aofsoru.com

Klasik Sosyoloji Tarihi Dersi 1. Ünite Özet

Bilim Olarak Sosyolojinin Doğuşu

Giriş

Düşüncelerindeki özgünlük nedeniyle sosyolog olarak adlandırılabilecek İbn-i Haldun’un ölümünden yaklaşık 400 yıl sonra 1800’lerde bir bilim olarak sosyoloji ortaya çıkmıştır. Tarafsız incelemeyi tercih eden İbn-i Haldun, toplumsal olayların neden-sonuç ilişkisiyle incelenip araştırılmasının ve aktarılan bilgilere eleştirel yaklaşılmasının gerekliliğini vurgulamıştır. Ayrıca İbn-i Haldun, toplumsal gerçeklik ve değişimin araştırılmasında; neden-sonuç ilişkisini temel alan Ümran Bilimi adını verdiği bilimin uygun olduğunu savunmaktadır. Bu yeni bilim insan topluluklarının doğasını, nasıl bir yaşam sürdüklerini (yerleşik mi göçebe mi olduklarını), bu kavimlerin yaşadıkları ülkeleri nasıl ele geçirip ellerinde nasıl tuttuklarını, devletlerini nasıl kurup güçlendirdiklerini, bu devletlerin nasıl çöktüğünü, bu kavimlerin yaşamlarında ekonomik, bilimsel ve sanatsal faaliyetlerin zamanla nasıl ve neden değiştiğini inceleyecektir.

İbn-i Haldun, insanların doğal eğilimlerinin ya da yaradılışlarının değil, alışık oldukları gelenek ve şeylerin ürünü olduğunu savunmuş, insan toplumlarının birbirinden farklı olmasını bu toplumların coğrafi ve ekonomik koşullarının, üretim biçimi ve üretim ilişkilerinin farklı olmasıyla açıklamıştır. İbn-i Haldun, göçebe ve yerleşik toplumlar olmak üzere iki temel toplum tipi belirlemiş ve bu toplumları inceleyerek aralarında sistematik bir karşıtlık kurmuştur. Bu nedenle, Marx ve bazı düşünürlerin geliştireceği materyalist sosyolojinin öncüsü sayılabilir. İbn-i Haldun’un; sosyolojik düşünce ve tarihsel gözlemi ilişkilendirmeye, toplumun incelenmesine, ampirik araştırmalara ve toplumsal olguların nedenlerini bulmaya önem vermesi, çağdaş sosyolojiyle birçok ortak noktası olduğunu gösterir.

Sosyolojinin Doğuşunda Etkili Olan Gelişmeler

Bilimsel Devrim, Antik Yunan’dan Ortaçağ’a kadar gelen geleneksel bilgilerin reddedilerek, birçok bilim insanının çalışmalarıyla modern bilimin temellerinin atıldığı 1500- 1700 yılları arasındaki dönemdir. Feodalizmin yerini merkantalist kapitalizme bırakması, kilisenin ekonomik ve toplumsal gücünü kaybederek bilim insanlarının zengin tüccarlar tarafından desteklenmesi bilimsel devrimin temelini oluşturmaktadır. Rönesans döneminde yapılan çalışmaların modern bilimsel düşünce için gerekli zemini sağlaması, yine bu dönemde dine ve Kilise’ye ilişkin düşüncelerin değişmeye başlaması, hümanizmin yükselişi ve Monarşilerin bilimsel çalışmalara verdikleri finansal destek, 17. Yüzyılda bilim alanında son derece önemli çalışmaların yapılabilmesine olanak sağlamıştır. Bilimsel devrim; coğrafi keşifler ve reform hareketlerinin olduğu Rönesans, deney ve gözlemin önem kazanarak bilim insanlarının dinin etkisinden kurtulduğu Din Savaşları ve bilimin kurumsallaşarak toplumsal yaşamı etkilediği Restorasyon dönemi olmak üzere üç aşamadan oluşmaktadır. Orta Çağ boyunca Doğu toplumları felsefe, kimya, tıp, matematik ve teknoloji alanlarında Avrupa’nın önünde olsalar da, 17. Yüzyıldan itibaren etkisi görülmeye başlayan Bilimsel Devrimle birlikte Avrupa’da bilim ve teknoloji diğer toplumlardan daha çok ve daha hızlı bir şekilde gelişmeye başlamış ve çok daha fazla ilerlemiştir. Bilimsel devrimin toplum açısından en önemli etkisi, Newton’cu bilim paradigmasının ileri sürülmesidir. Bilimsel devrimin sosyolojinin doğuşu üzerinde, Aydınlanma düşüncesini şekillendirmesi ve doğa bilimlerinde kullanılan yöntemlerin toplumu incelemek için de kullanılabileceği düşüncesi açısından etkisi olmuştur. Bilimsel yöntem kullanılarak toplumsal olguların işleyişi hakkındaki genel kanunlara ulaşılırsa bu olguların işleyişinin de kontrol altına alınabileceği ve böylece toplumsal yaşamdaki birçok sorunun çözülebileceği düşünülmüştür. Bazı sosyologlar, toplumu incelemek için doğa bilimlerindeki yönteminin kullanılabileceğini; diğer sosyologlar ise toplumsal dünyanın fiziksel dünyadan farklı olduğu için bu dünyanın incelenmesinde bilimsel yöntemin olduğu gibi kullanılamayacağını savunmuşlardır.

