Tarih Metodu Dersi 4. Ünite Özet
Eski Çağ Tarihinin Araştırma Yöntemleri Ve Temel Kaynakları
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Eski Çağ Tarihi Kavramı
Batı dillerinde “tarih” anlamına gelen ingilizce history, Fransızca histoire, Almanca Historie, italyanca storia kelimelerinin kökeni Helence historia (historya) kelimesinden gelmektedir. Bu kelime iyon Lehçesi’nde “araştırma, bildirme, haber alma yoluyla bilgi edinme” anlamında kullanılmaktadır. M.Ö. V. yüzyılda yaşayan Herodotos bu kelimenin anlamını geliştirerek, ona “insanların ve insan topluluklarının başından geçenleri kayda geçirme yoluyla elde edilen bilgi” anlamınıda kazandırmıştır. Eskiçağ Tarihi, Akdeniz ve Önasya kültür çevreleri ile bu çevrelerle doğrudan ilişki halinde bulunan komşu bölgelerin yazı ile başlayan en eski devirlerinden (M.Ö. yaklaşık 3200) Bizans’ın siyasal olarak kurulduğu M.S. VII. yüzyıla kadar olan süreyi kapsamaktadır. Yaklaşık olarak 4000 yıl kadar süren Eskiçağ tarihi kültürel bakımdan iki gruba ayrılmaktadır: Kronolojik bakımdan daha eski olan ve “Eskidoğu” diye adlandırılan grupta Eski Önasya (Mezopotomya, Suriye-Filistin, İran ve Anadolu) ve ardından Eski Mısır kültürleri; genel olarak “Eskibatı” diye adlandırılan ikinci grupta ise Ege-Helen kültürleri, Büyük İskender’in açtığı Helenizm devri kültürü ve İtalya-Roma kültürleri yer almaktadır.
Eski Çağ Tarihinin Kaynakları
Tarih alanında her türlü bilimsel çalışmanın ilk koşulu “kaynak bilgisi”dir. “Kaynak” tarihsel gelişimin akışına belirleyebilmek için elimizde var olan her türlü olanak demektir. Eskiçağ Tarihi’nde “kaynak” kavramı Önasya ve Mısır’daki Eskidoğu kültürlerinin ve Helen-Roma uygarlıklarının etki alanlarındaki tüm mirası kapsamaktadır. Kaynak sözcüğünden tarihsel teşhis için elimizdeki tüm olanaklar anlaşılırken, buna yazılı kaynakların yanı sıra, yazısız kaynaklar da girmektedir. Bu ise, ele alınan çağların günümüze değin gelen maddi kültür kalıntıları, örneğin yapı kalıntıları, heykeller, seramik eşya, günlük yaşamda kullanılan araçlar vb. demektir. Bu kültür kalıntıları üzerinde çalışma her ne kadar arkeolojinin alanına girse de, tarihçi arkeolojiyle olan bağlantıları da dikkate almak zorundadır. Bu açıklamaya göre eskiçağ kaynakları yazılı ve yazısız olmak üzere ikiye ayrılır. Yazılı kaynaklar, esas itibariyle iki gruptan meydana gelirler: Yazıt, sikke gibi bir olayın doğrudan doğruya parçası olanlar “birincil”; antik tarihçilerin yazdıkları ve nesnel olmayan kaynaklar ise “ikincil” kaynaklar diye ayrılmaktadır.
Yazılı kaynaklar bir de şu şekilde sınırlandırılmaktadır: 1) Edebi kaynaklar, 2) Epigrafik kaynaklar, 3) Papirolojik kaynaklar, 4) Nümismatik kaynaklardır. Birinci elden kaynaklar, haber verdikleri olaylarla bağlantılı ve ilişki halinde olmuşlardır. Örneğin bir yazıt, anlatmak istediği konu ile doğrudan doğruya ilgili olarak yazılmıştır. Aynı durum, sikkeler ve papirüsler için de geçerlidir. Bu nedenle, birinci elden kaynakların ifadelerindeki doğruluk değeri, edebi kaynaklara göredaha tarafsızdırlar. Zira birinci elden kaynaklar, değerlendirme ve yorumlama yerine yalnızca haber verirler; bunlar kendilerinden sonraki dünyadan daha çok içinde bulundukları zamana yönelmişlerdir. Ancak birinci ve ikinci elden kaynaklarla ilgili olarak çok dikkatli davranmak gerekmektedir. Birinci elden kaynağı her zaman “nesnel” ve “doğru” bilmek diye bir kural yoktur. Birinci elden kaynak, genellikle daha öznel, daha az güvenilir sayılan ikinci elden kaynağın yanında her zaman yansız, gerçek ve ne olursa olsun “daha iyi” demek değildir.
