Din ve Toplum Dersi 4. Ünite Özet
Dinin Toplum Ve Diğer Kurumlarla İlişkisi
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Giriş: Genel Olarak Din ve Toplumla İlişkisi
Din, insanın özlük alanına ilişkin bir sorundur. İnsan kendisi ve çevresi hakkında ilk derli toplu açıklamayı dinde bulmuştur. Özellikle batılı düşünürler dini ilahi kaynaktan soyutlayıp, akıl yolu ile insanın temel eğilimlerinden türetmeye çalışmışlardır. D. Hume: “İnsan korkularından korunmak için üstün bir varlığa ihtiyaç duyar” der ve bu durum da tanrı ihtiyacını doğurur. Feuerbach: “Din, insanın doğayı kontrol altına alıp korkularını yendiği zaman çözülür.” der. E. Durkheim’e göre din, toplumsal şartların ürünüdür. Marx dini teselli aracı olarak görür.
Dini ne akıl yolu ile insanın zaafları ya da korkularından türetebiliriz ne de toplumsal şartlara indirgeyebiliriz. Bu görüşlerin en önemli eksiği dinin özünü kavrayamayışı ve belli niteliklerin çevresinde dönmesidir. Batıda din; korkma, bağlanma anlamında iken, doğuda yol, ödev, borç anlamına gelir. Her din müntesipleri tarafından doğru sayılır.
Sosyolojik olarak din ile ilgili en önemli sorunlardan birisi şüphesiz onun toplumla olan ilişkisidir. Söz konusu ilişki, düşünürlerin dünden bugüne tartışa geldikleri bir konudur. Batda Augustinus’dan Comte’a, Marx’tan Durkheim’a kadar, konuyu ele alan düşünürlerin bazıları toplumun dine, bazılarıysa dinin topluma etkisini savunmuşlardır. Comte, Durkheim ve Marx gibi düşünürler, dini her haliyle toplumsal şartların bir ürünü saymışlar ve toplumun dini şekillendirdiği düşüncesini benimsemişlerdir.
Coulanges ve Kidd, gibi düşünürler ise toplumların din tarafından oluşturulup geliştirildiğini ileri sürmüşlerdir. Bu yaklaşıma göre din, bütün toplumların her türlü kültürel basamağında şekillendirici bir zihniyet faktörüdür. Dinler, emir ve yasaklarıyla toplumlarda önemli değişme ve gelişmelere sebep olmuşlardır. Pek çok kültürel ünite dindarca yaşayabilme çabasından doğmuştur. Bu çabanın, mimari, edebiyat, müzik, şiir ve benzeri sanatları geliştirdiğinde kimsenin şüphesi yoktur. Hatta bilimin gelişmesinde nice dini veri hipotez görevi yapmıştır. Mesela dini törenlerin belli zamanlarda yapılması takvimi zorunlu kılmış, bu da gök cisimlerinin gözlemini teşvik etmiştir.
İki bakış açısının da haklılık noktaları vardır. Ancak toplumun zaman içerisinde dini pratikleri şekillendirmesi, dinin başlangıçtaki topluma bağımlılığını göstermediği gibi, dinin her zaman bükülmez bir bilek gibi hep şekillendirici olarak kaldığı anlamına da gelmez. Bu durumda dinlerin sınıflandırılması gerekliliği ortaya çıkmıştır. Dinler, farklı ilkelere göre, ilkel-gelişmiş, evrensel-ulusal, gibi farklı şekillerde sınıflandırılırlar. Bu sınıflamaların en önemlilerinden birisi, dinleri beşeri ve ilahi dinler olarak ayıran sınıflamadır. Beşeri dinler toplumların zamanla kendi şartları içinde oluşturdukları dinlerdir. İlahi dinler ise toplum üstü vahiy gibi bir kaynağa dayalı dinlerdir. Toplumsal şartların ürünü olan dinler, hem ortaya çıkışları hem de gelişmeleri bakımından, mevcut toplumsal ihtiyaç ve şartlara dayanırlar. Toplumsal şartların ürünü olmayan (ilahi) dinler ise toplumsal ihtiyaçları gözetse bile kaynak, toplum üstü olduğundan toplumu kendine göre yeni baştan şekillendirirler. Mevcut kültür unsurlarını düzenler, kaldırır veya yeni fonksiyonlar kazandırırlar.
