Suç Sosyolojisi Dersi 4. Ünite Sorularla Öğrenelim
Modernite Ve Şiddet: Savaş Suçları
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Siyasal şiddeti gündelik şiddetten ayıran en temel özellik nedir?
Siyasal şiddet, bireyler arasında vuku bulan ve suç olarak tanımladığımız şiddetten farklı bir kavramdır. Bu şiddeti gündelik şiddetten ayıran en temel özelliği uygulayanların kolektif kimliği ve şiddeti siyasal ya da ekonomik hedefe ulaşmak konusunda bir araç olarak kullanıyor olmalarıdır. Bir diğer deyişle, siyasal şiddet şiddetin bir kurum, grup ya da örgüt tarafından sistematik bir biçimde ve siyasal ya iktisadi hedefler gözetilerek gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda da bireysel şiddetten ayrılır.
Max Weber'in devlet tanımı nasıldır ve bu tanımın ana unsuru nedir?
Max Weber (1864-1920) en yaygın olarak kullanılan devlet tanımını yapmıştır. Weber’e göre devlet belirli bir toprakta meşru fiziki güç kullanma tekelini elinde tuttuğunu (başarıyla) iddia eden insan topluluğudur. Bu tanıma göre devleti devlet yapan ana unsur şiddet tekelidir ve devlet şiddeti meşru olma iddiasına sahiptir.
Modern devletle şiddet arasında nasıl bir ilişki bulunmaktadır?
Şiddetin siyasetin bir aracı olarak kullanılması kuşkusuz modern devlet ile birlikte ortaya çıkan bir gelişme değildir. Farklı çıkar, kimlik ve niyetlere sahip aktörlerin bu çıkarlarını gerçekleştirmek için kullandıkları bir araç olarak şiddet, toplumsala içkindir. Modern devletin ortaya çıkması ve merkezileşmesi ise tarihte daha önce hiç görülmeyen bir gelişmeye yol açmış ve şiddetin meşru kullanım tekeli ilk kez bir üst siyasal otorite olan devlet tarafından ele geçirilmiştir.
Modern öncesi devletlerde meşru şiddet tekeli nasıl bir yapıya sahiptir?
Modern öncesi devletlerde siyasal merkez meşru şiddet tekeline sahip değildir.
Korsanlık, eşkıyalık, kan davaları, düello farklı toplumsal aktörler tarafından farklı yerellerde uygulanan özel şiddet pratikleridir. Üstelik, pek çok siyasal birimde yerel yöneticiler (ağalar, sipahiler, lordlar gibi) meşru bir biçimde bağımsız askeri güçlerini, dolayısıyla yerel şiddet aygıtlarının kontrolünü ellerinde tutarlar. Bu güç onlara savaş zamanlarında siyasal merkezle pazarlık yapma, siyasal merkezin kararlarına direnme imkânı tanır. Bu dönemde daimi ordu bulundurmamak ve çatışma zamanlarında uzmanlığı savaşmak olan kişilerin hizmetlerini satın alma yoluyla savaşmak da yaygın bir pratiktir. Dolayısıyla, şiddetin rekabetçi ve kontrolsüz bir biçimde yağmacı gruplar tarafından özel çıkarlar için kullanılması yaygın bir pratiktir.
Devletin sahip olduğu "sembolik güç" kavramıyla anlatılmak istenen nedir?
Modern devlet sadece fiziki şiddet araçlarının tekelinden ibaret olan; sadece bürokratik, askeri ve polis güçlerinden oluşan bir organizasyon değildir. Devlet
aynı zamanda pedagojik, ideolojik ve düzeltici (corrective) bir yapıdır. Başka bir ifadeyle, devletin ”verili olanı kurma gücü” olarak görülebilecek sembolik bir gücü de vardır. Bourdieu (1994), sembolik güç uygulama kapasitesinin, modern devletin tanımlayıcı karakteristiği olduğunu ileri sürer. Bu gücü elinde tutarak devlet, şiddet tekelini elinde bulundurmasına paralel olarak, sembolik ve kültürel şiddet kullanma tekelini de kullanmaktadır.
Johan Galtung şiddeti nasıl sınıflandırmaktadır?
Johan Galtung şiddeti fiziki şiddet, yapısal şiddet ve kültürel şiddet olarak üçe ayırır. Fiziki şiddet doğrudandır; fiziksel zarar vermeye yönelik eylemlerdir. Yapısal şiddet, şiddetin gözle görülmeyen formudur ve doğrudan fiziksel zarar vermeyi hedeflemez ancak etkileri itibariyle doğrudan şiddetten çok daha yıkıcı olabilir. Örneğin bölgeler arası gelir dağılımlarındaki eşitsizlikler yapısal şiddetin unsurlarıdır. Kültürel şiddet ise insanın var oluşunu ve toplumsal kimliğini oluştururken kullandığı sembollerle ilgilidir. Din, dil, popüler kültür ve sanat kültürel şiddetin unsurları olabilir.
Meşru şiddet tekelinin sonuçları nelerdir?