Edebi Kaynaklar
Dünya edebiyat tarihinde ilk eserler destan türünde verilmiştir. İlkin sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarılan destanlar sonraları yazıya geçirilmeye başlanmıştır. Destanlar vezinli dizeler biçiminde yazılmış, kahramanları olağanüstü kişiler ve Tanrılar olan, söylence ve gerçek karışımı eserlerdi. Yazı ilk olarak Mezopotamya’da yaklaşık olarak M.Ö. 3200 yılları arasında ortaya çıkmıştır. Çiviye benzemesinden ötürü çiviyazısı adını verilen ve kil tabletler üzerine yazılan bu ilk belgeler tarihin de ilk yazılı belgeleridir. İlkçağ kavimleri arasında tarihçilikte Hititler ’in ileri gitmiş oldukları görülmektedir. Hititler “olayları yıllara göre düzenlemekle “yıllık” örneğini ortaya atmışlardı. Olayları gerçeğe uygun, ancak okuyucu üzerinde etki yapabilecek biçimde ve belirli görüşlere göre anlatmaya önem vermişlerdi. Eski Önasya kültür dünyasına ait olan en önemli keşifler arasında yer alan ve 30 bin tableti aşan Hititlere ait Boğazköy arşividir: Bilindiği gibi kanunlar, kral yazıtları ya da yıllıkları, antlaşmalar, mektuplar, bağış belgeleri, dinsel metinler, kült envanterleri, yüksek edebi değeri olan mitolojik metinler ile dualar, savaş arabalarında kullanılan atları yetiştirmeye ait metinlerin çoğu Hititçe olmakla birlikte; Boğazköy’de ayrıca Hattice, Luvice, Palaca, Hurrice, Sümerce ve Akkadca metinler de bulunmuştur.
Helenler’de Tarih Yazımı
Tarihe bilimsel yaklaşım ilk kez Helenler ile başlamıştır denilebilir. Helenler’den önce Yakın Doğulu kavimlerde tarih yazımı dini ve mitolojik karakterli idi. Oysa Herodotos ile başladığı kabul edilen Helen tarih yazımın en büyük özelliği hümanist oluşu idi. Helen Edebiyatı’nda ve sonradan, ondan etkilenen Latin Edebiyatı’nda da ilk eserler destan türünde verilmiştir. Bu destanlar sonraki çağlarda Helen ve Romalı tarih yazarlarının da kullandıkları eserler olmuşlardır. İlyada ve Odiseya ’da Akalar ile Troyalılar arasındaki savaşları destansı anlatan Homeros, Batı’da tarih yazımının mayasını oluşturacak ilk eseri vermiştir. Böylece önceleri Helenler’de sonraları ise Romalılar’da tarih yazımının çekirdeğini vezinli dizelerden oluşan destanlar oluşturmuştur. Ancak, Helenler’de bildiğimiz anlamdaki tarih yazımının oluşması için gerekli koşullar M.Ö. VI. yüzyılda gerçekleşmiştir. Bu dönemde, yeni toprak arayışı içinde yurtlarından ayrılan Helenler, gittikleri uzak ülkelerdeki kavimler ile bu ülkelerin tarihi, coğrafyası ve etnolojisi hakkında topladıkları bilgileri ve izlenimleri kendi yurttaşlarına büyük alanlarda ya da tapınak avlularında yaptıkları konuşmalarla aktarıyorlardı. Bu konuşmaları aktaran kişilere logograf denilmekteydi. İlk logografların çoğu İyonyalı idi. Böylece felsefenin olduğu gibi, tarih yazımının da ilk çıktığı yer İyonya olmuştur. Bilinen ilk tarihçi M.Ö. V. yüzyılda yaşamış olan Bodrumlu (= Halikarnassos) Herodotos’tur. Doğu Akdeniz Bölgesi’nde çıktığı uzun gezilerden sonra kaleme aldığı Historiai adlı eserinde, M.Ö. V. yüzyıldaki Helen-Pers Savaşları’nı tasvir eder. M.Ö. V. yüzyılda yaşamış bir başka tarihçi Thukydides’in tarih sahnesine çıkışıyla Helen tarih yazımında büyük sıçramalar olmuştur. Thukydides, Herodotos’un dinleyici eğlendirmek için tarih yazma düşüncesine karşıydı. Thukydides’in tarih yazımındaki amacı olayları aklı ve mantık yoluyla açıklamaktı.