Aydınlanma Düşüncesinde , yeni ve eleştirel yaklaşımla toplumsal süreçlerin anlaşılmasını sağlayacak olan sosyal bilimsel yaklaşımın gelişmesi için gerekli temeller oluşturulmuştur. Aydınlanma, Batı toplumlarında düşünce tarzında büyük değişmelerin yaşandığı, geleneksel düşünce ve toplumsal örgütlenme biçimlerinin sorgulandığı, insan, toplum ve doğa hakkında geleneksel dünya görüşüne karşı çıkan yeni düşünme ve toplumsal örgütlenme biçimlerinin yaratıldığı döneme verilen addır. Laik aydınların, ruhban sınıfın bilgi üzerindeki kontrolüne meydan okuyabilecekleri güce ve sayıya ulaştıkları dönem Aydınlanma olarak kabul edilir. Aydınlanma düşüncesiyle birlikte bilginin kaynağının dinsel metinler değil, bilim olduğu görüşü benimsenmiş, herkesin kendi aklını kullanma kapasitesi olduğu için herkes eşit kabul edilmiş ve ruhban sınıfının ayrıcalıkları meşruiyetini kaybetmiştir. Aydınlanma düşüncesi tek bir fikirden ziyade akıl, ampirizm, bilim, ilerleme, evrensellik, bireycilik, hoşgörü, özgürlük, insan doğasının birliği ve laiklik gibi birbiriyle ilişkili bir dizi fikir, değer ve ilkenin bileşiminden oluşur. Aydınlanma düşünürleri, ruhban sınıfının bilgiyi elinde bulundurma ve iletme rolünü almayı amaçlamışlardır. Çünkü toplumsal olarak neyin önemli bilgi olduğunu tanımlamak, bilgiyi din çemberinin dışına çıkarmak ve bilgiye yeni bir anlam yüklemek istemişlerdir. İngiltere, Fransa ve İskoçya’da şekillenmeye başlayan aydınlanma düşüncesi, buna bağlı olarak İskoç Aydınlanması, Fransız Aydınlanması, Alman Aydınlanması gibi farklı akımlar halinde yayılmıştır. İskoç Aydınlanmasında Francis Bacon, Thomas Hobbes, John Locke ve David Hume; Fransız Aydınlanmasında Pierre Boyle, Voltaire, Montesquieu, J.J. Rousseau ve Diderot; Alman Aydınlanmasında ise en önemli düşünür I. Kant’tır.