Dinin Diğer Sosyal Olgu ve Oluşumlarla İlişkisi
Dinin, sosyal-kültürel, bireysel-grupsal, normatif-kognitif hemen her türlü beşeri alanla bir ilişkisinin olduğundan söz edilebilir. Şüphesiz dinlerin, davranış örüntüleriyle daha sıkı bir ilişkisi vardır. Esasen yüksek tipli dinlerin Tanrı-kul, çocuk-ebeveyn, karı-koca, işçi-işveren ilişkileri üzerinde yoğunlaşması, müntesiplerini söz konusu ilişkiler üzerinden test etmesi de bunu göstermektedir.
Sosyolojinin ele aldığı sorun gruplarından birisi, sosyal aktörlerdir. Bunlar sosyal kişiler, gruplar/örgütler ve kurumlar/kuruluşlardır. Burada sosyal kişi, felsefe ve dinin soyut tekil olarak tanımladığı bio/psişik bir varlık olan insandan farklı olarak o toplumun kültürü tarafından inşa edilmiş insandır. Bir başka deyişle kültürün somutlaşmış, dolaşan bir örneğidir. Büyük düşünürler, siyasi liderler gibi bazı kişilerin bir önceliği bulunsa bile toplumdaki herkes bir sosyal kişidir.
Diğer bir sosyal aktör tipi, gruplar ve örgütlerdir. Gruplar, bir amaç etrafında oluşmuş fiili insan birliktelikleridir. Örgütler ise küçük-büyük grupların amaçlarından birisinin gerçekleştirilmesi için oluşturulmuş, yer, zaman, teknik ve tesisle donatılmış oluşumlardır.
Sosyolojinin sorunları ele alış eksenlerinden bir diğeri, değerler, normlar ve kurumlar ağıdır. Yani bireysel ve sosyal davranışlarımız belli aşamalardan geçerek gerçekleşmektedir. Değer; bir yargı, olgu veya davranışı değerlendirmeye, yerini ve önemini belirtmeye yarayan ölçüttür. Salt sosyal ve dini kökenli olabilir. Ancak çoğu kere daha etkin değerler dini/din kaynaklı değerlerdir. Bütün beşeri davranışlarımızın ötesinde bir değerler sistemi bulunur. Bu insani davranış demek olan ahlakın da bir gereğidir. Ahlak, değer yüklenmiş eylem demektir. Gerçi ahlak, insanın eylemleriyle bağlantılı olarak bunların iyi veya kötü oluşuna ait verilmiş değer yargılarını ve hatta yerine göre normları da ifade eder. Belki diğer alanlardan daha fazlasıyla din, ahlaki değerler üzerinde etkilidir. Çünkü bir kural ne kadar aşkın dayanaklara sahipse o kadar etkili olur.
Hak, adalet, sevgi, gibi değerler hiyerarşisinin en üst noktalarında yer alan Tek Tanrı inancı, vicdana etki ederek bütün sosyal olguların içselleştirilmesine katkıda bulunur. Hiçbir kurum dinin meşruiyet sağlayıp içselleştirme işlevini yerine getiremez. Çünkü bu alan çıkarlar üstüdür ve herkesin anlaştığı bir noktadır. Mesela Tek Tanrı inancı, hiçbir ferdin veya topluluğun aleyhine bir değer taşımaz. Eğer taşıyorsa o gerçek bir tek Tanrı inancı değildir veya en azından doğasına uygun olarak algılanmıyor demektir. Sosyoloji dilinde istismar, din dilinde riya (gösteriş) denen davranış da budur.
Dinin ilgili bulunduğu olgulardan birisi de normlardır. Bireysel ve toplumsal hayatın yürümesi için gerekli bu kurallar, hem ortaya çıkışları hem de işleyiş biçimleri bakımından dinden uzakta düşünülemezler. Sosyolojik olarak normlar, sosyal aktörlerin içinde bulundukları statülerini, üstlendikleri rolleri ve bunların nasıl eyleme dökülebileceğini gösterirler. Sonucun olumlu veya olumsuz oluşuna göre de ödül ve ceza belirler.