M.Ö. IV. yüzyılın sonlarına doğru Makedonya Kralı Büyük İskender’in tarih sahnesine çıkışıyla ve kurduğu Helenizm ile Helen tarih anlayışında büyük bir gelişme ve değişme görülmüştür. M.Ö. V. yüzyıl ve öncesinde Helenler kendileri dışındakileri “barbar” diye adlandırıyorlardı. Büyük İskender öncesinde, tarih deyince anlaşılan, belirli bir sosyal birliğin, belirli bir zamanda yaşadıkları olayların anlatılmasıydı. Yeni topraklar arama girişimleri ve fetihler onları kendilerinden başka kavimlerle karşılaştırdı
M.Ö. III. Ve II. yüzyıllarda etkileyici ve gerçekçi bir anlatımla okuyucuları etkilemek ve eğlendirmek niyetinde olan yazarlar ortaya çıkmıştır. M.Ö. II. yüzyıldan sonra ise, Roma’nın Helen Dünyası’na egemen olmaya başlamasıyla, Helen tarih yazarları da Roma Devleti’nin tarihini yazmaya başlamışlardır.
Romalılar’da Tarih Yazımı
Roma’da tarih yazımı M.Ö. III. yüzyılda Kartaca Savaşları sırasında yaşamış senatörlerle başlamıştır. Senatörler Roma’nın geleneksel kayıt tutma biçiminin etkisi altında tarihlerini yıllıklar biçiminde yazıyorlardı. Roma’nın bu ilk tarih yazarlarının bir diğer özelliği yazı dili olarak Latince’yi değil, Helence’yi kullanmalarıydı. Helence yazmalarının sebebi Roma’da düz yazının henüz gelişmemiş olmasıdır.
Bir başka sebebi ise politiktir. Çünkü bu ilk tarih yazarları Roma’nın politikasını Helen Dünyası’na açıklamak ve haklı göstermek istiyorlardı. Amaçları Roma’yı tanıtmak ve Roma’ya karşı sevgi ve saygı uyandırmak olduğundan o zamanın en çok kullanılan dili olan Helence ile eserlerini yazıyorlardı. Böyle bir amaçla yazan tarihçilerin doğal olarak tarafsız olmaları beklenemez. Annales (= Yıllıklar) yazarları da tarafsız değillerdi. Roma’yı tanıtmak, Doğulu kavimlerin ve Helenler’in ilgisini Roma üzerine çekmek amacıyla yazdıklarından, Roma’nın iyi yönlerini süslü bir anlatımla ortaya koyacaklar, böylece de olayları olduğu gibi aktarmayı göz ardı edebileceklerdi. Bununla birlikte bu kişilerin aynı zamanda devlet adamı ya da devletin işlerinde etkin görev almış kişiler olması, kendi yaşadıkları dönemlere ilişkin anlatımda daha açık ve daha keskin bilgi vermelerini, anlatımlarının daha canlı olmasını sağlamıştır. Romalılar arasında Latince olarak ilk kez tarih alanında eser veren kişi M. P. Cato olmuştur. Yedi kitaptan oluşan Origines (Kökenler) adlı eserinde Roma’nın başlangıcından kendisinin öldüğü M.Ö. 149 yılına kadar olan tarih olaylarını anlatmıştır. Cato’dan sonraki annales yazarları, O’nun çizdiği yolda ilerleyerek eserlerini Latince kaleme almışlardır. M.Ö. I. yüzyılda ünlü devlet adamı Hatip Marcus Tullius Cicero zamanında, Roma’da tarih yazma işi retorik sanatının bir kolu durumuna gelmiştir. Cicero’nun konsüllük yaptığı dönem, siyasal yaşamın hareketli oluşu sebebiyle tarihle uğraşanlara konu bakımından çokça malzeme sağlayan bir dönem olmuştur. Tarih yazarları eserlerine yakın tarihin olaylarını konu olarak almışlardır. Klasik Roma tarihçiliği M.Ö. I. yüzyılın ortasında Sallustius’la başlatılır. Çünkü Sallustius’tan önce, tarih yazanlar ya yıllıklar ya da anı türünde eserler vermişlerdi. Augustus’un ölümünden imparator Hadrianus’a kadar (M.S. II. yy.’ın başı) olan zamandan günümüze kalmış olan tarih eserlerinin en önemlisi Tacitus’un eserleridir. Yaşamı ile ilgili çok fazla bilgimiz olmayan Tacitus’un doğum tarihi bile kesin olarak bilinmemektedir. Önce, biyografi türünde bir eser olan ve kayınpederinin hayatını anlattığı Agricola ile yazmaya başlayan Tacitus Historiae ve Annales ile yazarlığının doruğuna ulaşmıştır. Roma tarih yazıcılığının son gerçek tarihçisi Ammianus Marcellinus’tur: M.S. 330 yılında bugünkü adı Antakya olan Antiokheia kentinde doğmuştur. Helen asıllı olan Ammianus, asker olarak pek çok savaşta çarpmıştır. Ammianus M.S. 96-378 yılları arasını kapsayan bir tarih eseri kaleme almıştır. Bu eserinde Tacitus’u devam ettirmekle kalmamış, aynı zamanda O’nu kendisine örnek edinmiştir. Böylece hem Tacitus gibi yılları esas alan bir yöntemle yazmış, hem de imparator biyografilerine yer vermiştir. Olayların betimlenmesi arasına coğrafi, fiziksel, matematik, felsefi, dini, toplumsal türden anlatımlar da koymuştur.