Aydınlanma düşüncesi, birbiriyle örtüşen ve yakından ilişkili olan üç nesil düşünürün çalışmalarından oluşur. Bu nesillerden ilki Voltaire ve Montesquieu’dur. Bunların düşünceleri, İngiliz siyaset felsefecisi John Locke ve doğa bilimcisi Isaac Newton’dan etkilenmiştir. İkinci nesil, David Hume, Jean-Jacques Rousseau, Denis Diderot ve Jean d’Alembert gibi düşünürleri içerir. Bu nesildeki düşünürler, ruhban sınıfı muhalifliğini bilimsel yönteme duydukları ilgi ile birleştirerek tutarlı, modern bir dünya görüşü geliştirmişlerdir. Üçüncü nesil, Immanuel Kant, Adam Smith, Anne Robert Turgot, Marquis de Concordet ve Adam Ferguson ile temsil edilen nesildir. Bu neslin başarısı, Aydınlanmacı dünya görüşünü daha da geliştirerek epistemoloji, ekonomi, sosyoloji, politik ekonomi gibi uzmanlaşmış disiplinlerin ilk örneklerini vermeleridir. Aydınlanma düşünürleri; ruhban sınıfına muhalif olmaları, ampirik bilginin önemine duydukları inanç, teknolojik ilerlemeye duydukları ilgi, yasal ve yapısal reform istekleri bakımından diğer düşünürlerden ayrılırlar. Bu yeni düşünceler, David Hume’un “ahlak bilimleri” olarak adlandırdığı psikoloji, politik ekonomi ve henüz oluşumu tamamlanmamış sosyolojiden oluşan küçük bir grup bilimi doğurmuştur. Ahlak bilimleri, sosyoloji ve diğer sosyal bilimler için bir dönüm noktası olmuş ve 19. yüzyılın başlarında profesyonel disiplinler haline gelmeleri için gerekli temeli oluşturmuştur. Aydınlanma düşünürleri, doğa bilimlerinde görülen natüralizm ve önyargıların kontrolü koşullarının sosyal bilimlerde gelişmesini sağlamışlardır. Natüralizm, toplumsal olguların doğal dünyadaki neden sonuç ilişkileriyle tamamen açıklanabileceği düşüncesi; önyargıların kontrol edilmesi ise nesnelliktir. Aydınlanma düşünürleri, toplumsal kurumların iyileştirilmesinde bilimsel yöntemin kullanılmasını sağlayarak natüralizm koşulunu, kültürel görelilik düşüncesini geliştirerek de önyargıların kontrolü koşulunu yerine getirmişlerdir.

Bilimsel yöntemin kullanılması, Aydınlanma düşünürlerinin insan ilişkileri konusundaki bilimsel bilgilerin toplumsal kurumların dönüştürülmesine doğrudan uygulanabileceğine inanmalarına neden olmuştur. Hobbes ve Locke, insanların toplumsal koşullardan bağımsız doğal bazı özelliklere sahip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Vico ve Montesquieu’nun çalışmalarının etkisiyle; toplumsal, ekonomik ve tarihsel süreçler, kendi yasaları olan daha karmaşık olgular olarak düşünülmeye ancak 18. yüzyılda başlanmıştır.

Bütün Aydınlanma düşünürlerinin aynı ölçüde benimsemediği Kültürel görelilik, diğer kültürleri yargılamayı sağlayacak mükemmellik standartlarına sahip herhangi bir kültürün var olmadığı düşüncesidir. Bu düşünce, Aydınlanma düşünürlerinin, Avrupa toplumunun toplumsal örgütlenmenin en iyi ya da en gelişmiş biçimi olmadığını fark etmelerini sağlamıştır. Aydınlanma düşünürlerinin diğer kültürlere duydukları ilgi, sosyal bilimlerin temel bileşenlerinden biri olan kültürler arası karşılaştırmanın gelişmesini sağlamıştır.

Kültürlü, eğitimli ve müreffeh bir elit içinde doğmuş olan Aydınlanma düşünürlerinin fikirleri, Ruhban sınıfı ve geleneksel toplum yapısını yıkarak bir devrim gerçekleştirmeye yönelik değildir. Aydınlanma düşünürleri geleneksel dinsel düzene muhaliftirler ve kendilerini isyancı ya da devrimci olarak nitelendirmemiş, ilerlemenin bu yeni fikirlerin etkili kişiler arasında yayılmasıyla gerçekleşebileceğine inanmışlardır.