Modernite ile birlikte devletin merkezîleşmesi ve şiddet araçlarının bu şekilde devlet tarafından tekelleştirilmesi ve denetlenmeye başlamasının ilk sonucu, şiddet ile ticaret arasına keskin bir sınır çizilmesi olmuştur. Diğer bir ifadeyle şiddet bu dönemde tamamen kamusal bir hizmet olarak devlet tarafından sağlanmaya başlanmış ve yöneticilerin savaş dönemlerinde hizmet satın alma yoluyla ilişkiye geçtikleri şiddet piyasaları devri tedricen de olsa ortadan kalkmıştır.
Fiziksel şiddetin sadece egemen devletler tarafından örgütlenmesinin bir diğer sonucu savaş ve savaş yapma süreçleri farklılaşmıştır. Diğer bir ifadeyle devletler tarafından şiddetin meşru tekelinin ele geçirilmesiyle birlikte yerel şiddet dramatik bir biçimde azalmış ve bağımsız askerî güçler zemin kaybetmiştir. Savaş daha fazla oranda askeri gücü merkezîleştirmiş devletler arasında olmaya başlamıştır ve bunun sonucu olarak da devletler hem finansal hem de insan gücü anlamında daha fazla kaynağı seferber edebilme kapasitesini güçlendirmek istemiştir. Bunun yolu da topyekûn seferberlik durumunun sadece savaş zamanı ile sınırlı tutulmamasından ve “barış” dönemlerinde de savunma ilkesi üzerinden sürekli bir savaş hazırlığı içerisinde olmaktan geçmektedir.
Fiziksel şiddet araçlarının tekelleşmesinin bir diğer sonucu, devletlerin kendi sınırları içinde ve dışında uyguladıkları şiddet pratiklerinin keskin bir biçimde farklılaşmaya başlamasıdır. Savaşın ulusal-toplumsal alandan dışlanması ve sadece devletlerarası, dış çatışmalarla sınırlandırılması aynı zamanda dış güvenliği sağlayan ordu, iç güvenliği sağlayan polis gibi kurumsal ayrımların da oluşmasına neden olmuştur.
Topyekün savaş kavramıyla kast edilen nedir?
İki dünya savaşı hem harekete geçirdiği kaynakların genişliği hem de ortaya çıkardığı yıkımın büyüklüğü yüzünden topyekûn savaş olarak adlandırılır. Topyekûn savaş, üç temel unsura dayanır: kitlesel imha (düşmana en fazla zararı verme), kitlesel mobilizasyon (en fazla nüfusu cephe önünde ve arkasında hareket geçirebilme) ve kitlesel üretim (en fazla oranda askeri teçhizat üretebilme).
Dehşet dengesi kavramıyla vurgulanmak istenen nedir?
Dehşet dengesi kavramı nükleer silahların yarattığı tehlike ve yaratabileceği yıkımın büyüklüğü nedeniyle, hiçbir büyük gücün nükleer silahları kullanmaya cesaret edememesini vurgular. Yani aslında dünyanın üzerine kurulu olduğu denge topyekûn bir yıkım dengesidir ve bu dengenin devamı devleti yönetenlerin rasyonel davranacağı ve bu yıkım potansiyelini hiçbir zaman kullanmayacakları varsayımı üzerine kuruludur. Bir diğer deyişle, bütün dünya kolektif olarak en yıkıcı olasılığı görmezden gelerek yaşamını sürdürmektedir.
Vekalet şavaşları ne anlama gelmektedir, örnekle açıklayınız?
Üçüncü Dünya’da iki büyük güç, birbirleri ile doğrudan savaşmadıkları “vekâlet savaşları”nı sürdürmektedirler. Vekâlet savaşlarında iki büyük güç doğrudan birbiriyle çatışmazlar, ancak Yunan iç savaşı (1946–1949) ya da Vietnam savaşı (1956–1975) örneğinde olduğu gibi birbiriyle savaşan karşıt güçleri doğrudan ya da dolaylı yollardan destekleyerek uluslararası siyasetteki etkinliklerini artırmaya çalışırlar.
Militarist müfredat ve ölümün sıradanlaştırılması arasında nasıl bir ilişki bulunmaktadır?
Savaş sanatı ve edebiyatı, savaş oyunları, savaşı yücelten ve düşmanları aşağılayan bir dilin toplumsal kültüre egemen olması ölümü sıradanlaşmaktadır. Ölmeyi ve öldürmeyi sıradan bir insan eylemi olarak sunan militarist müfredat tüm ulus-devletlerin genel eğilimidir. Devletler savaşabilecek bir toplum yaratabilmek amacıyla, toplumların sürekli tehdit altında olduğu hissini her zaman güçlü bir biçimde ayakta tutarlar.
Savaş suçlarını düzenlemeye yönelik en geniş ve detaylı girişim olarak gösterilen Cenevre Sözleşmesinin kapsamında neler bulunmaktadır?
1864’te başlayan ve 1949’da şekillenen (1977’de iki tane ve 2005’te bir tane daha olmak üzere üç protokolle desteklenen) ve savaş suçlarını düzenlemeye yönelik en geniş ve detaylı girişim olan dört Cenevre Sözleşmes savaşlarda savaşan tarafların uyması gereken kuralları düzenleyen uluslararası bir belgedir. Buna göre, savaş sırasında kasti öldürme, işkence ve insanlık dışı muamele, savaş esirlerini düşman güce hizmet etmeye zorlama, rehin alma, hukuk dışı sürgün, askeri gereklilik dışı haksız mülkiyet gaspı gibi fiiller bu sözleşmede savaş suçu sayılmaktadır.