Dinin normsal alanla ilişkisinin en önemli görünümlerinden birisi şüphesiz hukuktur. Bilindiği üzere hukuk, fiziki yaptırımlı (ahlaki) kurallardır. Modern kültürde hukukun dünyevi nitelikli olduğu kabul edilir. Ancak bu kural ilgili olduğu alan bakımından doğru ise de en dünyevi hukuklar bile dini-manevi bir arka plan üzerinde olup biterler. Eylemler niyetlere göre değerlendirilirler. Esasen ahlaki ve hukuksal normların önemli bir kısmı bizzat dinden doğmuş veya ondan ilham almıştır. Yani din-hukuk arasında ciddi kurumsal ilişkiler var ola gelmiştir.
İnsanlık tarihi boyunca dinlere dayanan, İslam hukuku (Fıkıh), Hristiyan hukuku (Credo), Yahudi hukuku (Talmut) gibi sırf dini hukuklar var ola gelmiştir. Günümüzde toplumların karmaşıklaşması, fiziki yaptırımlı normatif yapılara (hukuka) ihtiyacı doğurmuştur. Ama bu, dinlerin bu alanda etkinliklerini yitirdikleri anlamına gelmemektedir.
Kurumlar ve Dinin Kurumlarla Genel İlişkisi
Bazı kavramlarda olduğu gibi kurum da günlük dilde ve sosyolojide farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Günlük dilde genellikle kurumsal bir işlevi yerine getiren “kuruluş”lara kurum denmektedir. Buna göre bir spor kulübü veya muhtaç çocukların barındığı yer, kurum olarak adlandırılmaktadır. Sosyoloji açısından ise kurum, ne bir kişi, ne bir grup ve hatta ne de bir mekandır. Kültürün bir kısmıdır, insanların yaşam tarzlarının örüntüleşmiş bir parçasıdır. Kurumun tek bir tanımını yapmak mümkün gözükmüyor. Ancak açıklayıcı bir tanımı yapılabilir. Bunun için de kurumun özelliklerinin sıralanması gerekir. Buna göre kurumlar:
- Belli bir amacı gerçekleştirmeye yönelik,
- Söz konusu ihtiyacın gerçekleştiriliş biçimi oldukça süreklilik kazanmış,
- Gerek alt kurumlarıyla gerekse diğerleriyle yapılanmış, örgütlenmiş ve eşgüdümlenmiş,
- Diğerleriyle yakından ilişkili olmasına rağmen kendi alanında biricik yani bir “göreli bağımsızlığa” sahip,
- Zorunlu olarak kültürün normatif kodlarını ihtiva eden değer yüklü toplumsal oluşumlardır.
Bütün bu nitelikler göz önünde bulundurulursa kurumlar için şöyle bir tanım yapılabilir: Kurum, sosyal kişilerin temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla ortaya çıkmış, süreklilik kazanmış, eşgüdümlenmiş, oldukça onaylanmış ve yaygınlık kazanmış sosyal örüntü, rol ve ilişki yapısıdır.
Toplumda her şeyin olduğu gibi kurumların da bir işlevi vardır. Esasen her sosyal olgunun bir işlevi vardır. Ancak kurumların farkı, daha bir genelleşmiş olmalarıdır. Kurumların başlıca işlevleri şöyle sıralanabilir:
- Kurumlar kişilerin sosyal davranışlarını kolaylaştırırlar. Kişi herhangi bir şeyi nasıl yapacağını öğrenmek ve keşfetmek için zaman ayırmak zorunda değildir. Bunları toplumda hazır olarak bulur, belli rol ve ilişkileri ve bunları nasıl yerine getireceğini kurumlardan öğrenir.
- Kurumlar toplam kültürün istikrarı ve eşgüdümü için birer örnek olarak hizmet ederler. Süreklilik, sağlamlık, dayanıklılık, insan davranışlarını istikrarlı ve uyumlu hale getiren kurumlar sayesinde sağlanır.
- Kurumların bir diğer işlevi de davranışları kontrol etme yönelimleridir. Çünkü kurumlar toplumun sistemli ve ideal düzeyde beklentilerini içerirler. Kimin nerede ve nasıl hareket edeceği önceden belli olduğundan sapmanın ne olduğu da böylece bilinmiş olur.
