aofsoru.com

Antropoloji Dersi 1. Ünite Özet

Antropoloji Nedir?

Antropolojinin Tanımı, Yaklaşımı ve İlkeleri

Antropolojini Tanımı: Antropoloji en kısa tanımıyla insan çeşitliliğinin bilimidir. İnsanı kültürel, toplumsal ve biyolojik çeşitliliği içinde anlamaya; insanların başlangıcından beri çeşitli koşullara nasıl uyarlandığını, bu uyarlanma biçimlerinin nasıl gelişip değiştiğini, çeşitli küresel olayların bu uyarlanmaları nasıl dönüştürdüğünü görmeye ve göstermeye çalışır. Bu nedenle yerküreyi bir bütün olarak ele alır ve insanlığı bütünlüğü içinde görmeye çalışır. Bu yönüyle antropoloji hem bütüncü hem de farklılıkları vurgulayıcı bir doğaya sahiptir.

Antropolojinin Yaklaşımı ve İlkeleri: Antropolojinin yaklaşımını oluşturan altı temel ilkeyi çıkarabiliriz.

Bütüncülük: Antropoloji bütün insanî olguları bütünlüğü içinde görmeye çalışır. Diğer insan bilimler ve biyolojik bilimler ise insanın bir yönü üzerine yoğunlaşır. Antropologlar, inceledikleri toplumun iktisadî kurumlarıyla siyasal örgütlenmeleri, dinleriyle kimlik sorunları, statü sistemleriyle dilleri, teknolojileriyle sanatları, çocuk yetiştirme uygulamalarıyla fiziksel çevreleri, evrimiyle biyolojik farklılıkları arasındaki bütün varoluş biçimlerini, bir öncelik-sonralık ilişkisi kurmadan bir bütün içinde görmeye çalışır. Bu bütünlük içinde kapsayıcı bir insanlık tarihi kurmaya uğraşır ve bütün bu olguların birbiriyle ilişkilerini anlamaya çalışarak bütüncü bir kültür kuramına yönelmeyi amaçlar. Bütüncü kültür kuramı: Bir topluluğu bütün biyolojik, toplumsal ve kültürel yönleriyle bir bütün olarak anlamaya ve buradan yola çıkarak, kültürlerin farklılıkları kadar bütün kültürleri içine alacak evrensel bir kültür bilgisine ulaşmaya çalışan kuramsal yönelimdir.

Evrensellik: Antropoloji insanın evrenselliğini savunur. Bu bakış açısına göre bütün toplumlar ve kültürler tümüyle ve eşit biçimde insanîdir. Bütün toplumlar, insan çeşitliliğinin farklı yönlerini ve görünümlerini sunarlar. Bu bakımdan bütün toplumlar insanlık mirasının değerli örnekleridir ve bu çeşitliliği yansıtan her yaşam biçiminden öğrenecek çok şey vardır. Çok şey öğrenirken, bir taraftan da insan türünün olanaklarını, yeteneklerini, neleri yapıp-yapamayacağını ve sınırlılıklarını da öğreniriz.