Epigrafik Kaynaklar
Dilimize “yazıtbilim” diye çevirebileceğimiz, epigrafi her dilde ve her bölgede olmasa da, birçok kültürde farklı görünüşlerde vardır. Epigrafya, Antikçağ’da taş, metal, tahta, kil ve seramik gibi sert maddeler üzerine yazılmış Helence ya da Latince yazıtların incelendiği bilim dalına verilen isimdir. Klasik Epigrafi M.Ö. VIII. yüzyıl ile M.S. VI-VII. yüzyıl arasını kapsamaktadır. Bununla birlikte günümüz dünyasında da epigrafi Antikçağ’ın bir geleneği olarak devam etmektedir: Önemli kişilerin heykel kaidelerindeki yazılar, sivil ya da dinsel yapılara ait yazıtlı frizler, sokak isimlerinin yazıldığı levhalar, grafitolar vb. yazılar bu türdendir. Antik Dünya’da taş üzerindeki yazıtlar genel olarak halkı ilgilendiren ve onlara hitap eden konuları içermekteydi. Bazen bir afiş niteliği de taşıyan bu yazıtlar, aynı zamanda resmi bir belge niteliğine de sahip olup orijinalleri kent arşivlerinde saklanmaktaydı. Herhangi bir belgenin taş üzerine kazınması için farklı nedenler vardır: Bu konuda uluslararası antlaşmalar ilk sırada yer almaktadır. Antlaşmayı yapan taraflar için en önemli nokta, bunun kamuoyuna açık bir biçimde, dayanıklı steller üzerine yazılmasıdır.
En çok rastlanılan bir diğer yazıt türü, Helen polis ’lerinde yurttaşlara, yabancılara ya da başka polis ’ler tarafından yapılan onurlandırma dekretleridir.
Yazıtların Taşa Yazılması
Bir yazıt, elyazmasındaki kopyaya göre taş ustası tarafından kazınmaktadır: Yazıt taşa yazılmadan önce taş üzerinde, yazıtın satırları taşçı tarafında ince bir hat olarak çizilir ve sonra belirlenen satırlar üzerine yazıt kazınmaktadır. Dönemin moda ve tekniğine göre, işlenen blok üzerindeki yazının karakteri, o günkü dilin kullanımını göstermektedir. Yazının gölgeli, süslü, titiz veya dikkatsiz yazılışı, dilin o günkü durumuyla ve yazıcının kendine has stili veya titizliğiyle ilişkilidir. Bazen yazıt üzerinde, yazıcının yaptığı hataları, değişiklikler görülebilmektedir.
Yazıtların Günümüz Araştırmacıları Tarafından Kopya Edilmesi
Arazide bulunan yazıtı her zaman yeniden bulup incelemek mümkün olmayacağı için, çok iyi bir şekilde kopya edilmesi ve fotoğraflanması gerekmektedir. Bu nedenle ilk iş olarak yazıt, dikkatli bir şekilde taşta göründüğü gibi büyük harflerle envanter fişine birebir kopya edilir. Daha sonra yazıtın üzerinde yer aldığı taşın ölçüleri, harf yüksekliği ve taşın cinsi (mermer, kireçtaşı vs.) kaydedilir. Bir sonraki işlem fotoğraf çekimidir. Sonrasında ise kopya edilir.
- Kâğıt Kopya,
- Lâteks Kopya.