Kurumların bu belirleyicilik işlevleri, ileri boyutlarda bir olumsuzluğu da beraberinde getirebilir. Mesela kurumların davranışlara bir nevi standart kazandırıp süreklileştirmesi, değişimi engelleyip olumsuz bir rol oynayabilir. Bundan dolayı sosyologların bazıları kurumların işlevlerini olumlu ve olumsuz işlevler olarak ikiye bile ayırmaktadırlar.
Genel Olarak Aile ve Din
Aile, doğası itibarıyla dini olmayan bir kurumdur. Soyut ilişkiler ağı bakımından bir kurum olan aile aynı zamanda somut bir insan birlikteliği olması açısından ise doğal bir gruptur. Yani dini, etnisitesi, meslek ve meşrebi ne olursa olsun bütün insanlar başlangıçtan günümüze bir aile olgusuna sahip olagelmişlerdir. Aile, bir kurum olarak, nüfusu yenileme, milli kültürü taşıma, çocukları sosyalleştirme, ekonomik, biyolojik ve psikolojik tatmin gibi işlevleri yerine getirmektedir. Aile ile ilgilenen düşünürler, onun sınırlarını çizmek için farklı kriterler kullanmışlar; kimileri aynı çatı altına oturanlara, kimileri aynı kazandan yemek yiyenlere aile adını vermişlerdir. Neslin devamı bakımından birbirleriyle bağlantılı olan ve genel olarak da “anne-baba ve çocuklardan oluşan insan birliği” şeklinde bir aile tanımı en çok kullanılanıdır.
Ailenin toplumlardaki önemli görevini göz önünde bulunduran bazı düşünürler, aileyi toplumun tüm özelliklerini ve potansiyel imkanlarını üzerinde taşıyan bir prototip toplum olarak almak istemişlerdir. Bu anlayışa göre aile, topyekün, toplumun bütün özelliklerini taşımaktadır. Bir başka ifadeyle toplum, ailenin genişlemiş bir biçimidir. Dolayısıyla aile analizlerinin genişletilip genelleştirilmesi bize genel toplumsal yapıları anlama imkanı verir. Hatta tüm toplumsal kurumlar ailenin işlevlerinin gelişip bağımsızlaşması sonucu ortaya çıkmışlardır.
Aile ile ilgili en önemli noktalardan bir diğeri dış evlilik ve iç evlilik konusudur. Özellikle dış evlilik (exogamy) ile ilgili olarak ortaya çıkan ve “evrensel” diyebileceğimiz boyutta yaygın olan “ensest yasağı” (yani ana-oğul, babakız, erkek kardeş-kız kardeş arası evlilik yasağı) organik olduğu kadar kültürel gelişmenin şartlarından birisidir. Çünkü kültürleşmenin yolu büyük-küçük toplulukların dışa açılmasına bağlıdır. Ensestin günah, fücur anlamına geldiği göz önünde bulundurulursa çok yakınlarla evliliğin, insan doğasında engelleyici psikolojik yaptırımları olsa da dini bir yönünün bulunduğu görülür.
Dinin Aile ile Olan İlişkisi
Aile bilindiği üzere bir doğal sosyal birliktir ve bir temel sosyal işlevi yerine getirme bakımından dinden göreli de olsa bağımsız bir kurumdur. Yani aile, tüm etkileşimlerine rağmen din tarafından meydana getirilmemiştir. Ancak din ile aile arasında karşılıklı dinamik bir ilişki vardır, din aileyi, aile dini etkilemiş, tarih boyunca birbirlerini kollayagelmişlerdir.
Ailenin din üzerindeki etkisi büyüktür. Aile her şeyden önce dinin, içinde öğrenilip, ilk pratiklerin gerçekleştiği yerdir. Buna karşılık dinin de en önemli objesi, değerlerini yerleştirip gerçekleştirdiği alan ailedir. Dindarlığın ilk görünümleri de aile üzerinedir.
