Antropoloji Dersi 3. Ünite Özet
Kültüre Yaklaşımlar: Temel Antropoloji Kuramları
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Giriş
Başlangıçta, özellikle 19. yüzyılın sosyal bilimlerinin etkisiyle evrimci ve işlevci, yani ilerlemeci ve dengeyi öngören kuramların egemenliğinde olan antropoloji, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren daha çok çatışmacı dediğimiz kuramların etkisi altında gelişmiştir. İlk kuramlar, kültürleri bütünsel sistemler olarak ele almışlar ve incelenen toplulukları düzenli ve makul yaşam tarzları içinde betimlemişlerdi; bu kuramların sömürgeci geçmişle bir hesaplaşma kaygısı da olmamıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında ise sömürgeciliğin çözülmesi ve Üçüncü Dünya olarak tanımlanan ülkelerin hızlı bir değişim sürecine girmeleri, çatışmanın toplumların hayatında aslî bir unsur olduğuna ilişkin bilimsel bakış açısını pekiştirmiştir.
Evrimci ve Tarihselci Kuramlar
19. yüzyıl Evrimciliği: 19. yüzyılın hâkim bilim anlayışını yansıtan biyoloji ve jeolojide ortaya çıkan evrimci yaklaşım, evrenin, yeryüzünün ve canlıların başlangıçtaki hallerinden değişerek bugüne geldiklerini ortaya koyuyordu. Antropolojik evrimcilik de, tıpkı doğadaki gibi insan kültürlerinin de geniş zaman dilimleri içinde, ilkel olandan ileri aşlamalara doğru değişime uğradığını öne sürdü. Bütün evrimci görüşler, insanlığın ve onun kültürünün ilkel (ya da vahşi) olandan uygar olana doğru giden tek hatlı bir evrim sürecinden geçtiği konusunda hemfikirdiler. Evrimci yaklaşım, kendi çağının ilkellerini ya da vahşilerini ise yaşayan kültürel fosiller ya da evrimin başlangıcındaki insan topluluklarının çağdaş kalıntıları olarak görmekteydi. Evrimci okulun ilk ve en önemli temsilcilerinden birisi Edward Tylor’dur (1832- 1917). Bugün bile rahatlıkla başvurduğumuz kültür tanımını yapan Tylor, antropoloji yazınında bu bilimin konusunun kültür olduğunu söyleyen ilk bilim insanıdır. Tylor’a göre uygar olanla vahşi olanı birbirinden ayıran en önemli şey, uygar olanların hurafeleri terk ederek aklı ve onun ürünü olan bilimi benimsemiş olmalarıdır. Evrimcilerin bir diğer önemli ismi Lewis Henry Morgan’dır (1818-1889). Morgan, yazdığı Eski Toplum (1871) başlıklı kitapla döneminin düşüncesini büyük ölçüde etkilemiştir. Bu kitapta Morgan insanın kültürel evrimini teknolojiyi esas alan üç ana evreye ayırmıştır. Çünkü Morgan teknolojik gelişmenin kültürel evrimle koşut gittiğine inanıyordu. Morgan’ın ilk evresi yabanıllık evresidir. Alt, orta ve üst aşamaları bulunan bu evrede insanlık avcı-toplayıcılık etkinliğiyle yaşamaktadır. Bu evre çömlekçiliğin keşfine kadar sürmektedir. İkinci evre barbarlık evresidir. Bu evre de alt, orta ve üst aşamalara ayrılır. Çömlekçiliğin gelişimi, yerleşik hayata geçiş, hayvan evcilleştirmesi ve demirin ergitilmesi bu evrede gerçekleşmiştir. Homeros zamanının Grek kabileleri, Roma’nın kurulmasından önceki İtalya kabileleri, Sezar zamanının Germen kabileleri bu evreyi yaşayan topluluklardı. Yazının keşfiyle uygarlık evresine geçilir. Bu evre de eski ve modern olmak üzere iki aşamaya ayrılır. Morgan teknolojiye dayalı bu aşamalandırmasına koşut biçimde evrilen bir akrabalık ve evlilik sistematiği önermiştir. Ona göre evlilik, kuralsız cinsel ilişkilerin yaşandığı ilk halinden çağdaş tek evliliğe doğru ilerleyen 15 aşamalı bir evrim geçirmişti. Evrimci antropologların en önemli sorunu veri azlığı idi. Evrimci görüşler ve modeller genellikle başkalarının (gezginlerin, askerlerin, kâşiflerin, misyonerlerin) anlatılarına dayanmaktaydı. Dolayısıyla gözlemlerinde sistemli ve nesnel olamadıkları görülür. Veri azlığı ile 19. yüzyılın hâkim görüşü olan tarihsel ilerleme anlayışı yan yana gelince, sorunlu bir bakış açısı ortaya çıkmıştı. Bu okul kültür kavramını öne çıkarması, fiziksel farkları ne olursa olsun bütün insanların ruhsal bir birliği bulunduğunu öne sürmesi ve farklı toplulukların yaşam biçimlerine dikkat çekmesiyle bir çığır açmıştır ama kültürler arasındaki eşitliği ve kültürel göreceliği kabul etmenin çok uzağında kalmıştır.
