Balasagun’un ele geçirilerek ülkede birlik ve istikrarın sağlandığı, İslâm’ın resmî din olarak bütün ülkede tanındığı anlamına gelmektedir. Zira piramidin en üstündekinin aldığı “Arslan Han” unvanı gibi, “Hanlar Hanı” unvanı da hakanlığın merkezi Balasagun’a özgü bir durumdu. Baytaş Arslan Han’a tâbi olan kardeşi İlig Tonga Süleymân ise Tarâz ve Kâşgar’da bulunmaktaydı ve ülkenin batı tarafında Sâmânîlerle ilişkileri yürütüyordu. Baytaş Arslan Han döneminde içeride siyasî birliği kuran Türk Hakanlığı’nın jeopolitik haklarının bir gereği olarak, birkaç asır önce ‘putperest’ kimlikleri ile ele geçiremedikleri Mâverâünnehr’i, şimdi Müslüman kimlikleri ile elde etmek için acele edecekleri aşikârdı. Bu işin başında ise hakanlığın batı kolunu yöneten İlig Tonga Süleymân vardı. İlig Tonga, birkaç defa Sâmânî toprağı Mâverâünnehr’e saldırıya geçti, ancak her defasında Sâmânî Nûh b. Nasr (943-954) ve Abdülmelik b. Nûh (954-961)’a hizmet eden Gazneli devletinin kurucusu Alp Tegin tarafından geri püskürtüldü. Son olarak 961 yılında Abdülmelik attan düşüp ölünce, yerine geçen Mansur b. Nûh ile anlaşmazlığa düşen Alp Tegin’in Sâmânî devleti içinde sebep olduğu karışıklıktan ve zafiyetten yararlanmak istedi ve Sâmânîler üzerine yeniden yürüdü. Ancak bu olayın gelişimi ve sonuçları hakkında kaynaklar susmaktadır.
Arslan Han Ali Musa (?- 998)
Baytaş Arslan Han’ın saltanatının ne zaman sona erdiği ve yerine Arslan Han Ali’nin ne zaman tahta geçtiği bilinmemektedir. Arslan Han Ali, aynı zamanda “Kara Han/Hakan” ve “Tonga” unvanı taşımaktadır. Onun faaliyetleri hakkında hiçbir bilgi yoktur. Yalnız, “elharîku’ş-şehîd” payesine ve 998 yılında Kâşgar’a defnedilmesine bakılırsa, ülkenin doğusundaki Müslüman olmayanlara karşı hakanlığın bu önemli merkezini müdafaa ederken yanarak şehit olduğu söylenebilir. Arslan Han Ali döneminde hakanlığın batı faaliyetlerini, bir süre İlig Tonga Süleyman ve en geç 991 yılından itibaren de oğlu Buğra Han Harun yürütmüştür. İslâm kaynaklarının bu tarihten itibaren batıdaki gelişmeler hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler vermesi ve bu gelişmelerin birbirleri ile bağlantılı olarak hakanlığın ikiye ayrılmasına kadar sürmesi nedeni ile bu kısmı Batı Politikası, batıya dair bilgilerin aksine pek az bilgi bulunan doğudaki gelişmeleri Doğu Politikası başlığı altında tasnif etmek, hakanlığın bütün tarihini anlamayı daha kolaylaştıracağından, bundan sonraki tarihî süreci iki ana başlık altında ele almak daha uygun olacaktır.