Din, doğumdan ölüme, düğünden bayrama kadar aile ile ilgili hemen önemli bütün olaylarda yer almaktadır. Mesela doğumlar, dini ayin icrasıyla gerçekleşen bir sosyal olgudur. Çocuk dini törenlerle sosyalleşir. Mesela İslam’da sünnet olma, Hristiyanlıkta vaftiz, dini içerikli sosyalleşme örnekleridir. Cinsiyet farkına dayalı ritüellerin önemli bir kısmının din kökenli olduğu görülür.
Dinin aile ile ilişkisinin önemli kontak noktalarından birisi, ikisinin de kontrol ve denetleme kurumu olmalarıdır. Kontrol, tüm değişiklikler karşısında sosyal grubun yeni denge ve yapılara ulaşabilme sorunudur. Bir toplumun, değişimin sonunda hala kendisi olarak kalabilmesi ve kendini koruyabilmesi bu denetlemeye bağlıdır.
Üzerinde durulup örnekler verilen din ve aile ilişkisinin daha bilimsel bir açıklaması, ikinci türden etkenlerin devreye sokulmasını gerektirir. Bu bağlamda ilişkinin mesela ailenin ve dinin tipine göre farklılık arz ettiğini söyleyebiliriz. Buna göre dinin aile ile olan ilişkisi basit ve yüksek tipli dinlerde farklılık arz etmektedir:
- Toplumsal şartların ürünü olan dinlerde aile ve din, birbirlerinden yeterince ayrılmamışlardır. Bundan dolayı da hangisinin hangisini etkilediğini belirlemek bile zordur.
- Yüksek tipli dinlerde ise aile kutsal olmayan bir oluşumdur. Yani burada bir din ve bir de bunun dışında dini yüklemelere sahip olsa bile sosyal bir grup ve kurum olarak aile vardır. İki ayrı özerk alan oluşturmaları nedeniyle de karşılıklı ilişkiler söz konusudur.
Din-aile ilişkisinde ailenin tipi de önem taşımaktadır. Mesela din ve aile sosyologları geniş ailenin din ile daha uyumlu olduğunu düşünmektedirler. Bu durum geniş ailenin birlik sağlayıcılığıyla açıklanabilir.
Genel Olarak Ekonomi Kurumu ve Din
Temel kurumlardan biri olan ekonomi insanın varlığını sürdürebilmesi için gerekli yeme içme, giyinme ve barınma gibi ihtiyaçlarının karşılanması işlevine denk düşer. İnsanlığın önemli kültürel ünitelerinden birisini oluşturan ekonomi, eşya, fertler ve topluluklar arasında doğan bir sosyal ilişki alanıdır. Ekonomi, söz konusu ihtiyaçların üretim, tüketim ve dağıtımını ihtiva ederse de bir diğer önemli anlamı, eldeki imkanların mevcut şartlara göre en ideal kullanımını ifade eder. Esasen ekonomi, sınırsız ihtiyaçlar karşısında imkanların sınırlı olduğu kabulü üzerine oturur.
Gerek doğrudan ekonomiyle ilgilenen disiplinler ve gerekse toplumsal yapılarla bağlantısını kurmaya yönelik sosyoloji açısından ekonomik faaliyetler, belli başlı üç ünitede toplanabilir: Üretim, tüketim, dağıtım. Yani ekonomik olarak insanlar, üretir, tüketir ve dağıtırlar.
Sosyolojik açıdan bakıldığında ekonomik gelişmenin, genel toplumsal yapıların gelişmesiyle yakından ilgili olduğunu görürüz. Yani ekonomik olaylar genelde sosyal yapının bir yansımasıdır. Onun için de aile, klan, kabile, site ve ulus gibi sosyal gelişme basamakları genelde kendilerine uygun ekonomi tarzları ortaya koymuşlardır.
Din ve Ekonomi Kurumları Arasındaki İlişki
İnsani varoluşun temel esaslarından birisi olan ekonomik davranış, toplumun maddi ihtiyaçlarının teminatı doğal ortamlarda teknik donanımın niteliğiyle değişen miktarda enerji ve zaman kullanmayı gerektirir. Hemen her türlü oluşum gibi ekonomik davranış da toplumsaldır ve diğer kurumlarla aynı düzlemi paylaşması nedeniyle karşılıklı bir ilişki içinde bulunurlar. Bu çerçevede din ve ekonomi de karşılıklı olarak birbirlerini etkilerler.