Difüzyonizm: Difüzyonizm, kültürün gelişim ve değişiminde en önemli etkenin başka kültürlerden gelen maddî ve manevî ögelerin o kültüre girmesiyle gerçekleştiğini öne sürer. Difüzyonizm, özellikle teknolojik yeniliklerin her kültürde kendi başına gerçekleşemeyeceğini söyleyerek, kültür içinde özgün buluşların ortaya çıkmasının istisnaî ama başka kültürlerden almanın genel kural olduğunu savunur. Difüzyonizm, müzeciliğin en gelişkin olduğu ülke olması nedeniyle ilk olarak Almanya’da gelişti. Önde gelen Alman difüzyonistleri, insanlık tarihinde bir kaç çekirdek bölge olduğunu ve kültürel ögelerin oralardan çevreye yayıldığını söylüyorlardı. Mısır ve Mezopotamya gibi yüksek kültürler in önce temas yoluyla yayıldığını ve ardından göç ve fetih gibi süreçler yardımıyla daha geniş alanlara dağıldığını savunuyorlardı. Bu yaklaşımı nedeniyle bu kuram, kültür-çevre kuramı olarak adlandırılmıştır. Difüzyonizmi Kuzey Amerika’ya taşıyan kişi, Franz Boas (1858-1942) olmuştur. Öncelikle kültürel ögelerin coğrafî dağılımı üzerinde duran Boas, kültürel değişimin tarihsel ve psikolojik süreçlerini kurgulamak için bu ögelerin dağılımına bakmak gerektiğini öne sürmekteydi.
Tarihsel Özgücülük (Amerikan Tarih Okulu): Başlangıçta difüzyonist fikirleri benimsemiş olsa da, tarihsel özgücü (historical particularist) yaklaşmı kuran kişi Amerikalı antropolog Franz Boas’tır. Boas, alan araştırmaları sonucunda kültürel gelişmenin evrensel yasalarını araştırmadan önce tek tek kültürlerin nasıl geliştiğine bakılması gerektiğinin altını çizmiştir. Her kültürün kendine özgü ve ayrı bir tarihi olduğu görüşü tarihsel özgücü yaklaşımın esasıdır. Böylelikle antropoloji içinde nomotetik bilim anlayışı yerine idyografik bilim anlayışına yaklaşan ilk kişi olmuştur. Boas, kültürel gelenekleri ve yaşam tarzlarını açıklamak için üç temel etkeni incelemenin gerekli olduğunu öne sürüyordu. Bunlar çevresel koşullar, psikolojik etkenler ve tarihsel bağlantılar idi. Boas bunlar içinde en büyük ağırlığı tarihsel bağlantılara tanıdı. Boas’a göre toplumlar ve kültürler, kendi özgül tarihlerinin ürünüydü. Dolayısıyla kültürü anlamak ancak o toplumun tarihinin incelenmesiyle mümkündü. Kültürler ayrıca kendi coğrafî bağlamlarından soyutlanarak da anlaşılamazdı. Bu açıdan bakıldığında Boas’ın kültürel göreciliğin kurucularından biri olduğu görülür ve 19. yüzyıl evrimciliğine karşı en ciddi kuramsal konumu oluşturduğu belirlenebilir.