Batı Politikası
Sâmânî Devletine Son Verilmesi
Buğra Han Harun, Sâmânî devletine karşı harekete geçmeden önce sabırla detaylı bir plan ve hazırlık yaptı. Sâmânî devletinin çöküşüne neden olan memnuniyetsiz grupları yanına çekmeyi başardı. Bunlardan ilki Mâverâünnehir dihkân ları idi. Şahsî ihtiraslarını hayata geçirmek için mücadele eden vilayet hakimleri halkı yüksek vergiler vermeye mecbur bıraktılar. Bu uygulamalardan en çok rahatsız olan Mâverâünnehr ahalisi için önemli olan kendilerine kimin hakim olduğu değil, ticarî menfaatlerini kimin koruyacağı idi. Bu nedenle Sâmânî idaresi yerine, yakın ticarî ilişkiler içinde oldukları Türk Hakanlığı idaresini arzu etmeye başladılar. Mâverâünnehr yerel yöneticilerinden bir grup dihkân, Sâmânî devletine son verilmesi için Buğra Han Harun’u ülkeye davet etti. İkinci grup Mâverâünnehr’in gayri resmî uleması idi. Sâmânî hatipleri camilerde hakanlığa karşı cihadın farz olduğunu bildirince, halk onlara güvenmeyip “yakınlarındaki fakihlere (mutasavvışara)” müracaat ederek savaş için fetva istediler. Üçüncü grup Ebû Ali Sîmcûrî, Fâik, Beg Tüzün, Hâcib İnanç gibi Sâmânî topraklarını aralarında paylaşmak için mücadele eden Sâmânîlerin Türk asıllı komutanları idi. Bunlardan Ebû Ali Sîmcûrî, Horasan’da müstakil bir devlet kurmak için Buğra Han Harun ile gizlice yazışmaya başladı. Onunla kurduğu dostluk sonucunda bir anlaşma yapmayı başardı. Buğra Han Harun, durum kendi lehine dönünce 991 yılında Mâverâünnehr’in Fergana bölgesine girdi. Burada bastırdığı dirhemlerde kullandığı “melikü’l-maşrık” (doğunun hakanı), “zahîrü’d-da’ve” (davet destekçisi) ve “Türk Hakan” unvanları onun kimliğini ve politik hedeflerini yansıtmaktadır. Özellikle “zahîrü’d-da’ve” unvanı ile İslâm adına İslâm’dan çıkmış olan Sâmânî devletinin topraklarına, yani İslâm coğrafyasına girdiğini ifade ederek askerî müdahalesini meşru bir zemine dayandırmış olmaktadır. Meşhur bilgin Bîrûnî (ö. 1061?), Buğra Han Harun’un kendisine “şihâbü’d-devle”, onlardan bir grubun da kendilerine “emîrü’l-âlem” ve “seyyidü’l-ümerâ” lâkaplarını verdiklerini söylemektedir ki, aslında bütün bunlar onun hedefinin batıda sadece Sâmânîler ile sınırlı olmadığını göstermektedir. Nitekim, bu paralarda sabık halife et-Tâî Lillah’ın adını zikretmeye devam etmesi, Bağdad’a kadar uzanan bir planın varlığına işaret etmektedir. 1001 yılı başında Horasan macerası Gazneliler karşısında perişanlıkla sonuçlanan Muntasır Mâverâünnehr’e dönerek Sâmânî devletine meyilleri olan Oğuz Yabguluğu’na sığındı. Yabgu Müslüman oldu ve Muntasır ile akrabalık kurdu. Muntasır Ağustos 1003’de Oğuzlarla birlikte İlig Nasr üzerine Buhara’ya ikinci kez yürüdü. Kûhek’de Sübaşı Tegin idaresindeki Türk Hakanlığı ordusunu yenilgiye uğrattılar. Ancak fidye karşılığında kendisinin hakanlığa teslim edileceği söylentisi üzerine Oğuzların yanından ayrılarak tekrar Horasan’a geçti. Gaznelilerin takibatına uğrayınca yeniden üçüncü defa Mâverâünnehr’e geldi. Hakanlığın Buhara şıhnesi (askerî vali) tarafından izlenen Muntasır, Buhara yakınlarındaki Nûr mıntıkasına yerleşebildi (1004). Ardından Oğuzlardan ve Semerkand halkından aldığı destekle önce Buhara şıhnesini, ardından da Semerkand yakınlarında hakanlık ordusunu mağlup etti (Haziran 1004). Nihayet Türk Hakanlığı ve Sâmânî Muntasır’ın ordusu Uşrûsene vilayetinde yeniden karşılaştı. Savaşın şiddetlendiği sırada Muntasır tarafında yer alan Oğuz beyi Hasan b. Tâk’ın beş bin kişilik maiyeti ile İlig Nasr tarafına geçmesi, savaşı Türk Hakanlığı lehine sonuçlandırdı. Mağlup Muntasır, Ceyhun nehrinin batısına zorlukla kaçabildi. Bir süre oralarda dolaştıktan sonra tekrar Mâverâünnehr’e dönmek isterken sığındığı İbn Behîç adındaki bedevî Arap kabilesinin reisi ve adamları tarafından öldürüldü (Ocak 1005). Mâverâünnehr’in fethinin sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz; Mâverâünnehr fethi, Türklerin İslâm’a girişinin, pratikte “Türklerin İslâm coğrafyasına girişi” ve İslâm’ın yayılmasının “Türklerin yayılması” ile aynı anlamda olduğunu gösteren en önemli ilk hadisedir. Nümizmatik verilere göre, 991 yılında Buğra Han Harun’un tek taraşı olarak Abbâsî halifesi et-Tâî Lillah’ı tanıması ile başlayan Türk Hakanlığı ve Abbâsî ilişkileri, Mâverâünnehr’in fethi ile doğrudan ilişkilere dönüşmüştür. Bu fetih ile Türk Hakanlığı doğuda Altay dağlarından batıda Ceyhun nehrine kadar sınırlarını genişleterek, tarihî ipek yolu güzergâhının önemli bir bölümünü kontrolleri altına almış oldular.