Birleşmiş milletlerin kurulmasından sonraki dönemde bahsi geçen "Buyruk kurala aykırı davranmakla" kast edilen nedir?
İkinci Dünya Savaşı’ndan önce uluslararası hukukta kuvvet kullanımı ve başka bir ülkenin topraklarını işgal etmek hukuka aykırı bir durum değilken Birleşmiş Milletlerin (BM) kurulmasından sonraki dönemde kuvvet kullanımı tamamen uluslarası sistemden dışlanmaya çalışılmıştır. Bir diğer deyişle, böylelikle devletin organize ve örgütlü şiddetinin ülke sınırlarının dışında kullanılmasına sınırlama getirilmeye çalışılmıştır ve devletin kendi sınırları dışında hukukla belirtilen durumlar haricinde şiddet kullanması uluslararası hukuk açısından “buyruk kurala” (jus cogens) aykırı kabul edilmiştir.
BM kapsamında devlet şiddetinin kendi sınırları dışında meşru bir biçimde kullanabileceği durumlar nelerdir?
BM Şartı, devlet şiddetinin kendi sınırları dışında meşru bir biçimde kullanabileceği iki durum tespit eder. Bunlardan ilki, 51. maddede düzenlenen ve ancak saldırı durumunda güç kullanılabileceğini işaret eden meşru müdafaa
hakkıdır. İkincisi, Güvenlik Konseyi’nin barış sağlama amacıyla güç kullanmasına izin verebileceği durumları düzenleyen 42. Maddedir
Savaş suçlarıyla insanlığa karşı suçlar arasındaki fark nedir?
İkinci Dünya Savaşı sonrasında 1945 Nürnberg Şartı ile savaş suçları ve insanlığa karşı suçları kesin bir biçimde ayrılmıştır. Savaş suçları, savaş sırasında savaş hukukunun ihlal edilmesini içerirken insanlığa karşı suçlar, bir savaş durumundan bağımsız işlenen ve insanlığı hedef alıp yaygın, sistematik ve kasıtlı bir biçimde gerçekleşen suçlara göndermede bulunur.
Soykırım ne anlama gelmektedir?
Uluslararası hukuka göre insanlığa karşı işlenen nihai suç, soykırımdır. Soykırım ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu, kısmen ya da tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen suçları karşılık gelen bir terimdir. Bununla birlikte Soykırım devlet şiddetinin merkezileşmesi ve tekelleşmesi ile ortaya çıkabilecek “nihai devlet şiddeti" olarak görülmektedir.
Soykırım resmen bir uluslararası insanlık suçu olarak hangi tarihte hangi sözleşmeyle tanımlanmıştır?
Birleşmiş Milletler, 9 Aralık 1948’de onayladığı Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde (Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide) soykırımı resmen bir uluslararası insanlık suçu olarak tanımlamıştır.
Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne göre hangi fiiller soykırım suçunu oluşturur?
Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne göre aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur:(a) Belirli bir gruba mensup olanların öldürülmesi, (b) bu grubun mensuplarına ciddi surette bedensel ya da zihinsel zarar verilmesi, (c) bu grubun bütünüyle ya da kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek, (d) bu grup içinde doğumları engellemek amacıyla önlemler almak, (e) bu gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek.
Son yıllarda siyaset bilimcileri tarafından önerilen siyasi kırım kavramıyla kast edilen nedir?
Son yıllarda siyaset bilimciler etnik ya da kültürel özellikleri dışında rejime ya da egemen gruplara muhalefetleri nedeniyle hedef alınan grupları kapsaması için siyasi kırım (politicide) kavramını önermektedirler. Siyasi kırım sadece bir siyasi gruba mensup olanların öldürülmesini anlatmak için değil aynı zamanda muhalif grupların bağımsız bir siyasi varlık hâline gelmesini engellemek için yapılan sistematik baskıyı işaret etmek için de kullanılır.
İnsanlığa karşı suçları konu alan bir diğer düzenleme olan 1998 tarihli Roma Statüsü kapsamında neler bulunmaktadır?
İnsanlığa karşı suçları konu alan bir diğer düzenleme ise daha yakın tarihli 1998 Roma Statüsüdür. Buradaki amaç uluslararası hukukta savaş olarak tanımlanmamış iç savaş, ayaklanma, karmaşa, isyan gibi birçok durumda ortaya çıkan yaygın ve sistematik ihlallerin kapsanması ve cezalandırılmasıdır. Öldürme, yok etme, köleleştirme, sürgün, işkence, tecavüz, seks köleliği, ırksal temelli zülüm ve ırk ayrımcılığı gibi suçların düzenlenmesini içermektedir.
Uluslararası Ceza Mahkemesi ne zaman kurulmuş, hangi tarihte çalışmaya başlamış ve bu mahkeme tarafından tutuklanan ilk kişi kim olmuştur?
Roma statüsü ile ile Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) insanlığa karşı işlenen
suçların faillerini yargılamakla görevli uluslararası bir yargı organı olarak kabul edilmiştir. Mahkeme 1 Temmuz 2002 tarihinde kurulmuş ve 11 Mart 2003 tarihinde çalışmaya başlamıştır. UCM tarafından tutuklanan ilk kişi Kongo Vatanseverleri Birliği lideri Thomas Lubanga olmuştur.