Uyarlanma: İnsan tıpkı diğer hayvanlar gibi içinde bulundukları çevrenin baskısı altındadır. İklim, yağışı miktarı, toprak gibi fiziksel çevre (İnsanı ve diğer canlıları kuşatan, onların yaşamının temeli olan iklimsel, meteorolojik, atmosferik ve yersel çevre koşulları bütünüdür.) etkenleri ile yaşadıkları yere özgü bitki ve hayvan varlığı gibi yaşamsal çevre etkenleri onların yaşam biçimlerini belirler. Yaşamsal çevre; insanın birlikte yaşadığı, zaman zaman sembiyotik ilişki içine girdiği, zaman zaman evcilleştirerek ya da yabanî olarak doğrudan yararlandığı ya da yaşamını tehdit altında tutan bitki ve hayvan varlığıdır. Bu etkenlere bir de kendi yarattıkları mekânsal çevrenin (İnsan eliyle doğanın sunduğu olanaklar değerlendirilerek ya da teknolojik olanaklarla yaratılan kültürel-yapay çevredir.) etkisi eklenir. Dolayısıyla belirli bir yaşam biçiminin oluşmasında bu çevresel etkenlerin baskısı birincil derecede rol oynar. Belirli bir insan topluluğunun devamlılığı ve istikrarı, bu çevresel etkenlere uyarlanabilme yeteneğine bağlıdır. Bütünlük varsayımı görece küçük ölçekli topluluklar için geçerli bir varsayımdır. Toplumun ölçeği büyüdükçe ve toplum karmaşıklaştıkça çatışmalı ögeler artar, toplumun katmanları arasında çıkar ayrılıkları ortaya çıkar, bu katmanlar toplumu kendi istekleri doğrultusunda dönüştürmeye çalışırlar. Dolayısıyla büyük ölçekli toplumlarda antropolog için o toplumu bütünlüğü içinde görmek zorlaşır. Küçük ölçekli topluluklar: Köy, aşiret, kabile ve cemaat gibi düşük nüfusuyla ve işgal ve istismar ettiği çevrenin göreli küçüklüğüyle dikkat çeken, büyük ölçüde kapalı bir ekonomi içinde yaşayan, diğer topluluklarla toplumsal, kültürel ve iktisadî ilişkisi olmayan ya da çok sınırlı olan topluluklardır. Büyük ölçekli toplumlar ise karmaşık iktisadî toplumsal ve kültürel ilişkilerin hâkim olduğu, nüfusu görece kalabalık olan ve işgal ve istismar ettiği çevre bakımından geniş bir alana yayılmıştır. Yatay ve dikey toplumsal hareketliliği olan, yerleşim örüntüsü bakımından belirli bir iktisadî ve toplumsal kademelenmeye sahip, bu kademelenme çerçevesinde başka toplumlarla da ilişki kuran toplumlardır.

Kültürel Görecilik: Antropolog toplumların kültürel bakımdan farklı olduğunu bilir. Antropoloğun inceleyeceği topluluk, yaşam biçimi bakımından antropoloğun yaşadığı toplumdan farklı olduğu kadar, farklı bir değerler dünyasına da sahip olacaktır. Antropolog, sağlıklı bir araştırma yapabilmek için, inceleyeceği topluma kendi değer sisteminin içinden bakmaktan kaçınmak durumundadır. Etnik merkezcilik: Kişinin ve toplumun kendi toplumunu ve onun değerlerinin merkeze alarak ve yücelterek dünyayı ve başka insan ve toplumları anlamlandırması onlara değer biçmesidir. Antropoloğun ve antropolojinin araştırmaya ve incelemeye başlamadan önce yapması gereken ilk iş etnik merkezcilikten kurtulmak olmalıdır. Ötekileri gerçek anlamda anlamak ancak kültürel görecilik yaklaşımıyla mümkündür. Kültürel görecilik, kısaca, başkalarının inanç ve davranışlarını onların kendi gelenek ve deneyimleri içinde değerlendirmek ve yorumlamaktır. Doğal olarak bir toplum için doğru olan bir başkası için de doğru olmak zorunda değildir.

Karşılaştırmacılık: Antropoloji tek bir toplumu ya da kültürü ele almakla yetinmez, genel bir kültür kuramına yönelir. Bu nedenle belirli olgular bakımından farklı toplum ve kültürleri karşılaştırmaya eğilimlidir. Böyle bir yöntemsel çabanın bilimsel adı karşılaştırmacılıktır.

Bütün bu ilkeler göz önünde tutulduğunda antropolojinin sorduğu temel sorular açık-seçik hale gelmektedir. Bu çerçevede antropolojinin üç temel sorusu vardır:

  1. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden farklıdırlar, nasıl farklılaşırlar?
  2. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden ve nasıl benzeşirler?
  3. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden ve nasıl değişirler?