Din ile ekonomi arasındaki ilişkinin önemli görünümlerinden birisi dinin ekonomi için bir tutum ahlakı oluşmasına katkısıdır. Esasen dinin her türlü eylemi motive eden bir yönlendiriciliği vardır. Ekonomiyi öncelikle ilgilendiren dini motivasyonların başında tutum ahlakı gelmektedir. Belirtildiği üzere tutum, ekonominin temel özelliklerinden birisidir. Ancak bunun ahlak gibi içsel bir olguyla pekiştirilmesi gerekmektedir. Burada dine önemli bir görev düşmekte, dinin ahlaki ilkeleri toplumdaki ekonomik şartlarla birleşerek bir tutum ahlakı oluşturmaktadır.
İslam’da üretim başta olmak üzere tüm ekonomik faaliyetleri özendiren ayet ve hadisler vardır. “İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır” ayeti, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış” hadisi bunlardan sadece iki örnektir. Esasen ekonomi alanındaki dini eylemlerin önemli bir kısmı toplumsal çözülmeye karşı ciddi tedbirleri içerir.
İslam’daki zekat gibi paylaşım ilkeleri birliği sağlarken israf yasağı, sosyal çözülmeye karşı bir tedbirdir.
Genel Olarak Siyaset ve Din
Siyaset,kamu düzenini sağlama ve genel yönetimi gerçekleştirme görevini yerine getiren bir temel kurumdur. Siyasetin temel işlevi, yönetim işlerinin yürütülerek kamu düzeninin sağlanmasıdır. Klan / kabileden günümüzün ulus-devletlerine kadar bu işlevi tüm toplumlarda görürüz.
Modern siyaset sosyolojisinin kurucusu sayılan Weber, siyaseti, araç olarak nitelediği iktidar ekseninde tanımlar. Buradaki güç/iktidar, gerektiğinde kullanılabilecek fiziki bir yönü bulunsa bile sosyal bir güçtür. Söz konusu iktidarın en önemli özelliği meşruiyetidir. Yani topluluğun onu saygıya değer, itaate layık bulmasıdır. Esasen sosyal eksenli olması salt zora başvurulmaması onun meşruluğunun ilk şartıdır.
Din ve siyaseti ilişkiye getiren belli noktalar vardır. Düzen ve istikrar sağlama, yapılan işle meşruiyet sağlama bu kontak noktalarının en önemlileridir. Gerçekten de düzen ve istikrar hem dinin hem de siyasetin en önemli temalarıdır.
Din ve Siyaset Kurumları Arasındaki İlişki
Din ve siyaset işlevsel olarak insanlığın birbirinden ayrılamaz iki temel kurumudur. Bu kurumların temel nitelikleri hep birini diğerine yönlendirmiş, onları kopmaz bir ilişki içinde tutmuştur. Dinin temel işlevinin “meşruiyet”, siyasetin temel işlevinin ise “güç” olduğu göz önüne getirilirse bu iki kurum arasındaki ilişkiyi anlamada zorlanmayız. Her iki kurum da diğerinin işlevine bir eğilim duymaktadır. Daha sade bir anlatımla dini çevreler, en azından bu dünyada daha rahat hareket edebilme bakımından güçten bir pay almak için siyasete, siyaset ise kendisi için mutlak ihtiyaç duyduğu meşruiyeti elde edebilmek için dine yönelmiş ve böylece arada zorunlu bir ilişki doğmuştur.
Uzun yıllar boyunca kabile şefi, kral, imparator gibi siyasi liderler dinden nemalanan bir karizmaya sahip kişiler olarak algılanageldi. Dolayısıyla sadece kötü yönetmeler değil, kuraklık, kıtlık gibi doğal sıkıntılar da dini karizmanın onu terk etmesi olarak yorumlandı ve yerine göre bu lider, toplumdan uzaklaşan karizmanın korunması adına öldürülürdü. Söz konusu inanca göre yağmur bu uğursuz yönetici sebebiyle yağmıyor olabilirdi ve bu olumsuzluk onun öldürülmesiyle giderilebilirdi.