Siyasal rejimlerin baskı aygıtları arasında yer alan ordu ve polis arasındaki temel ayrım nedir?
Siyasal rejimlerin zor aygıtları arasındaki en temel ayrım ordu ve polis arasındakidir. Teknik, organizasyonel, personel vb. yapıları farklı amaçlara göre
inşa edilen bu kurumlardan orduların temel görevi ulusal savunmayı desteklemek ve dış güvenliği sağlamak iken polisin temel görevi iç düzeni sağlamak olarak tanımlanabilir. Bir diğer deyişle ordular, özellikle devletin dışında gerçekleşen uluslararası savaşlarda devleti/toplumu savunmak görevi ile donatılırken, polis de içeride suçu önleme görevi ile donatılmıştır.
19. yüzyılla beraber ordular nasıl bir biçim almıştır?
Modern ordular bugünkü biçimini temelde on dokuzuncu yüzyılda almıştır. Bu dönemde ordular yalnızca belirli bir liderliğe sahip, kalıcı ve profesyonel kurumlar haline gelmekle kalmamış, aynı zamanda bütün yurttaşları ulus bağı üzerinden harekete geçirebilecek devasa örgütlere dönüşmüşlerdir.
Ordunun kullanım alanları veya amaçları nelerdir?
Ordular bir dış tehdit durumunda hem savunma hem de saldırı amaçlı olarak kullanılabilirler. Bununla birlikte temel görevleri her ne kadar dış tehditlere karşı ulusal güvenliği sağlamak olarak ifade edilmiş olsa da, ordular pek çok durumda iç düzenin tesisinde de rol oynayabilmektedirler. Örneğin ordular doğal afetler veya başka felaketlerde sivil savunmaya destek olabilmektedirler.
Orduların iç siyasetteki ihtilaflı rolleri nelerdir?
Ordunun iç siyasetteki ihtilaflı rollerden ilki orduların halk ayaklanmalarını bastırmakta kullanılmasıyla ilgilidir, bir diğeri ise orduların dolaylı ya da doğrudan sivil siyasete müdahil oldukları durumlarla ilgilidir. Bununla birlikte orduların iç siyasete müdahalesinin en ihtilaflı yolu “askeri darbe”lerdir.
Pretoryenizm nedir?
Pretoryenizm tarihte ilk kez eski Roma’da imparatoru korumakla görevli seçkin askerlerden kurulu bir gücü anlatmak için kullanılmış bir kavramdır. “Pretorlar” ın temel görevi imparatoru dışarıdan gelen tehlikelere karşı korumaktır. Pretorlar en seçkin ve yetenekli askerler tarafından oluşturulur ve bizzat imparator tarafından seçilirler. Fakat imparatora yakın olmanın ve onu koruma ayrıcalığına sahip olmanın yarattığı etki ile bu kuvvetler giderek güçlenmiş ve
kendilerini devlet üzerinde hak sahibi gerçek devlet “muhafızları” olarak görmeye başlamışlardır. Bu tarihsel yapıya referansla pretoryanizm günümüzde ordunun kendini devletin ve rejimin bekçisi olarak gördüğü siyasal yapıları anlatmak için kullanılır.
Askeri darbe ne anlama gelmektedir?
Askeri darbe ordunun kendi askeri gücünü ve siyaset üzerindeki etkisini kullanarak mevcut hükümeti örtük ya da doğrudan yöntemlerle değiştirmesi ya da değiştirmeye çalışmasıdır.
Askeri diktatörlük ne anlama gelmektedir ve nasıl oluşmaktadır?
Askerî darbeler sonrasında askerler tarafından kurulan ve temel siyasal gücü orduya devreden hükümet biçimine askeri diktatörlük adı verilir. Askeri darbeler sonrasında genellikle askeri diktatörlükler kurulsa da askeri diktatörlüğe giden tek yola askeri darbelerden geçmemektedir. Örneğin Saddam Hüseyin’in Irak’ta ya da Kim İl-Sung’un Kuzey Kore’de kurdukları askerî diktatörlük rejimleri tek-parti rejimi olarak başlamış, fakat zaman içinde liderlerin ordunun komutanı olarak öne çıkmaları ve üniforma giyerek yönetmeye başlamaları ile askeri diktatörlüğe evrilmiştir.
16. yüzyılda polis aygıtı hangi amaçla oluşturulmuştur?
Polis aygıtı devletin merkezileştiği, ulusal sınırların keskinleşmeye başladığı ve feodalizmin yerini giderek kapitalist üretim ilişkilerine bıraktığı bu yeni toplumsal düzenin yarattığı iç huzursuzluğu zapt etmek hedefiyle oluşturulur.
17. yüzyılın sonlarından itibaren polis erki nasıl bir forma evrilmiştir?