Antropolojinin Dalları

İnsanı bir bütün olarak görmeye ve anlamaya çalışan antropoloji, insanın bütün yönlerini kavrayacak genişlikte bir dallanmaya uğramıştır. Bu dallanmaya bakıldığında dört temel alan görürüz:

Sosyal-Kültürel Antropoloji: İnsanın, biyolojik varlığının dışında yarattığı toplumsal-kültürel alanı, bütün çeşitliliği ve benzerlikleri içinde kavramaya ve anlamaya yönelmiş olan antropoloji dalı sosyal-kültürel antropolojidir. Toplumsallaşmadan başlayarak kişiliğin oluşmasında rol oynayan kültürel süreçlere, kültürün belirlediği cinsiyet rollerinden türün devamının sağlanmasına ve geçim etkinliklerinin yürütülmesine esaslı bir zemin sunan aileakrabalık sistemlerine, toplumların iç düzen ve istikrarına yönelik hukuksal ve siyasal mekanizmalardan gelenekgörenek ve alışkanlıklara, farklı geçim etkinliklerinden çevreye uyarlanma biçimlerine, inanç sistemlerinden beslenme ve sağlık uygulamalarına kadar yayılan geniş bir toplumsal-kültürel olgu bütünlüğü bu alanın ilgisine girmektedir. Bu alanın temel malzemesi, belirli bir topluluğun bütün kültürel örüntüsünü gözler önüne sermeye yönelen etnografya çalışmalarıdır. Etnografya: Alanda gözleme dayalı olarak bir topluluğun bütün kültürel yönlerinin kaydedilmesidir.

Biyolojik Antropoloji: İnsanın biyolojik çeşitliliğini, canlılar dünyası içindeki yerini ve evrimini, eski insan topluluklarının karşılaştıkları sağlık sorunlarını ve onların demografik özelliklerini inceleyen geniş bir alandır. Primatoloji, Paleoantropoloji (İnsan Paleontolojisi), Biyoarkeoloji, Fiziksel antropoloji, Adlî Antropoloji ve Popülasyon Genetiği alt dallarıdır.

Arkeoloji: Eski insan topluluklarının bıraktıkları ve bugüne kadar ulaşan, genellikle toprak altından çıkarılan maddî kültür varlıklarının saptanmasını, bunların incelenmesiyle geçmiş kültürlere, yaşam ve geçim biçimlerine ilişkin bilgilerin elde edilmesini amaçlayan geniş bir çalışma alanıdır. Dünyada arkeoloji yaklaşımı iki ana çizgiyi izler. Bunlardan birincisi antropolojik arkeoloji olup, maddî buluntular arasında hiçbir ayrım yapmadan insan toplumlarının ve kültürlerinin o maddî kalıntılar üzerinden özgün zamanlarındaki hallerini ve değişimini izlemeyi öngörür. Diğer çizgi daha çok eski toplumların yarattıkları yüksek kültür ürünlerine odaklanarak bir tür sanat tarihi gibi çalışır. Yüksek kültür; toplumun yöneten, eğitimli ve varlıklı katmanlarınca üretilen, çoğunlukla sanatsal ve tüketilen değer taşıyan ve bu nedenle popüler olanın karşıtı olarak algılanan, genellikle yazılı kültürdür.

Dil Antropolojisi: Canlılar dünyasında sadece insana özgü bir yetenek olan konuşma dili, kültür içinde merkezî bir role sahiptir. Bu nedenle kültürlere yaklaşmanın en kestirme ve zorunlu yolu dil incelemelerinden geçer. Dil çalışmaları, antropolojinin geniş yelpazesi içinde kendisine önemli bir yer bulmuştur. Dilbilimin daha teknik alanları olan ve dil ailelerine mensup dillerin birbirleriyle tarihsel ilişkilerini inceleyen tarihsel dilbilim ile dilin gramer yapısı ve anlam ve biçim bilgisini içeren betimsel dilbilimin dışında kalan toplumsal dilbilim, doğrudan doğruya bir antropoloji alanı olarak tanımlanabilir. Toplumsal dilbilim günlük yaşamdaki iletişim ortamında, farklı toplumsal katmanlarda ve kültürel eşiklerde dilin kullanım biçimlerini inceler. Dil aynı zamanda bir kültürün dünya görüşünü yansıtır. Dil antropolojisi bu bağlamda dil kültür ilişkisini ele alır.