Gazneliler ile İlişkiler
Türk Hakanlığı Sâmânîlerin Ceyhun’un batısında kalan topraklarının da tek varisinin kendileri olduğunu ve buranın, daha önce davranan Gazneliler tarafından gasp edildiğini düşünüyorlardı. Oysa Gaznelilere göre, Sultan Mahmud Horasan’ı başı bozuklardan ve Sâmânî düşmanlarından temizlerken Türk Hakanlığı bunu ganimet bilip Mâverâünnehr’i ele geçirmişti. Taraflar şimdilik akrabalık ile destekledikleri göstermelik bir barış anlaşması yaptılar. İlig Nasr, Sultan Mahmud’un Hindistan vilayetlerinden Multan’a sefere çıktığını haber alır almaz akrabası Sübaşı Tegin’i Horasan bölgesine ve kardeşi Cafer Tegin’i büyük bir ordu ile Belh’e şıhne olarak gönderdi. Cafer Tegin itaate yanaşmayan Belh halkından bir çoğunu öldürdü. Şehri yağmalayıp haraca bağladı. Sübaşı Tegin ise Herat’ı kolaylıkla ele geçirdi. İlig Nasr iki koldan Horasan’a gönderdiği kuvvetlerin bizzat Sultan Mahmud tarafından bölgeden çıkarılması üzerine daha çok hırslandı ve akrabası Kadır Han Yusuf’tan yardım istedi. Türk Hakanlığı ülkesindeki bütün Türk boylarını silaha davranmaya çağırdı. Belh yakınında Gaznelilerin karşısında İlig Nasr’ın ordusu savaş düzenine geçti. Ordunun merkezinde yer alan İlig Nasr, kalkanlar ve kamışlığı hatırlatan mızraklar arasında Hoten Türkleri ile birlikte Kadır Han’ı sağ kola, sol kola da kardeşi Cafer Tegin’i yerleştirdi. Bin kadar atlı gulâmını atlarından indirterek ok atmaları için ön safa koydu. Türk-Halaç grupları, Hind-Afganlılar ve kalabalık Oğuz birliklerinden müteşekkil ordusu ile Sultan Mahmud, kardeşi ordu komutanı Emîr Nasr, Cüzcân valisi Ebû Nasr Ahmed elFerîgûnî ve Arap emiri Muhammed et-Tâî ile birlikte Hind, Arap, Kürt vs. halklardan askerlere ordunun merkezinde görev verdi. Sol tarafa ileri gelen komutanlarla büyük hâcibi Ebû Saîd Altuntaş’ı, sağ tarafa Arslan Câzib’i yerleştirdi. Ordunun ön safına ise beş yüz savaşçı fil koydu. Şiddetli geçen savaşı son anda fillerin desteği ile Gazneliler kazandı (Ocak 1008). Bu yenilgi Türk Hakanlığının Horasan’ı ele geçirme hayallerini bir süre için suya düşürdü. Bundan daha önemlisi, ülkenin siyasî bütünlüğünü tehdit eden ilk sarsıntıları başlatmış oldu. Yenilginin gerçek nedeni İlig Nasr’ın ağabeyi hakanlığın başındaki Togan Han Ahmed idi. Kardeşinin hiyerarşi basamağında hızla yükselmesinden ve yaptığı fetihlerle itibarının artmasından endişe ediyordu. Horasan’ı fethetme hırsı ağır basan İlig Nasr, bütün bu olumsuzluklara rağmen bazı aracılar vasıtası ile Togan Han Ahmed ile arasını düzeltti. Hazırlıklara girişerek hem Togan Han Ahmed ve hem de Kadır Han Yusuf’a yardım çağrılarını yineleyen mektuplar gönderdi. Fakat bu üçüncü teşebbüsü sırasında hastalandı ve 1012 yılında vefat etti. İlig Nasr’ın oğlu Böri Tegin İbrahim, askerî anlamda zayıflayan Ali Tegin’in çocuklarından Mâverâünnehr’i almak için bu fırsatı iyi değerlendirdi. Arslan Han Süleyman’ın Özkend’de tâbii olan kardeşi Aynüddevle’nin yanında barınamayan Böri Tegin, çetin mücadelelerin sonucunda ve Sultan Mesud’un ısrarlı takibine rağmen Çağâniyân ve Huttal taraflarından Gaznelileri çıkardı. Böri Tegin çok geçmeden Gaznelilerin müttefiki Ali Tegin’in çocuklarından Mâverâünnehr’in iki büyük merkezi Semerkand ve Buhara’yı almayı başardı. Burada babası İlig Nasr b. Ali’den kalan “müeyyidü’l-adl” (adaletin destekçisi) ve Ali Tegin’in kullandığı “Tamgaç Buğra Kara Hakan” unvanlarını alarak ülkenin batısına, Mâverâünnehr’e tek başına hakim oldu. Artık Semerkand merkezinde Batı Türk Hakanlığı fiilen kurularak doğudan ayrılırken Türk Hakanlığı ikiye bölünmüş oluyordu.