Polis aygıtının oluştuğu ilk dönemlerde polis güvenlik meselesini geçici tarzda çözmektedir. Bu anlamda polis acil durumlarda, çoğu zaman bu duruma uygun “acil durum yasaları” etrafında göreve çağrılmıştır. Fakat on yedinci yüzyılın sonlarından itibaren polis erki giderek nüfusun genel refahı ve ortak iyiliğini temel alan toplumsal düzenlemeleri sağlamaya yönelik aktif ve kalıcı bir forma evirilmiştir. Bu tarihten itibaren polis artık sadece düzeni koruyucu değil aynı zamanda düzeni sağlayıcı, düzen yaratıcı aktif bir güç haline gelir. Polis kanunun tatbik edilmesinin bir aracı olduğu kadar, toplumu yönetmenin, gözetim ve denetim altında tutmanın da bir aracıdır artık. Bununla birlikte bu dönemde polisin en önemli yetki ve görev alanlarından biri, hiç kuşkusuz yoksulluğun denetim altında tutulmasıdır.
20. yüzyıl ve sonrasında polis kavramı nasıl bir dönüşüm içine girmiştir?
Yirminci yüzyılda polis kavramı yeniden bir dönüşüme uğrayarak bugün anladığımız şekline kavuşur. Bu dönemdeki temel tartışma polis teşkilatlarının sınırlarının da olması gerektiği üzerinedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu fikir yaygınlaşmaya ve hem içerde hem dışarıda devletin zor aygıtları aracılığıyla güç kullanımı kanunla sınırlanmaya başlar. Bu dönemde polis kamu düzenini sağlamak adına sınırsız güçlerle donatılmış umumi bir kuvvet değil, açıkça tarif edilmiş yetkilerle donatılmış bir güç olarak yeniden kurgulanmıştır. Kanun hâkimiyetinin temel bir özelliği, vatandaşların keyfi tutuklama ve hapisten azade olmaları ve gözetim altındaki şüphelilerin iyi muamele görmeleridir. Tutuklama, yalnızca şüphelinin bir yargıcın önüne getirilmesine yarayan bir mekanizmadır, sorgulama zorlayıcı olmamalıdır. Bu dönemde işkence gibi gönülsüz sorgulamanın en yoğun ve sistematik şiddet içeren formları uluslararası antlaşmalar yoluyla da yasaklanır ve bireyin devlet erkini uygulayan temel kurumlardan biri olan polis karşısındaki hakları genişler. Aynı dönemde gelişen sosyal devlet ve refah politikaları yoksulluğun denetimini polisin elinden alınarak bu görev devletin diğer bürokratik kurumlarına devredilir.
Polis devleti kavramıyla ne kast edilmektedir?
Polis devleti kavramı polis güçlerinin yasal yapının dışında işlediği ve ne kamuoyu ne de hukuk önünde hesap verdikleri duruma göndermede bulunur. Bununla birlikte polis devletinde polis gücü iktidarı askeri darbelerde orduların ele aldığı gibi kendi ellerine almaz. Daha ziyade siyasi iktidarların onayı ve desteği ile kanunun keyfî olarak uygulanması söz konusudur. Hatta siyasi iktidarlar kanunu polisin yetkilerini genişletecek biçimde revize ederler, böylelikle bireylerin hakları polis karşısında kısıtlansa da polis aygıtının kullanımı kanunlar çerçevesinde kalmaya devam eder. Polis devletlerinin uç örneklerinde polis aygıtları geniş haber alma ağları ile toplumun bütün alanlarına sızan ve neredeyse tüm toplumu gözetleyen, fişleyen ve böylelikle rejim muhaliflerini etkisiz hale getirmeyi hedefleyen istihbarat teşkilatları kullanmışlardır.
Mafya ne anlama gelmektedir?
Devlet dışı şiddet odaklarından ilki mafyadır. Mafya, devletin yerine getirmekle yükümlü olduğu ya da yerine getirmeye talip olduğu fonksiyonları yerine getiren devlet dışı organize bir şiddet örgütlenmesi olarak anlaşılabilir. Mafya grupları belirli bir bağlılık ve haraç karşılığında ilişki de bulundukları grup ya da kişilere temelde bir koruma hizmeti sunarlar. Bu anlamda mafya grupları “koruma”yı meta hâline getiren güvenlik girişimcileridir.
Mafyanın ortya çıkmasıyla ilgili olarak ileri sürülen görüşler nelerdir?
Mafyanın neden bazı devlet ya da bölgelerde güçlü olduğunu anlamaya yönelik teoriler mafyanın devletin güçsüzlüğünden beslendiğini ileri sürmektedirler. Bir diğer deyişle devletin güçsüz olması, zayıflaması ya da bozulması mafya yapılarını ortaya çıkaracaktır. Bazı diğer görüşler mafyanın ortaya çıkmasının temel nedeninin piyasa ekonomisi ile ilişkili olduğunu, özellikle piyasa ekonomisinin girmediği ya da girmesinin kanunla yasaklandığı meta alanlarında alternatif güç odaklarının doğduğunu ileri sürmektedirler.Son olarak bir diğer yaklaşım ise mafyaya fonksiyonları üzerinden bakmak yerine suç kültürü üzerinden bakmak gerektiğini ileri sürer. Örneğin Caroline Humphrey mafyanın sadece özel koruma fonksiyonlarını yerine getirmediğini ama aynı zamanda yerel bağlamlardan ortaya çıkan kültürel olarak ayrıksı otorite teknikleriyle iş gören dayanışma grupları olduğunu ileri sürmektedir.