Antropolojinin Tarihi

Antropolojik ilginin doğuşu, insan çeşitliliğine, farklı yaşam ve geçim biçimlerine dönük merakların ve bu çeşitliliği sergileyen yazının ortaya çıkmasıyla başlar. Genellikle Akdeniz ve Karadeniz dünyasındaki kültürel çeşitliliği tarihinde anlatan Herodotos, bu bakımdan antropolojinin babası sayılmıştır. Bilimsel antropoloji, 19. yüzyılda bugünün modern sosyal bilimleri şekillenirken, Batı dışında kalan toplum ve kültürlerin inceleme alanı olarak diğerlerinden ayrışarak ortaya çıkmıştır. Kuzey Amerika ve Britanya’da yetişen ilk antropologlar, özellikle Amerika’nın modern öncesi kabile toplumları ile Afrika’da ve Avustralya-Okyanusya adalarının sanayi toplumuna adım atmamış küçük-ölçekli toplulukları üzerinde çalışarak ilk etnografyaları yaptılar. Antropologlar, küçük-ölçekli topluluklar üzerinde çalıştıkları için kültürü ve toplumsal örüntüleri bir bütün halinde betimleyebilen ve bu betimlemelerden kuramsal sonuçlar çıkarabilen kapsayıcı araştırmalara imza attılar. Bu süreçte antropolojinin yöntemi ve ilkeleri ortaya çıktı. İlk antropoloji, oryantalizmle (Oryantalizm: Batılı gözüyle doğuya bakmaktır.)birlikte sömürgeciliğin bilimi olarak yaftalanmıştır. Kuzey Amerika’da da bu çalışmalar rezervasyon kamplarına kapatılmış yerli toplulukları üzerinde yürütülmüştür. Ele aldıkları insan toplulukları bakımından birbirine benzeyen bu iki ülke antropolojisi, kuramsal bakış açılarının farklılaşması yüzünden iki farklı antropoloji geleneği halinde gelişmiştir. Amerikan antropolojisi, özellikle Franz Boas’ın etkisiyle, kültür kavramını esas alan bir antropoloji olarak gelişti. İngiliz antropolojisi ise özellikle Radcliffe-Brown’ın etkisi altında her topluluğun karşılıklı etkileşim içinde bulunan farklı toplumsal kurumlardan oluşan bir toplumsal yapıya sahip olduğunu düşünen ve yapısal-işlevselci adı verilen bir çizgide gelişti. Yapısal-işlevselcilik: Kıta Avrupası antropoloji geleneğinin aksine, toplumsal ve kültürel sistemi yapısal bir bütün halinde, ögelerinin birbiriyle ilişkisi bağlamında işleyen bir organizma gibi gören, bu nedenle de alan araştırmasını tek yöntem olarak öne çıkaran yaklaşımdır. Kıta Avrupası’nda ise farklı bir gelenek, etnoloji geleneği gelişmiştir. Etnoloji geleneği, eski toplumların olduğu kadar çağdaş toplumların da gündelik hayatını ve kültürünü karşılaştırmalı olarak incelemeye yönelik Kıta Avrupası yaklaşımıdır. İngiliz antropolojisinin sosyolojiye yakınlığını sürdürdüğü ve daha çok bugün kültürel çalışmalar adı verilen akıma doğru evrildiği; Kıta Avrupası antropolojisinin ise yapısalcı ve Marksçı modellere daha yakın olduğu görülmektedir. Bu bakımdan Amerikan ve İngiliz antropolojileri bugün postmodernist ve postyapısalcı etkilere daha açık görülmektedir. Postmodernizm ve postyapısalcılık: Büyük anlatılara, özcülüğe, nesnelciliğe, katı nedenselliğe, evrenselciliğe ve Aydınlanma dönemiyle birlikte merkeze oturan insanlık ideallerine karşı, yereli, göreli olanı, tikeli ve çoksesliliği savunan, küçük anlatıları kabul eder. Başka deyimle herkesin kendince doğru olan hikâyesini esas alan ve bu yolla tek bir hakikat yerine hakikatlerin çoğulluğu ilkesini getiren yeni -modernizm sonrası- dünya tasarımıdır. Jeologlar, özellikle Charles Lyell’ın bulguları, dünyanın yaşının geleneksel bilginin kabul ettiğinden çok daha gerilere gittiğini, doğa tarihi yöntemiyle göstermiş böylelikle Eski Ahit merkezli olan ve oradaki Yaratılış bahsinin sunduğu yaşlandırma yöntemiyle dünyanın ve insanlığın yaşını hesaplayan gelenek büyük bir darbe almıştır. Doğa tarihi yöntemi: Doğadan elde edilen gözlemlerden yola çıkarak doğa ve onun tarihi hakkında genellemelere yasalara varma yöntemidir. Yaşlandırma; doğa veya insanlık tarihinde belli bir dönemde yaşamış belli bir nesnenin veya öznenin çeşitli biçimlerde elde edilen kanıtlar veya bulgular üzerinden bugüne göre yaşının tahmin edilmesidir.