Aydınlanma düşünürlerinin kendileri devrimci olmasalar da Fransız ve Amerikan Devrimleri sonrasındaki siyasal ve toplumsal örgütlenme biçimleri, Aydınlanma düşüncesinden etkilenmiştir. On sekizinci yüzyılda Fransız Devrimi ile başlayan ve on dokuzuncu yüzyıl boyunca çeşitli toplumlarda yaşanan siyasal devrimlerin temeli; Voltaire, Montesquieu, Diderot, Rousseau, Concordet ve Benjamin Franklin gibi Aydınlanma düşünürlerinin düşüncelerine dayanmaktadır. Fransız Devrimi Aydınlanmanın özgürlük, hoşgörü ve laiklik gibi düşüncelerinin uygulanmasına olanak sağlamıştır.

On sekizinci yüzyıl sonunda Fransa’da monarşinin yıkılmasına ve cumhuriyetin kurulmasına yol açan politik olayların bütünü Fransız Devrimi adını alır. Devrim 1789 yılında başlamış, Kral 16. Lui önce tahttan indirilmiş, ardından kraliyet ailesiyle birlikte idam edilmiş, yönetim radikal grupların eline geçmiş ve izleyen aylarda devrim karşıtı olduğu düşünülen binlerce kişinin idam edildiği bir terör dönemi yaşanmıştır. 1799 yılında Napoleon Bonaparte’ın diktatörlüğü ile Fransız Devriminin resmi olarak sona erdiği kabul edilmektedir. Fransız Devrimi ile birlikte Kilise’nin otoritesi büyük ölçüde zayıflamış, cumhuriyet kurulmuş, feodal toplum yapısı büyük ölçüde ortadan kalkmış, orta sınıf yükselmiş, tek rasyonel yönetim biçiminin demokrasi olduğu düşüncesi yaygınlaşmış, ulus devlet ve milliyetçilik akımları başlamıştır. Bu devrimle birlikte Montesquieu’nun benimsediği güçler ayrılığı ilkesi hayata geçmiş, Rousseau’nun savunduğu gibi bütün insanların doğuştan birbirleriyle eşit olduğu kabul edilerek Fransa’da İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi kabul edilmiş, geleneğe karşı aklı savunan Aydınlanma düşüncesi ve Aydınlanmanın özgürlük, bireycilik, laiklik gibi ilkeleri siyasal ve toplumsal yaşama yansımaya başlamıştır.

Fransız Devrimi’nin sosyolojinin doğuşu üzerindeki en önemli etkileri, toplumsal grup kavramıyla ilgilenmeye başlamasını sağlaması ve Devrimle gelen toplumsal kargaşa ortamında, toplumsal düzenin yeniden nasıl inşa edileceği sorusunun sorulmasına neden olmasıdır. Comte, Fransız Devrimi sonrasında şekillenen yeni toplumun insanları birbirine bağlayan birincil bağları çözdüğünü ve sorunun toplumsal olduğunu düşünür. Comte ve ilk dönem sosyologlar, ahlaki ve teorik olarak toplumsal grupların önemli olduğunu, din, aile, topluluk gibi kurumların toplumsal dayanışma ve toplumsal kontrol açısından işlevsel olduğunu, insanların içinde yaşadıkları toplumsal gruplara bağlı olduklarını ve bu gruplar tarafından şekillendirildiklerini vurgulamışlardır. Sosyolojiyi on sekizinci yüzyıl sonunda ortaya çıkan siyaset bilimi, ekonomi, psikoloji gibi alanlardan ayıran en önemli özelliğin ilgilendiği konu olduğu söylenebilir.

18. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve 19. yüzyılın ikinci yarısına dek süren ekonomik, teknolojik ve toplumsal alanlarda yaşanan birbiriyle ilişkili geniş çaplı değişimlerin bütününe Endüstri Devrimi adı verilir. İlk olarak 1760-1850 yılları arasında İngiltere’de başlamış, on dokuzuncu yüzyıl içinde Batı Avrupa’ya, Amerika’ya, Japonya’ya ve Rusya’ya yayılmıştır. Endüstri Devrimi, bir seferde meydana gelen bir olay değildir. Endüstri Devrimi batı toplumlarının tarım toplumlarıyken endüstri ağırlıklı toplumlar haline gelmelerini sağlayan bir dizi gelişmeyi ifade etmektedir. Endüstri Devrimi’nin merkezinde; bilimin, pratik ihtiyaçlar bağlamında toplum faydasına kullanılması bulunmaktadır.