Bir diğer önemli kurumsallaşmış şiddet biçimi olan terör kavramı ilk ne zaman gündeme gelmiştir ve bu kavramla kast edilen nedir?
Bir diğer önemli kurumsallaşmış şiddet biçimi terördür. Terör kavramı ilk kez 1789 Fransız Devrimi sırasında gündeme gelmiştir. Fransız devrimi sırasında Jakobenler tarafından kullanılan “terör” kavramı Fransız devriminin en radikal evresine gönderme yapmaktadır. Devrimin önderlerinden Robespierre şöyle demektedir: “Ya cumhuriyetin içeride ve dışarıdaki düşmanlarını boğacağız ya da cumhuriyetle birlikte yok olup gideceğiz. Bu durumda politikamızın ilk kaidesi, halkı akıl, düşmanları da terör yoluyla yönetmek olmalıdır… Terör, tetikte duran, sert, yumuşama bilmez bir adaletten başka bir şey değildir.”
Terörizm sözcüğü uluslararası hukukta ilk ne zaman hangi ifadeyle gündeme gelmiştir?
“Terörizm” sözcüğü uluslararası hukukta ise ilk kez 26-30 Haziran 1930’da Brüksel’de toplanan Ceza Hukukunun Birleştirilmesi Toplantısı’nda gündeme gelecektir. Bu toplantıda alınan karara göre: “Kişilerin yaşamına, özgürlüğüne ya da bedensel bütünlüğüne karşı ya da devlet ya da kişi mülküne karşı, siyasal ya da toplumsal düşünceleri yayma ya da uygulamaya geçirme amacıyla suç işleyenlere yüklenebilecek bir ‘terör’ eylemi oluşturacak, ortak bir tehlikeye yol açabilecek araçların bilerek kullanılması” ceza konusu bir suç sayılacaktır.
Siyasal terörizm” ile “toplumsal terörizm” arasında bir ayrım gözetilerek toplumsal terörizme dayalı bir suç tanımının yapıldığı 1934 tarihli Madrid toplantısında terörizm nasıl tanımlanmaktadır?
Brüksel toplantısından sonra Uluslararası Ceza Hukukunun Birleştirilmesi’ne ilişkin 1934’te Madrid’de yapılan bir sonraki toplantıda “siyasal terörizm” ile “toplumsal terörizm” arasında bir ayrım gözetilmiş ve toplumsal terörizme dayalı bir suç tanımına varılmıştır. Buna göre terörizm “Toplum düzenini yıkmak amacıyla halkı yıldırıcı herhangi bir yola başvurulması” olarak tanımlanır.
1935’te Kopenhag’da yapılan Ceza Hukukunun Birleştirilmesi Toplantısının sonuç bildirisi "Uluslararası terörizm” kavramına atıfta bulunarak terörizmi nasıl tanımlamaktadır?
1935’te Kopenhag’da yapılan Ceza Hukukunun Birleştirilmesi Toplantısının sonuç bildirisi ise “uluslararası terörizm” kavramına atıfta bulunarak “bir devlet başkanının ya da eşinin, ya da bir devlet başkanının yetkilerini taşıyan herhangi bir kişinin, veliahtların, hükümet üyelerinin, diplomatik dokunulmazlık taşıyan kişilerin, anayasal organların, yasamaya da yargı organlarının üyelerinin yaşamına, bedensel bütünlüğüne, sağlığına ya da özgürlüğüne yönelmiş eylemleri” “terörizm” diye tanımlayacaktır. Bu tanımın ögeleri 16 Kasım 1937’de yayınlanan “Terörizmin Önlenmesi ile Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme”nin suç tanımlarının da dayanağıdır.
"Ulusötesi Terör" kavramı hangi olayla gündeme gelmiştir ve nasıl tanımlanmaktadır?
Terörizmin kavramının göndermede bulunduğu eylemlerin genişlemesi ve uluslararası düzeni tehdit eden ana mesele hâline gelmesi 11 Eylül 2001 saldırıları ile birlikte olacaktır. Bu saldırılardan sonra uluslararası sistem terör tehdidi üzerinden yeniden tanımlanmaya başlamıştır. Bu dönemde ortaya çıkan terör tanımının özelliği muğlaklığıdır. Terör artık belirli bir ulus devletle bağı olmayan “ulusötesi terör” olarak tanımlanmaktadır, ayrıca düzenli değil düzensizdir, devlet-dışıdır ve alışılageldik yöntemler yerine sıra dışı yöntemleri tercih etmektedir. Bu nedenlerle güvenlik caydırıcı önlemler yerine önleyici
önlemler üzerinden yeniden örgütlenmelidir.
İnsanı müdahale kavramı nasıl bir amaçla kullanılmaktadır?
İnsani müdahale kavramı bir “egemen” devletin ya da bir uluslararası aktörün, başka bir egemen devlete “insani nedenlerle” müdahalesini anlatmak için kullanılmaktadır. İnsan hakları, hukukun gelişmeye başlamasıyla birlikte devletlerin kendi nüfuslarını polisiye yöntemlerle idaresinde, kayıtsız şartsız bir egemenliğe sahip olmadıkları fikrini yeşertmeye başlar. Buna göre, devlet şiddeti de dâhil olmak üzere her tür şiddet, ancak ahlaki bir temeli varsa ve uluslar arası normlara uygunsa meşrudur.