Antropolojinin, başlangıçta paleoantropolojik fosil kayıtlarına, yakın zamanlarda da genetik kanıtlara dayanarak inşa ettikleri insanın biyolojik evrim tarihi, insanın önceleri bugünkü haliyle değil, farklı formlarda varolduğunu ve bu formları izleyen bir evrim süreci yoluyla bugünkü halini aldığını ortaya koydu. Böylelikle özellikle büyük dinlerin, insanı merkeze koydukları ve dünyanın insanın mutluluğu ve sınanması için yaratılmış bir sahne olduğunu vaz eden insan merkezci dünya görüşü de (homosantrizm) sarsıldı. Homosantrizm; insanı bütün canlılar ve cansızlar dünyası içinde merkezî bir değer olarak alan, insanın bu varsayılan değeri üzerinden diğer canlı ve cansız dünya üzerindeki tahakkümünü ve denetimini meşrulaştıran görüş; her şey insan için ilkesidir.

19. yüzyılda Avrupa’da antropoloji gelişirken, onu etkileyen en önemli kavramlardan birisi ırk kavramıydı. Zira başka kıtalarda yaşayan insanlar sadece kültürel farklılıklarıyla değil Avrupalılardan fiziksel farklarıyla da dikkat çekmiş ve 18. yüzyıldan itibaren bu morfolojik farklar, ırk kavramı altında sınıflandırılmaya başlanmıştı. Irk; morfolojik farklılıklara dayanarak insanların sınıflandırılması sonucunda ortaya çıkan biyolojik gruplar, bu ölçütlere göre insan türünün alt değişkeleridir.

Antropolojinin Diğer İnsan ve Toplum Bilimleri İçindeki Yeri

Antropoloji, özellikle çalışma alanının dünya ölçeğindeki genişliği (evrenselliği), bütüncülüğü, karşılaştırmacı doğası, kültürel göreciliği nedeniyle ve alan çalışması yöntemi çerçevesinde uyguladığı tekniklerle diğer sosyal bilimlerden farklılaşmıştır. Ünlü Amerikalı sosyal kuramcı Immanuel Wallerstein uzmanlaşan toplumsal bilimlerin akademik farklılaşması içinde, antropolojinin Batı’nın karşıtını araştırmaya yöneldiğini; diğer sosyal bilimler içinse temel verileri tarihin sağladığını belirtir. Şu halde, tarih temel olmak kaydıyla, iktisat, siyaset bilimi ve sosyoloji Batı dünyasında kolektif insan etkinliğinin karşılık geldiği üç ayrı düzlemi ya da alanı, tarihsel veriyi esas alarak, çalışma konusu haline getirmiştir. Birinci alan ekonomi alanıdır ve iktisat bilimi piyasanın bir işlevi olarak bu alanı ele alır. İkinci alan devlet alanıdır ve siyaset bilimi bu alanı siyasal süreç ve kurumların bir işlevi olarak görme eğilimindedir. Üçüncü alan toplum ya da kültür alanıdır ve sosyoloji bu alanı çeşitli alt kurumlar üzerinden ele alır. Antropoloji ise diğer dünyaya yönelmiş bir disiplin olarak, hem tarihin hem diğer sosyal bilimlerin Batı’yı incelerken parçalara ayırdıkları olguların tümünü bir arada görmek ve incelemek durumundadır. Zira yine aynı paradigmaya göre,