İşlevselci ve Yapısalcı Kuramlar
İngiliz İşlevselciliği: İşlevcilik, kültürel ögelerin kültür bütünü içinde nasıl işlev gördüğünü ve bu bütünle nasıl uyum sağladığını antropolojik araştırmanın temel meselesi sayar. İşlevciler antropoloji içinde uzun süreli alan araştırmasını ilk uygulayan grup olarak öncellerinden ayrılırlar. İngiliz işlevciliğinin kurucusu ve başta gelen kuramcısı Bronislaw Malinowski’dir. Malinowski’ye göre bütün insanların, yeme, içme, barınma, giyinme, türün devamını sağlamak gibi bazı ortak temel ihtiyaçları vardır. Diğer ihtiyaçlar bu temelin üzerinde yükselir, yani temel ihtiyaçların karşılanması ikincil ihtiyaçları ortaya çıkarır. işlevcilik, belirli işlevlere sahip ögelerin karşılıklı ve bağımlı ilişkileri biçiminde görülen bir kültür bütününe vurgu yaparak, daha önceki kültür tarihi yaklaşımından ayrılmıştır. Oysa Boasçı kültür tarihi yaklaşımı için bir geleneği ya da inancı incelemek, onun ya tarih ya da insanların evrensel psikolojik özellikleri içindeki kökenini araştırmak anlamına gelmekteydi. İşlevciliğin başlıca kuramsal zayıflığı, esas olarak kültürün bireyin ihtiyaçlarını karşılamak bakımından nasıl çalıştığına ağırlık verirken, bireyi aşan sosyo-kültürel etki ve oluşumları (örneğin devrimleri, iktisadî bunalımları ya da aile gibi bazı toplumsal kurumları) ihmal etmesinden ileri gelmektedir.
Yapısal İşlevselcilik : Bu yaklaşımın kurucusu ve ilk kuramcısı olan İngiliz antropolog Alfred R. Radcliffe- Brown (1881-1955), toplumu birbirini destekleyen öge ve kurumların karşılıklı ilişkilerinin toplamı olarak gören ve kültürün tek tek bireylerin değil bu toplumsal işleyişin bir ürünü olduğunu söyleyen Fransız sosyolog E. Durkheim’dan etkilenmiştir. Durkheim’a göre toplumsal gelenekler ve yapılar, bireysel bilinci en bilinçli bireyin bile farkında olamayacağı şekilde biçimlendirir. Farklı toplumlar farklı düşünce kalıpları na ya da kolektif temsillere sahiptir. İşte sosyal bilimin temel inceleme konusu da budur. Radcliffe-Brown da, bu görüşlerden etkilenerek toplumu bir organizmaya benzetmiştir. Buna göre bu varlığını kuran ve devamını sağlayıcı biçimde, denge halinde çalışan bir bütündür. Öte yandan, Durkheim’ın temel aldığı birey-toplum ilişkisinde olduğu gibi birey, onu aşan toplumsal yasalara boyun eğen, bu yasalar gereğince hayatını sürdüren bir unsurdur; bireysel farklılıklar ancak bu çerçeve içinde ortaya çıkabilmektedir. Malinowski’nin kültür kuramında birey esastır ve kültürün bireyi nasıl desteklediği öne çıkar. Yapısal-İşlevselcilikte ise konu, bunun tersine, toplumsal yapının farklı ögelerinin toplumsal düzen ve dengeyi nasıl ayakta tutacak biçimde çalıştığı olmuştur. Her iki yaklaşım arasında vurgu farkı açıktır: Malinowski bireyin temel ihtiyaçları üzerinde dururken, Radcliffe Brown toplumsal yapının işler biçimde sürdürülmesine dikkati çeker. Her iki görüş de bütüncü kültür anlayışına büyük katkı yapmış, alan araştırması tekniklerinin gelişiminde büyük bir rol oynamıştır. Bununla birlikte her iki kuramsal yaklaşım da tarihsel gerçekliği dışarıda bırakmalarıyla eleştirilmişlerdir. Ayrıca hem kültürel değişme meselesi hem de fiziksel ve biyolojik çevrenin kültür üzerindeki etkileri bu kuramlarda ihmal edilmiştir.
Yapısalcılık : Antropolojide yapısalcı düşünce, dilbilimci Saussaure’den etkilenen Claude Lévi-Strauss tarafından geliştirilmiştir. Yapısalcılık, toplumsal olgu ve ögelerin ancak toplumsal yapı denilen ve sadece bir model kullanılarak erişilebilecek gizli bir boyutun varlığı üzerinden anlaşılabileceğini öne sürer. Bu gizli boyut dilde saklıdır. Bu dünya zihnin temel mekanizmaları tarafından zihinde inşa edilmekte ve dille dışa vurulmaktadır. İşte yapısalcı antropoloji bu temel mekanizmaların ilkelerini bulmaya çalışır. Yapısalcılığın temel kabulüne göre bu ilkeler zaten insan düşüncesini yöneten süreçlerinin yapısında mevcuttur. Yapısalcılık, sadece tarihi göz ardı etmesiyle değil, değişmeyi açıklamaktaki güçsüzlüğü ve zihinsel süreçlere tanıdığı ağırlık nedeniyle kültürdeki çevresel uyarlanma boyutunu dikkate almamasıyla eleştirilmektedir.