Oğuzlar ile İlişkiler
Türk Hakanlığı’nın kuruluş dönemlerinde Karluklar tarafından Aşağı Seyhun bölgesine itilen Oğuzlar, Seyhun nehrinin Aral gölüne döküldüğü mecrada Yengi Kend’de kurdukları Oğuz Yabguluğu’nun çatısı altında varlıklarını sürdürdüler. Buna rağmen sağlam bir siyasî birlikten yoksun olmaları nedeni ile aralarında mücadeleler de eksi olmuyordu. Bu nedenle aralarından kopan muhtelif Oğuz boylarının göç ettikleri bölgelerden biri de hemen önlerindeki Mâverâünnehr, yani Sâmânî devleti ülkesi idi. X. asrın sonlarına doğru yıkılmaya yüz tutan Sâmânîler, kendi ülkelerine iltica eden Oğuz boylarını iyi karşılıyordu. Zira onların askerî gücünden yararlanabilirlerdi. Dolayısıyla batıya doğru ilerleyen Türk Hakanlığı’nın Sâmânîlerin savunucusu Oğuzlar ile ilişkisi, başlangıçta dostane olmadı. Hakanlığın karşısındaki Oğuzlar tek bir topluluk değildi. Bunlar 985 yılında Mâverâünnehr’e göç eden Selçuk Bey’e bağlı Oğuzlar, Hasan b. Tâk idaresindeki muhtemelen Salur Oğuzları ve Hârizm’de bulunan Oğuzlar idi. Bunlar VIII. asrın son çeyreğinden itibaren zamanla Mâverâünnehr’e nüfuz eden bazen “Oğuzlar” bazen de “Türkân” adı ile kaydedilen muhtelif Oğuz boyları idi. Türk Hakanlığı’nın 992 yılında Mâverâünnehr’i ilk fethinde Sâmânî Emîr Nûh b. Mansur, Selçuk Bey’den yardım istedi ve o da oğlu Arslan Yabgu’yu yardıma gönderdi. Selçuk Bey’in vefatından sonra ailenin reisi oğlu Arslan Yabgu oldu (1004). Bu arada uğrunda çok mücadele verdikleri Cend vilayeti, ezeli düşmanları Oğuz Yabgusu Ali’nin oğlu Şah Melik el-Berânî’ye geçti. Arslan Yabgu’nun 1020 yılında hakanlık mensubu Ali Tegin ile yaptığı ittifak sonucunda Selçukluların Mâverâünnehr’deki güç ve nüfuzu arttı. Bu durumu tehlikeli gören Kadır Han Yusuf ve Gazneli Sultan Mahmud bir araya gelerek Ali Tegin’i ve hile ile de Arslan Yabgu’yu etkisiz hale getirdiler (1025). Bu şartlarda Selçuklu Oğuzlarının başına Ahsiket havalisinde Selçuk Bey’in torunu Tuğrul Bey geçti. Mâverâünnehr’de yeniden büyük bir güç haline gelen Ali Tegin’e güvenmeyen Tuğrul Bey ve kardeşi Çağrı Bey birlikte hareket ettiler. Fakat Musa (İnanç) Yabgu’nun oğlu Yusuf, Ali Tegin tarafından Mâverâünnehr’deki bütün Oğuzların başına getirildi ve pek çok hediye, iktâ ve “Emir İnanç Yabgu” unvanı verildi. Nitekim Buhara ve Semerkand arasındaki Kermîne’de, 1025-1029 yıllarında basılan gümüş dirhemlerde Selçuklulardan para bastırma imtiyazı verildiği anlaşılan Muızzüddevle (Musa ?) Yabgu, (Yusuf ?) İnanç Kökbör(i), Seyfüddevle (İbrahim Yınal ?) Yabgu ve Cebrail b. Muhammed isim veya unvanlarına rastlanmaktadır. Selçukluları Horasan’da Gaznelilere karşı destekleyen Tarâz ve İsfîcâb hakimi Buğra Han Muhammed, Selçukluların Gazneli ordusunu Haziran 1035’de Nesâ’da yenilgiye uğrattığı haberi Türkistân’a yayıldığında, gönderdiği casuslar vasıtası ile Tuğrul Bey’i Gazneliler aleyhine kışkırttı. Şayet Gaznelilere karşı harekete geçerse, istediği kadar asker yardımında bulunabileceği sözünü vererek “ Ayak direyin, ne kadar adam gerekirse isteyin, gönderelim. ” diyordu. Diğer taraftan Mâverâünnehr’i Ali Tegin’in çocuklarından ve Gaznelilerden almaya çalışan İlig Nasr’ın oğlu Böri Tegin de Gaznelilere karşı Çağrı Bey ile haberleşiyordu. Nihayet 1040 Dandanakan zaferinden sonra Selçuklular, Türk Hakanlığı’nı temsil eden Türkistan hanlarına da ayrı ayrı zafernameler göndermiştir.