Batı dışında kalan, tarihsel süreç içinde benzer bir karmaşıklığa uğramadığı için, bütün toplumsal ve kültürel işleyişlerin bir arada görülebileceği ve incelenebileceği basit bütünlükler halindedir.

Antropoloji, insanı bütün olarak ele alma yaklaşımıyla, insanın biyolojik yanını ve biyolojik evrimini de göz önünde tutan bir insan anlayışı geliştirmiştir. İnsanın biyolojik açıdan incelenmesi ve biyolojik evriminin araştırılması, anlamacı yöntemin aksine, antropolojinin bu alanlarda doğa tarihi yöntemiyle çalışmasını zorunlu kılmıştır.

Antropoloji bu tarihsel konumlanışına bağlı olarak bir yanıyla sosyolojiye, bir yanıyla biyolojiye ve bir yanıyla tarihe dayanan; hem bütüncü yaklaşımı gereği sosyal bilimlerin tamamıyla alışveriş içinde bulunan hem de sosyal bilimlerle biyoloji arasında köprü kuran bir bilim olarak tanımlanabilir. Buna bağlı olarak antropoloji, bir yandan pozitif bilimlerin pozitivist yöntemlerini kullanan nomotetik bir bilimsel eğilim içindedir. Öte yandan kültüre anlamacı yaklaşımın zorunlu bir sonucu olarak her kültürü içeriden, özgül kuruluşu ve kendine özgülüğü açısından anlamaya yarayacak idyografik bir bilimsel inşa girişimini de bir arada barındırabilen özel bir bilimsel konuma sahiptir. Nomotetik yaklaşım: Genel bir ilkeye ya da yasaya yönelik bilgi üretimi ya da verilerin ve bulguların bu amaçla değerlendirildiği yaklaşımdır. İdyografik yaklaşım ise insanî gerçekliğin çeşitli yönlerini her birinin kendi özel tarihsel gelişimi ve konumu açısından değerlendirerek, her biri için benzersiz, birbirine kıyas edilemeyecek ve ortak bir ilkeye varılamayacak bir bilgi alanı açma yaklaşımıdır.

Antropolojinin Yöntemi ve Araştırma Teknikleri

Antropoloji alanında iki büyük yöntemsel eğilimin geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Biyolojik antropoloji disiplini temelde doğa tarihi yöntemiyle ya da pozitivist yöntemle çalışmaktadır. Öte yandan sosyal-kültürel antropoloji, iki bilimsel eğilimin etkisi altında kalmıştır. Bunlardan birincisi yapısalcı ve yapısal-işlevselci eğilimdir. Wilhelm Dilthey’ın tin bilimleri ya da kültür bilimleri için önerdiği yöntemin, yani yorumlamacılığın izinden giden antropologlar böylesi genel-geçer önermeler aramayı bırakarak, her kültürün kendi özel hikâyesini yazmaya giriştiler. (Yorumlamacılık: Her türden yazılı ve sözlü metnin, tarihsel olayların, doğadaki süreçlerin ve bütün yaşam deneyimlerinin en iyi nasıl anlaşılabileceğine dair anlamacı girişim; olan ve olmuş her şeyin izleyenin gözünden, onun yorumuyla görülebilmesini amaçlayan yöntemsel arayıştır.) Böylelikle alan araştırmasına dayanan her etnografya ayrı birer insan gerçekliği olarak, insan çeşitliliğinin farklı bir yönünü gözler önüne seriyordu. Antropolojinin alan araştırması, araştırmacının bütün duyularıyla araştırdığı topluluğun içinde yaşayarak ve böylelikle o kültürü doğrudan deneyimleyerek o toplulukla doğrudan ilişki kurmasının ve bu yolla mümkün olan en çok bilgiye ulaşmasının en uygun yolu olarak görülmüştür.