Erken dönem insanı müdahale operasyonlarında bahsi geçen "Rıza ilkesi"yle ne kast edilmektedir ve yansımaları nasıl olmuştur?
Rıza ilkesiyle insanı müdahalenin mutlak egemenlik hakkı ilga edilmeden yapılması kast edilmektedir. devletin egemenlik hakkının zarar görmemesi niyetiyle rızasının alınması gerekli görülmekteydi. Rıza ilkesi, Soğuk Savaş sonrası döneme kadar geçerli olacak ve bu ilke üzerinden yapılan müdahaleler birinci kuşak barış operasyonları olarak adlandırılacaktır. Tam da bu ilke nedeniyle Soğuk Savaş döneminde son derece sınırlı sayıda müdahale gerçekleşmiştir.
Rıza ilkesinin zamanla yok sayılmasının nedeni nedir?
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra soykırım ya da benzer insani felaketleri
önlemek için çatışmanın taraflarının rızasını alma ilkesi etkili bir biçimde yok sayılmaya başlanmıştır. Bu dönemle birlikte egemenlik, mutlak bir ilke olarak değil, tam da ancak iç otorite ile taçlandırıldığında tesis edilebilecek olan bir değişken olarak algılanmaya başlanır. Nitekim insan hakları ihlallerinin ya da soykırımları mümkün kılan iç savaşların, temelde devlet egemenliğinin tesis edilememiş olmasından kaynaklandığı düşünülür ve uluslararası aktörlerin de bu kendi egemenliğini bile tesis edemeyen aktörlere, “egemen” sıfatını vermesi anlamlı bulunmaz. İnsani müdahalenin, kendi nüfusuna asgari düzeyde güvenlik ve istikrar sağlayamayan devletlere karşı yapılması, müdahalenin bir egemene karşı değil, bizzat egemenliğin olmadığı durumlar da yapıldığı iddiasına yol açar.
Günümüzde insanı müdahalenin genişleyen kapsamında neler yer almaktadır?
Müdahale, sorun çözme süreçlerinin güçlendirilmesini içeren kapasite inşası; devlet yapıları, yönetimleri ve hükümetlerin güçlendirilmesini içeren devlet inşası; hükümet kuruluşlarının şeffaflık, yolsuzluklara bulaşma ve hukukun üstünlüğü gibi ilkelere bağlılığını içeren “iyi yönetişim” inşası gibi kamusal hayata dair neredeyse hiçbir şeyi dışarıda bırakmayan son derece kapsayıcı süreçleri içermeye başlamıştır. Bu durum, barışı koruma sürecinin (peacekeeping), barış yapma süreci (peacemaking) olarak yeniden adlandırılmasına neden olur.
Özel orduların temel ayırıcı özelliği nedir?
İki binli yıllarda giderek yaygınlaşmaya başlayan özel orduların temel ayırıcı özelliği bunların her birinin faaliyetlerini açıkça ilan eden, ihalelere giren, kontratlar yapan yani kâğıt üzerinde tıpkı başka bir alanda faaliyet gösteren herhangi bir şirket gibi olmalarıdır. Bu şirketleri geleneksel güvenlik şirketlerinden ayıran en önemli özellik ise sundukları hizmetlerin birebir savaş alanında çarpışmaktan askerî eğitime kadar savunmanın hemen her alanına yayılıyor olmasıdır. Bir diğer deyişle, bu ordular daha çok kâr etmek için ürünlerini çeşitlendiriyorlar, talebe göre piyasaya ürün sürüyorlar, kim daha çok para verirse ona hizmet edip, hangi çatışma daha kârlıysa oraya giden tipik bir kapitalist şirket gibi işlemektedirler.
Özel orduları hazırlayan şirket grupları nasıl sınıflandırılmaktadır?
Özel orduları üç temel şirket grubuna ayırmak mümkündür. Bunlardan ilki, özel ordu şirketleri olarak bilinen ve doğrudan müşterilere taktiksel askerî danışmanlık sağlayan şirketlerdir. Bu şirketler cephede doğrudan savaş hizmeti de vermektedirler. Bir diğer grup ise ordularını modernleştirmek isteyen müşterilere danışmanlık ve eğitim hizmeti veren şirketler. Üçüncü gruptaki şirketler ise silahlı kuvvetlere istihbarat, lojistik destek ve idame sağlamaktalar.
Yurttaş ordulardan profesyonel ordulara doğru olan yönelimin sebepleri nelerdir?
Yurttaş ordulardan profesyonel ordulara doğru olan bu dönüşümün iki temel nedeni vardır. Bu nedenlerden ilki savaş biçimlerinde ve teknolojisindeki dönüşümlerle ilgilidir. Endüstriyelleşmiş topyekûn savaş olasılığının azalması, Avrupa devletlerinin kendi içlerindeki çatışmaların ortadan kalkması ve nükleer silahların konvansiyonel silahların yerini alması artık cephe savaşı düzenine dayanan geleneksel taktiklerin ve operasyonel kavramların geçerli olmadığını ve askerî avantajın teknik olarak yüksek donanımlı, uzmanlaşmış, esnek askeri birliklerden yana olduğu fikrinin kabul görmesine yol açmıştır. Bu dönüşüm ikinci nedeni ise özellikle Vietnam Savaşı sonrasında Batılı demokratik kamuoyunun giderek artan oranlarda savaş faaliyetlerine katılmayı reddetmesidir. Düşük doğum hızları, küçük aileler ve demokratik siyasetin genişlemesi Batılı hükümetler için savaş kararı almayı daha zor ve maliyetli hâle getirmiştir.