Endüstri Devrimi sürecinde yapılan keşifler ve yaşanan gelişmeler, Aydınlanma düşünürlerinin bilim ve akla dayalı ilerleme kavramını ve Bacon’un “bilginin amacı insanlığa maddi gelişme sağlamasıdır” şeklindeki düşüncesini yansıtmaktadır. Endüstri Devriminin temelinde, emek-zanaat bağımlı üretim tarzından cansız enerji kaynaklarıyla fabrikalarda yapılan üretime geçiş yer almaktadır. Endüstrileşme, kırsal yaşamın yerini karmaşık bir kent yaşamının almasına neden olmuştur. Endüstri devrimi ile birlikte endüstriyel işçi sınıfı oluşmuş, toplumsal tabakalaşma değişmiş, eğitim kurumları dönüşüm geçirmiş, geniş ailenin yerini çekirdek aile almış, eğitimin içeriği değişmiş, eğitim kurumu endüstrinin ihtiyaç duyduğu işgücünü yetiştirmeye yönelik şekillenmiştir. Endüstri Devrimi, uzun vadede toplumda refahın ve zenginliğin artmasını sağlamış olsa da zenginliğin eşitsiz dağılımı nedeniyle işçi sınıfı uzun süre yoksulluk içinde yaşamıştır. Endüstriyel işçi sınıfı ile işverenler arasındaki çıkar çatışması, Endüstri Devrimi’ni izleyen yıllarda geniş çaplı işçi hareketlerinin ve sosyalist düşüncenin gelişmesinde etkili olmuş, ayrıca endüstri ve kapitalizmin yarattığı sorunlar klasik sosyoloji teorilerinde de ele alınmıştır. Kapitalizmin çeşitli yönlerini eleştiren Marx sosyalist toplumların doğuşunu sağlayacak politik eylemler üzerinde çalışırken, Weber ve Durkheim da kapitalizmin yarattığı sorunların yine kapitalist sistem içinde çözülmesine yönelik çalışmalar yapmışlardır. Endüstri Devrimi ile birlikte “Endüstri toplumu” ya da “modern toplum” kavramları kullanılmaya başlanmıştır.

Sosyolojik Pozitivizmin Gelişmesi ve Sosyolojinin Doğuşu

Pozitivizmin kökleri, Aydınlanma düşüncesinin merkezinde yer alan ‘bilginin kaynağı olarak dinsel otoritenin yerini bilimin alması gerektiği’ düşüncesinde yatar. Pozitivizm, Aydınlanma düşüncesine hâkim olan ampirizmden farklıdır. Ampirizm, deneyime dayalı gerçek bilgiye ancak dünyaya ilişkin gözlem ve deneyimle ulaşılabileceğini ileri süren bir epistemolojidir. Pozitivizm ise, ampirik yöntemi kullanarak olgular arasındaki ilişkilere dair genel yasaları ortaya koymaya çalışan, gerçek bilginin sadece deneyimlere dayandığını savunarak metafizik spekülasyonları reddeden ve toplumu gözlem ve deneyim aracılığıyla öğrenilip doğrulanan dışsal bir gerçeklik olarak tanımlayan bir felsefedir.