Katılarak gözlem tekniğinde esas, topluluğun içine girilerek dünyaya onların gözleriyle bakabilme, doğal ve toplumsal dünyayı onların kültürel penceresinden anlamlandırmaya çalışma yetisini kazanmaktır. Topluluğun gözünden dünyayı ve çevreyi anlamlandırma girişimine emik(Emik yaklaşım; topluluğun öznel değerleriyle fiziksel ve toplumsal dünyayı, onların doğaüstü ile girdiği ilişkiyi anlama ve anlamlandırma becerisidir.)ancak bütün çalışmanın sonucunda bu öznel konumun dışına çıkarak genel antropoloji bilgisiyle o topluluğa bakabilme becerisine ise etik yaklaşım diyoruz. Bir başka deyişle genel antropoloji bilgisinin bize öğrettikleriyle ve farklı deneyimlerin birikimi olan bir genel kültür bilgisiyle bir topluluğun değerlerine ve yaşam tarzına eğilme pratiğidir. Ancak özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünyanın küçülmesi ve araştırılan Batı-dışı toplumların bilinçlenmesi, bu yöntem ve tekniğin uygulanmasında antropologlara çeşitli güçlükler çıkarmaya başlamıştır. Bu güçlükler dolayımıyla antropologlar, araştırılan toplulukların sandıkları kadar etnografik ve egzotik, el değmemiş hatta bozulmamış bir araştırma nesnesi olmadıklarını, tarihli birer toplumsallık olduklarının farkına vardılar ve alan araştırmasının yanına kültür tarihi yöntemini de kattılar.

Zamanla, postmodern düşüncenin etkisi altında, alan araştırmasındaki antropoloğun konumu da sorgulanır hale geldi ve araştırılan topluluğun bir araştırma nesnesi olarak konumlandırılması sorunlu bir durum olarak görülmeye başlandı. Araştırılanı objektif olarak görmek aslında mümkün bir durum değildi. O yüzden araştırmacı, araştırma deneyimlerini de bütün açıklığıyla yazmalıydı. Böylelikle antropolojinin yöntemine katılarak gözlem tekniğinin yanısıra bir de katılanın gözlemi eklendi. Hatta bu konuda öyle uç noktalara gidildi ki, bütün araştırmayı sadece araştırmacının kendi deneyimi olarak anlatan araştırmalar ortaya çıktı. Bu yeni yaklaşıma yeni etnografya ya da hikâyeci etnografya adı verilmektedir. Yeni etnografya ya da hikâyeci etnografya: Araştırmacının alan araştırması yaparken gözlemi kendisine yöneltmesi ve alanda gözlenenlerin bakış açısından kendi hikâyesini ve deneyimini yansıtma girişimidir. Antropologlar, derinlemesine görüşmeyi ve topluluğun uzun süreli gözlemini yeğlerler. Soru kâğıdı yoluyla yapılan yoklamalar ancak, esas araştırma tekniklerinin yanında, yan amaçlar için ya da hane halklarının maddî durumunu anlamak için yapılır. Soru kâğıdı: Önceden hazırlanmış ve genellikle seçenekli cevapları da verilen soru listesidir. Antropologlar ilkesel olarak kültür aşırı (Kültür-aşırı çalışma; araştırmacının kendi kültürü dışına çıkarak başka kültürleri çalışmasıdır.) çalışırlar. Antropolojinin tarihsel temelleri, bu disiplinin bu tür araştırmalar üzerine gelişmesine yol açmıştır. O nedenle antropologlar, geleneksel olarak, kendi kültürlerinin dışına çıkarak çalışmak üzere eğitilirler.


Yukarı Git

Sosyal Medya'da Paylaş

Facebook Twitter Google Pinterest Whatsapp Email