Psikoloji ve Biyoloji Kuramlar
Kültür-Kişilik Kuramı : Bu kuram, sosyolojiden çok psikolojinin etkisi altıda, 1930’ların ortalarından itibaren antropologlarla psikologlar arasında kurulan yakın ilişkilerin bir sonucu olarak Kuzey Amerika’da gelişmiştir. Kuramın öncüsü ve Boas’ın öğrencisi olan Ruth F. Benedict (1889-1948), hem kültürlerde ve hem de bireyin ruh hallerinde karşılık bulan ortak tema ve başa çıkma yollarının var olduğunu öne sürmüştü. Benedict bireylerin ruhsal yapılarını belirleyen iki tip kültür ayırt etmiştir. Birincisi uzlaşmacı, psikolojik ve duygusal aşırılıklardan kaçınan Apollon tipi kültür, ikincisi ise coşkulu ve romantik, şiddete ve tehlikeye eğilimli Dionisyak tip kültürdür. Krizantem ve Khlhç (1946) başlıklı kitapla bu Japon ruh durumuyla Japon kültürü arasında bir ilişki kurdu. Böylelikle kültürü temel kişilik yapısını biçimlendiren en önemli etken olarak kavrayan kültür-kişilik kuramı temel eserlerini vücuda getirmiş oluyordu. Bu kuram psikolojik antropoloji disiplininin gelişmesine yol açtı. Bu disiplin 1960’larda en görkemli ve en revaçta olduğu yılları yaşamıştır. Benedict ve izleyicileri, insanları ve kültürlerini uyarlanabilen olgular olarak değil, neredeyse sadece kültürel bir uzay içinde varolan, onları çevreleyen fiziksel dünyadan, diğer kültürlerden ve tarihsel olaylardan soyutlanmış ögeler olarak görmekle eleştirilmişlerdir.
Sosyobiyoloji Kuramı: Toplumsal olgu ve olayların biyolojik ve genetik nedenlere dayalı olduğunu savunan sosyobiyoloji kuramı, kültürel öge ve kurumlarda bu esası arayan antropolog ve sosyal bilimcilerin dayandığı temel yaklaşım olmuştur.
Çatışmacı ve Uyarlanmacı Kuramlar
Yeni Evrimcilik : S anayileşme ve teknolojik gelişmenin etkisi altındaki toplumlara eğilen bir antropoloji yaklaşımı gelişmiştir. Bu yaklaşıma yeni evrimcilik diyoruz. Büyük kültür tarihçisi Gordon Childe ile birlikte çalışmış olan Amerikalı antropolog Leslie White (1900-1975) bu yaklaşımın ilk temsilcisidir. İlk evrimciler gibi o da belirli kültürlerin kendi özgül evrimleriyle değil, kültürün genel evrimleşme eğilimiyle ilgilenmiştir. Ancak ilk evrimcilerin temel kabulü olan kültürel ilerleme görüşünü veri olarak almak yerine, bunun nedenlerini açıklama çabasını öne çıkarmıştır. Ona göre kültür, insanların yeni enerji kaynaklarından yararlanmayı öğrenmeleri süreci içinde ilerlemektedir: Kas gücünden başlayıp hayvan gücüne oradan rüzgâr, su gücüne ve en sonunda fosil yakıtlara varan bir kaynak kullanımının ilerlettiği bir kültürel hayat kurgusudur bu. Bu yaklaşım, bazı kültürlerin neden diğer bazılarından daha hızlı ilerleme kaydettiği konusundaki yetersizliği, yani tarihsel ve ekolojik nedenlere dönük temellendirme boşluklarından dolayı eleştirilmiştir.
Kültürel Ekoloji Yaklaşımı: Başlıca temsilcisi Julian Steward (1902-1972) olan bu okul, belirli bir kültür ya da kültür bölgesinde oluşan değişimler dizisine vurgu yaparak çevrenin kültürel evrim ve oluşumlar üzerindeki etkisini vurgular. Bu bakış açısıyla 19. yüzyıl evrimciliğinden farklılaşarak çok hatlı bir evrim modelini savunur. Bu yaklaşım, sosyo-kültürel sistemler ile çevreleri arasındaki ilişkiye ağırlık veren ilk yaklaşımdır. Kültürün uyarlanma yeteneğine ve esas olarak kültürlerin ortaya çıkışı ve gelişimlerinde uyarlanmanın temel itici güç olduğu noktasına vurgu yapmaktadır. Temel meselesi, kültürün belirli çevresel koşullara uyarlanmak bakımından nasıl işlediğini incelemektir.