Hârizmşâhlar ile İlişkiler (992-1017)
X. Asır Orta Çağında Hârizm bölgesinin iki önemli merkezi vardı. Bunlardan ilki Ceyhun nehri batısında Curcâniyye (Gürgânc veya Ürgenç) ve diğeri nehrin doğusunda yer alan Kâs şehri idi. 992 yılında Buğra Han Harun yönetimindeki Türk Hakanlığı Mâverâünnehr’i ilk ele geçirdikleri sırada Hârizm’in bu iki merkezi, iki ayrı hanedan tarafından idare ediliyordu. Kâs’da İslâm öncesi zamanlardan beri Hârizm’i idare etmekte olan ve şimdi son dönemlerini yaşayan Afrigîler (?-995), Cürcâniyye’de ise 992’den itibaren bütün Hârizm’e hâkim olmaya çalışan ve Sâmânîlerin tâbii Me’mûnîler (996-1017) vardı. Bu bölgenin hükümdarlarına ve beylerine verilen “hârizmşâh” unvanı, İslâm öncesi devirlerden XIX. asrın başlarına kadar kullanıldı. Bu nedenle bölgede kurulan devletlere “Hârizmşâhlar” denmiştir. Türk Hakanlığı Hârizm’in işgaline sessiz kalarak Ceyhun’un batısında üstünlüğü Gaznelilere kaptırdı. Böylece batı sınırlarını bütünüyle Gaznelilerin kuşattığı Türk Hakanlığı’nın halife ile doğrudan teması da kesilmiş oldu. İslâm’ın doğusunda üstünlüğün Gaznelilere geçmesine rağmen, iki ülke arasındaki ilişkilerde iki bağımsız hükümdar ve devlet statüsünde bir değişiklik meydana gelmedi.
Dihkânlar ve Başka Kökenden Yöneticiler
X. yüzyılın sonu ve XI. yüzyılın başındaki Türk Hakanlığı paralarına göre, Türk Hakanlığı’nın Mâverâünnehr’i ele geçirmek ve orada sağlam bir şekilde tutunmak amacı ile eski yerli yöneticileri, Sâmânî erkânından kişileri, ileri gelen ticaret erbabını ve bölgenin saygın kişilerini, Sâmânîler’de olmadığı kadar imtiyazlar vererek kendi tarafına çektiği anlaşılmaktadır. Bu tarz yönetimin bir sonucu olarak, Mâverâünnehr’in kısa sürede ve kolayca Türk Hakanlığı hakimiyetine girdiği gibi, Horasan için verilen mücadelede de Mâverâünnehr dihkânlarının tamamının hakanlık tarafında yer aldığı görülmektedir. Ancak bu imtiyazlar, XI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tamamen kaldırıldı ve dihkânların bölgedeki nüfuzuna son verildi. Türk hakanlığına iltihak eden Sâmânîlerin Türk komutanlarından Beytüzün de 1008- 1012 yıllarında Keş’de bulunuyordu. 1024-25 Hocend sikkesine göre en son bu yılda alt tâbi olarak burada idi. Sikkelerde çeşitli meslek gruplarından ileri gelenlerin adlarına da rastlamak mümkündür. Sarrâf (kuyumcu), elBezzâz (kumaş tüccarı), el-Bezzâr (tohumcu, yani tahıl tüccarı) ve el-Müezzin gibi meslekî gruplardan şahısların yanı sıra, 1020-21’de Şâş’da İlyas el-Haccâc gibi lâkabı ile sosyal statüsüne işaret edilen şahısların adları muhtelif paralarda görülmektedir. 1009’da Soğd’da Ali b. Nûş, 1004’de Şâş ve Nevket’de Nasr b. el-Kâsım, yine Şâş’da Yusuf b. Abdullah, 1005’de Kuşânî’de Muîn ve 1023’te Debûsiye’de el-Irâkî, Türk Hakanlığı kökeninden olmayıp bölgenin ileri gelenlerinden alt tâbiler idi.