Yüksek tipli dinler önceden var olan siyasal topluluğa karşılık din eksenli yeni topluluklar meydana getirmişlerdir. Hatta her haliyle öncekini yok saymamışlar ve böylece Hristiyanlık örneğinde olduğu gibi müntesiplerini hem mabedin hem de devletin vatandaş haline getirmişlerdir.
Devlet, kutsal bir değer değil, dünyevi bir olgudur. Sırf bir organizasyon, bir örgütten ibaret olduğu için din bağlamında bir mükellef de değildir. İnanç ve ibadet ferde aittir, bu açıdan devlet, dinin tebliğcisi ve yaşatıcısı da değildir. Sağlıklı işleyen bir devlet, kamusal denen ortak hayattaki aksamaları gidermek üzere devreye girer ve kendi için değil, toplum adına düzenleyici bir hakem olarak görev yapar. Devlet bu işleri yaparken de temsil ettiği toplumun dini ihtiyaçlarını göz önünde bulundurur. Din, devletin çözümlemek zorunda olduğu sorun alanlarından birisini oluşturur.
Genel Olarak Eğitim Kurumu ve Din
Eğitim, temel kurumlardan biridir ve genel olarak bireyin yaşadığı toplumda yeteneğini, tutumlarını ve olumlu değerdeki davranış biçimlerini geliştirdiği süreçler toplamıdır. Bir başka deyişle eğitim, gayrı resmi olarak evde ve genel kültür olarak çevrede, resmi olarak da toplumun karmaşık eğitimsel düzenlemelerinde gerçekleştirilen sistemli bir sosyalizasyon sürecidir.
Eğitim, bir olgu olarak daha genel ve kapsayıcı bir biçimde “ebeveyn, hoca ve ustaların, çocukları sosyal hayata hazırlamak için yaptıkları, sosyal içerikli planlı ve bilinçli faaliyetler” şeklinde tanımlanabilir. Bu tanımda eğitim olgusunun üç temel özelliğinin altı çizilmiştir:
- Eğiten ve eğitilen ayrımı. Yani burada bir sosyal hayata hazırlayan yetişkinler, bir de hazırlanan genç nesil vardır ve birincilerin ikinciler üzerinde bir etkisi söz konusudur.
- Planlı ve bilinçli olması. Bu özellik, eğitimi benzer süreçlerden ve özellikle genel anlamdaki sosyalizasyon ve kültürlemeden ayırır.
- “Toplumsal” oluşudur. Tüm kurumlar gibi eğitim de bir toplumsal zemin üzerine oturur, onun eğilim ve beklentilerine göre işler.
Dinin Eğitim Kurumu ile İlişkisi
Yüzyıllar boyu toplumlar din tarafından eğitilip olgunlaştırılmışlardır. Bugün bile pek çok dini alt kurum, genelde sekülerlik üstüne kurulu modern yapılarda bile eğitim işlevini yerine getirmeye devam etmektedir.
Eğitim dinin doğasında vardır. Özellikle yüksek tipli dinlerin en önemli olgularından birisi olan vahiy bir bilgilendirme ve davranış kazandırma sürecidir. Din, Tanrı ekseninde işleyen bir sistemdir. İnsanın Tanrıyla ilk ilişki biçimi şüphesiz ona inanıp bağlanmadır. Bu inanma bilmeyi gerektirir. Bu açıdan bakıldığında özellikle yüksek tipli dinlerin önemli olgularından birisi olan vahiy, öncelikle inanç ve gereklerinin dayandırılacağı bir bilgilendirme işidir. Bunun ise bir eğitim işi olduğunda şüphe yoktur. İnsanlık, başından beri dinin kucağında yetişmiştir. Tarihsel geçmiş göz önüne getirildiğinde insanoğlunu dinden daha fazla eğiten bir kurum bulmak mümkün değildir.
Kurumsallaşmış bir eğitimin de din üzerinde önemli bir etkisi var olagelmiştir. Dinin sistemli bir biçimde öğretilmesi eğitime bağlıdır. Bu etki bazen kendini daha ileri boyutlarda da göstermiş, belli eğitim yapılanmaları zaman içinde kendine has bir din anlayışını doğurmuştur. Batıda skolastik zihniyet, İslam dünyasında medreseler, bu eğitimsel din anlayışına verilebilecek örneklerdir.