Yeni İşlevselcilik : Akhmhn temsilcisi Max Gluckman’dır. Reformist bir yaklaşımı benimseyen Gluckman, işlevcilikte Malinowski’yi esas almakla birlikte, onu toplumsal örgütlenme içinde çatışmanın rolünü göz ardı etmekle eleştirir. Dayanışma ve toplumsal sistemin sürekliliğini sağlayan kurumlar yanında düşmanlıklar, aileler arası yabancılaşma, otoriteye yönelen tehditler gibi süreçler de toplumsal hayatın olağan yönleridir. Gluckman’a göre yine de çatışmaya rağmen toplumsal dayanışma (hatta zaman zaman çatışma dinamiği sayesinde)korunabilmektedir. Toplumsal kurumlardan birinde ortaya çıkan, hatta süreklilik kazanan bir çatışma, bir başka kurumun gerektirdiği uzlaşmayla dengelenir. Hatta çatışma toplumsal sistemi besler ve güçlendirir. Ancak bu açıklama, toplumsal değişmenin nasıl gerçekleştiğini açıklamakta yetersiz kalmaktadır.
Marksçı Antropoloji : Marksçı antropologlar dikkatlerini kültürün içindeki üretim ve dağıtım araçlarının nasıl şekillendiğine ve nasıl değişim geçirdiğine vermişlerdir. Marksçı antropologlar, Morgan’ın evrimci tezlerine dayanarak Ailenin, Devletin, Özel Mülkiyetin Kökeni adlı kitabında tek çizgili bir evrim modeli kuran Friedrich Engels’in yaptığı hataya düşmeyerek, yerel koşullara uygun olarak farklı yollar izlenebileceğini kabul etmişlerdir. Ancak Marksçı antropoloji Marx’ın ve izleyicilerinin iktisadî indirgemeciliğini antropolojiye taşıyarak, her farklı üretim-dağıtım ilişkisine göre farklı üretim tarzları icat etmekle ve kültürün toplumsal sistem içindeki göreli özerkliğini göz ardı etmekle eleştirilmektedir.
Kültürel Maddecilik: Antropolojide, kültürel özelliklerin, kodların, norm ve değerlerin, başta çevresel etkenler olmak üzere, insan toplumlarının maddî koşullarına bağlı olarak biçimlendiğini savunur. Bu haliyle Marksizmin tarihsel maddeciliğiyle ve bir ölçüde Marksçı antropolojiyle buluşan kültürel maddeci yaklaşımın günümüzdeki en önemli temsilcisi Marvin Harris’tir.
Özgücü Kuramlar
Etnobilim ya da Bilişsel Antropoloji Yaklaşımı: Yapısalcılık Kuzey Amerika’da yeni bir biçim kazanarak bilişsel antropolojiye dönüşmüştür. Temel yöntemi, etnografik verileri dikkatle incelemek suretiyle incelenen kültürlerin yapısal ilkelerini ortaya çıkarmaktır.
Simgeci/Yorumcu Antropoloji Yaklaşımı: Bilişsel antropologlar dikkatlerini kişilerin kendi kültürleri üzerine söylediklerine verirken, simgeci veya yorumcu antropologlar ayinler, mitoslar ya da akrabalık gibi kurum ve yorumlama biçimlerinin toplumsal hayat içinde nasıl kullanıldıklarına bakılması gerektiğini savunmaktadır. Kültürü bütünsel bir oluşum olarak değil, genelde çelişik duygu, inanç ve kurallar topluluğu olarak görür ve aşırı göreci bir konuma savrulur.
Feminist Antropoloj i: Feminist kuramlara göre kültürel fark esas olmakla birlikte bu sömürü ve tahakküm ilişkisi, neredeyse bütün kültürlerde mevcuttu. Buradan hareketle kuram, eşitsizliğin kültürel tezahürlerinin toplumsal cinsiyet rollerinin kültürel inşasında araştırılması biçiminde gelişti ve feminist antropoloji, bütün kültürlerde mevcut etnik merkezcilik eğilimi gibi yine çok yaygın bir erilmerkezciliğin varlığını keşfetti. Bugün antropolojideki toplumsal cinsiyet çalışmaları, başlangıçtaki gibi sadece kadın sorununu esas alarak çalışma eğilimini bırakarak erkek araştırmalarına da girişmiş ve böylelikle feminist kuram ve feminist antropoloji giderek bir toplumsal cinsiyet antropolojisine dönüşmüştür. Ünlü antropolog Margaret Mead bu yönelimin ilk örneği sayılabilir.