İç Siyasî Durum (1008-1043)
1008 yılında Belh önlerinde Gaznelilere yenilmesi ve Ceyhun nehrinin batısına geçememesi nedeniyle Türk Hakanlığının genişlemesi durdu ve bu durum, içeride iç siyasî çekişmelerin başlamasına neden oldu. Yöneticilerin kendi adlarına bastırdıkları paralara göre bu gelişmeler, hakanlığın Arslan Han Ali’nin çocukları (Ali Kolu) ile Buğra Han Harun (Hasan)’un çocukları (Hasan Kolu) arasında paylaşılarak 1043 yılında ikiye ayrılmasına kadar sürdü. Arslan Han Ali (ö. 998)’nin Ahmed, Nasr, Mansur, Muhammed ve Cafer; Buğra Han Harun (Hasan)’un ise Muhammed, Yusuf, Ali, Süleyman ve Hüseyn olmak üzere tespit edilebilen beşer oğlu vardır.
Doğu Politikası
İslâm coğrafyasına doğudan her hangi büyük bir tehdit yönelmedikçe İslâm kaynakları hakanlığın doğusunda ne olup bittiği konusunda suskun kalmaktadır. Nitekim doğuda önemli bir sınır ticaret merkezi olan Hotan’ın bile, ne zaman Türk Hakanlığı tarafından fethedildiğini, ancak Yusuf Kadır Han’ın ülkenin batısındaki bir sefere katılması nedeniyle İslâm kaynaklarının verdiği bir ara bilgiden tahmin edebiliyoruz. Buna göre Hotan en geç Ocak 1008’de Belh yakınlarında, İlig Nasr ve Sultan Mahmud arasında yapılan savaştan önce, Türk Hakanlığı topraklarına Yusuf Kadır Han tarafından dahil edilmiş bulunuyordu. Zira bu savaşa kendisini davet eden akrabası İlig Nasr’a yardım için Mâverâünnehr’e geldiğinde İslâm kaynakları onu, “Hotan meliki”, askerlerini de “Hotan askerleri” olarak tavsîf etmektedir. XI. yüzyılın başında Türk Hakanlığı ülkesine doğudan yapılan saldırıları, Hıtâylar değil, Hıtâylar tarafından harekete geçirilen ve başlangıçta Moğolistan’ın doğusunu, sonra da batısını işgal eden Moğol boyları gerçekleştirmekte idi. Nitekim 1018 yılında İslâm ülkelerinde duyulduğunda büyük bir heyecana sebep olan ve Çin tarafından çıktığı söylenen kalabalık gayrimüslim Moğol boylarının Balasagun’a sekiz günlük mesafeye kadar yaklaşması olayı, İslâm kaynaklarında geniş bir yankı bulmuştur. Bu savaşın en önemli sonucu, Hıtâyların en az bir asır batıya nüfuz etmesinin geciktirilmiş olmasıdır. Savaştan kısa bir süre sonra hastalığı tekrar nükseden ve 1018 yılında vefat eden Togan Han Ahmed’in Hıtây ordusunu üç ay kadar takip etmesi dikkate alınırsa, hakanlığın doğuda sınırlarını bir hayli genişletmiş olduğuna hükmedilebilir. Ülkenin doğu sınırlarını güney doğuda Hotan, yukarıda Issıg Göl’ün doğu tarafları, Balkaş gölüne dökülen İli nehri havzasından kuzey doğuya doğru Emil nehrinin döküldüğü Ala Göl’e kadar uzanan bir çizgi ile tarif etmek mümkündür.