Papirolojik Kaynaklar
Papirüs Helence papyros , Latince papyrus kelimesinden gelmekte olup; aslında Eski Mısırlılar’ın yazı kâğıdı yapmak için özünden yararlandıkları, Nil kıyılarında ve Delta bataklıklarında yetişen bitkiye verilen addır. Mısır’da daha M.Ö. XVIII. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanan ve ülkenin önemli bir ihraç maddesi haline gelen papirüs kâğıtları üzerindeki kayıtlar, tüm Akdeniz Bölgesi’nde yaygınlık kazanmış olmakla birlikte, iklimin uygun olması nedeniyle yalnızca Mısır’da yok olmamış ve önemli ölçüde günümüze kadar gelmeyi başarmışlardır. Antikçağ’da papirüsler üzerine yapılmış kayıtları inceleyen ve bunları tarih araştırmalarında kullanabilecek hale getiren “Eskibatı tarihi temel bilimi” ise “papiroloji”dir.
Nümismatik Kaynaklar
Helence nomisma (sikke) sözcüğünden gelen “nümismatik”, Antikçağ sikkelerini ekonomik, tarihsel, kültürel ve sanatsal yönleriyle inceleyen Eski batı temel biliminin adıdır. Sikkeyi inceleyen nümismatın çalışma alanına mal-para ilişkileri, sikke basma hakkı ve tekniği, para ayarı, sikkelerin ikonografik açıdan incelenmesi ve doğal olarak sikkelere ilişkin yazılı kaynaklar gibi konular girmektedir. Yazılı kaynaklardan, sikkenin icadından birkaç yüzyıl öncesinden beri Ege Dünyası’nda madenlerin, büyük baş hayvanların, üçayaklı kazanların, baltaların vb. araç gereçlerin para olarak kullanıldıklarını öğrenmekteyiz. Burada sözü edilen ve ödeme aracı olarak kullanılan metal ve eşyalar, yerini M.Ö. VI. yüzyılda Lidyalılar tarafından icat edilen sikkeye bırakmışlardır. Tarih kitapları ilk sikkeleri yapanları n Lidyalılar olduğunu yazmaktadırlar. Sikkenin neden icat edilmiş olduğu sorusunun birçok cevabı bulunmaktadır: Savaş giderleri veya kamu çalışanlarının ücretlerinin ödenmesi; kamu harcamaları ve vergi toplanması gibi zorunluluklar olduğu düşünülmektedir.
Arkeolojik Kaynaklar
Arkeoloji Helence’de “eskinin öğretisi” anlamına gelmektedir. Arkeologlar somut kalıntılardan hareketle geçmişe dair elde edilebilecek her çeşit bilgiyle ilgilenirler. Veriler genellikle eksiktir ve yanıltıcı olabilirler; ama çeşitleri neredeyse sınırsızdır. Geçmiş nasıl toprağa gömülür? Toprak seviyesi yıllar boyunca kademe kademe yükselerek geçmişi gömer. Üst üste yığılan çürümüş bitkiler, hava koşullarının ve akarsuların etkisiyle aşınan kayalar ve tepe toprakları, yıkılan yapılar, sokağa atılan çöpler yatay tabakalar halinde birikir. Bu tabakalar doğal afetler veya insan eliyle bozulabilir. Stratigrafinin konusu olan bu yatay tabaka oluşumu, tarihleme için çok önemlidir.
Eskiçağ’ın tarihsel gelişimini değişik yönleriyle aydınlatma ve analiz etmede yazılı kaynaklar, tarihçi için en önemli aracı teşkil etmekle birlikte; Eskiçağ insanının geriye bıraktığı tüm maddi kültür mirasını da dikkate almak, bu mirası da kaynak olarak değerlendirmek zorundadır. Geçmişten çok az şey günümüze ulaşır. Bir insanın yaşamı boyunca kullandığı eşyaların sadece bir kısmı toprağa karışır: Kaybolan, atılan veya bilerek gömülen eşyalar. Bunların da çok azı günümüze gelebilmiştir. Bunlardan kimi doğal nedenlerle çürür; kimi fiziksel tahribata uğrar ve zaman geçtikçe korunabilme şansı azalır. Çağımıza kadar ulaşabilen maddi kültür kalıntısının da çok az bir bölüme gün ışığına çıkarılır. Bu kültür mirasını gün ışığına çıkarmak, incelemek ve açıklamak ise klasik arkeoloğun görevidir. Arkeologlar, işte bunlardan geçmişi okumaya çalışırlar. Bu da, yaşamın kimi yönleri hakkında, diğer yönlerine oranla daha fazla şey bildiğimiz anlamına gelir. Günümüzde arkeologlar yalnızca eski yapıları değil, ilk insanların yerleşim ve yaşam etkilerine ilişkin bilgiler veren tarla, otlak, orman gibi doğal ortamları da incelerler. Kazılardan farklı olarak, bu geniş alanları incelemek için kullanılan yüzey araştırma yöntemleri hızlı ve ucuzdur.