Siyasal şiddet ve toplumsal cinsiyet arasında nasıl bir ilişki bulunmaktadır?
Siyasal şiddet ve toplumsal cinsiyet arasındaki en açık ilişki orduların yapısında görülebilir. Zorunlu askerlik rolünü yerine getirenler genellikle erkeklerdir. Bununla birlikte orduda veya savaş sürecinde yer alan kadınlar genellikle arka cephelerde yer alırlar. Çok azı dövüşmek ve öldürmek gibi asıl askerlik işi olarak görülen rolleri yerine getirir. Kadınlara biçilen roller genellikle cephe gerisindeki aşçılık, hemşirelik gibi toplumsal cinsiyet rollerinin devamı niteliğindeki destek hizmetleri olmaktadır. Kadınların savaşa katılımı kadar savaşların etkileri de her zaman cinsiyetlendirilmiştir. Örneğin, bugün dünyadaki savaşlar yüzünden mülteci durumuna gelen toplam nüfusunun yüzde sekseni kadınlardan ve çocuklardan oluşmaktadır. Erkekler genellikle ya
cephede savaşmaya giden ilk ve en önemli grubu oluştururlar ya da düşman kuvvetleri tarafından asıl tehlike olarak görüldükleri için seçici bir şekilde yakalanır ve/veya öldürülürler. Üstelik savaş sadece cephede devam etmez. Geride kalan kadınlar pek çok çatışmada düşman askerlerinin tecavüzüne karşı savunmasızdırlar. Savaşlarda cinsel şiddet ve tecavüz militaristleşmiş erkekliğin kabul edilebilir bir özelliği haline gelir. Son olarak bugüne kadar pek çok çalışma, kadınların güvenliği ve küresel/ulusal güvenlik arasındaki ilişki söz konusu olduğunda savaş ve militarizasyondan en çok etkilenen grubun kadınlar olduğunu iddia etmiştir.
Savaşta tecavüz ne zaman hangi olaylarla gündeme gelmiştir ve nasıl bir hukusal süreç izlenmiştir?
Savaşta tecavüz 1990’lı yılların artan etnik çatışmaları esnasında Bosna’da 50 bin, Kongo’da 200 bin ve Ruanda’da 500 bin kadının düşman tarafın askerlerinin tecavüzüne uğraması sonucu önemli bir hak ve kolektif güvenlik sorunu olarak gündeme gelebilmiştir. Bu savaşlardan önce uluslararası dokümanlarda dahi tecavüz yaygın ve kitlesel bir savaş şiddeti olarak değil, bireysel bir suç eylemi olarak görülmektedir. İlk kez Eski Yugoslavya için Uluslararası Suç Mahkemesi tecavüzü kendi içinde bir savaş suçu ve insanlığa karşı işlenen suç olarak ele almış ve Ruanda için kurulan Uluslararası Mahkeme ise tecavüzü bir soykırım aracı olarak tanımıştır.
Son yıllarada kadınların ordularda daha fazla istihdam edilmesine yol açan dönüşümler nelerdir?
Her şeyden önce zorunlu askerliğin yaygın bir model olmaktan çıkmaya başlamasıyla birlikte kadınların orduya katılımı artmaktadır. Bunun yanı sıra, bugün artık savaş teknolojileri de dönüşüm geçirmektedir. Savaşlar artık giderek artan oranlarda aynı anda ve çok hızlı bir biçimde ağır kayıplar verdiren hava saldırıları, hassas güdümlü füzeler, radar sistemleri, bilgiyi toplayıp, işletip dolaşıma sokan teknolojik sistemler ve otonom silahlar üzerinden yürümektedir. Savaşın bilgisayarlaşması yüz yüze çatışma olasılığını ve buna müteakip fiziksel gücün ve dayanıklılığın önemini azaltmaktadır. Bu durum kadınların ordularda daha fazla istihdam edilmesine yol açmakta olan önemli dönüşümlerden biridir.
Hudson ve diğerlerinin siyasal şiddet ve toplumsal şiddet arasındaki ilişkiyle ilgili olarak ileri sürdüğü görüş nedir?
Hudson ve diğerleri (2009) küresel bir veri seti kullanarak küresel düzeyde toplumsal cinsiyet eşitliği ile bir ülkenin barışçıl olmasının ilişkisini analiz ettiler. Hudson’ın analizine göre bir ülkenin komşularıyla iyi ilişkiler kurabilmesinin en önemli açıklayıcı değişkenlerinden biri o ülkenin toplumsal cinsiyet eşitliğinde hangi noktada olduğuydu. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği daha yüksek olan devletlerde hem iç hem de uluslararası çatışma olasılığı daha güçlüydü. Belki de söz konusu olan medeniyetler çatışması değil, “toplumsal cinsiyet medeniyetleri”nin çatışmasıydı.