Birçok Aydınlanma düşünürü, insanı dışsal çevrenin ürünü, insan düşüncelerini ve deneyimlerini de büyük ölçüde dışsal ortamın zorunlu sonucu olarak tanımlamıştır. Aydınlanma düşünürleri bir yandan insan bilincinin biçimlerini ve hareket tarzlarını maddi koşulların belirlediğini ileri sürüp, diğer yandan insanlığın özgürlük, akıl ve bireysel irade sayesinde geleneksel ideolojilerin yarattığı cehalet ve baskıdan kurtulabileceğini savunarak birbirinden çok farklı unsurlar içeren ikili bir anlayış geliştirmişlerdir. Buna rağmen Aydınlanma düşüncesi aklı yüceltmiş ve empirik gerçekliklerden daha üstün tutmuş, dinsel otoritenin ve mutlakiyetçi yönetimlerin akıl dışı güçlerinin karşısına bireyciliği ve aklın ilkelerini koymuş ve toplumsal kurumların aklın ilkeleriyle uyumlu olması gerektiğini savunmuştur.

18. yüzyılda Aydınlanmanın eleştirel düşüncesinden 19. yüzyılda sosyolojik pozitivizme geçilmesi, Fransız Devrimi’nden sonra gerçekleşmiştir. Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi ile birlikte siyasal ve toplumsal düzenin alt üst olması, topluma ait geleneksel değerlerin kaybedilmesi ve yeni değerlerin de toplumun sürekliliğini sağlayacağından şüphe edilmesi, toplumsal düzenin bireycilik temelinde yükselen yeni toplum tipinde sağlanamayacağı düşüncesini doğurmuştur. Bu nedenle Fransız Devrimi’nden sonra Aydınlanmanın vurguladığı bireysel hakların önemi azalmış, akılcı ilkeler, hiyerarşi, ödev ve kolektif yarar vurgulanmış, din de dâhil olmak üzere bütün toplumsal kurumların bütünün parçası kabul edildiği bütüncül bir toplum anlayışı benimsenmiştir. Bu bütüncül toplum anlayışı, daha sonra Comte’un çalışmalarında da etkili olacak olan Bonald ve Maistre’nin düşüncelerinde açıkça görülebilir. Bonald ve Maistre, toplumu, içsel özü ve ruhu olan, çeşitli, indirgenemez ve ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlı parçalardan oluşan organik bir bütün olarak tanımlamıştır. Comte, toplumun içinde bulunduğu krizden ancak pozitivizm aracılığıyla çıkılabileceğini savunurken, Saint Simon ise toplumun çalışma ve işbirliği kavramlarına dayalı bir dizi ahlaki değerle yeniden organize olacağını düşünmüştür.

Topluma yeni bir bakış açısıyla bakmış olsa da Aydınlanma düşüncesi temel olarak değerlere bağlı bir düşünce olduğu için bilimsel bir sosyolojik yaklaşım geliştirememiş ve sosyolojinin konusunu oluşturacak olan toplumu, bütün kurumlarıyla bir bütün olarak görememiştir. Sosyolojinin bir bilim olarak gelişmesi ancak pozitivizmin sosyolojiye uygulanmasıyla, yani Comte’un sosyolojik pozitivizmi geliştirmesiyle mümkün olacaktır. Toplum, doğa bilimlerinin kullandığı yöntemle incelenmelidir. Pozitif bilim felsefesi, sadece gözlenebilir olgular ve bu olgular arasındaki ilişkiler dışında hiçbir şeyin bilgisine sahip olamayacağımız, olguların altında yatan yapılar veya mekanizmalar hakkında bilgi sahibi olamayacağımız varsayımına dayanır. Pozitivist yaklaşım teolojiden veya metafizikten sadece kontrol edilebilir ve sınanabilir olan önermeleri kabul etmesiyle ayrılır.

Sosyoloji hem uygulamalı, hem de bütün bilimlerden daha karmaşık olan bir bilimdir. Comte, sosyolojinin kendisinden önce gelişen diğer bilimlere bağlı olduğunu kabul etse de, hem sosyolojinin diğer bilimlere indirgenmesine hem de sosyal olanın başka düzlemlere indirgenmesine karşı çıkmıştır. Comte temel gerçeklik olarak toplumun kendisini kabul etmiş, toplumsal olanı tarih, politika ve ekonomiden ayırmış, sosyolojinin bilimsel inceleme nesnesinin toplum olduğunu belirtmiştir. Böylece Comte ilk kez pozitivizmin sosyolojik bir versiyonunu, sosyolojik pozitivizmi geliştirmiş, toplumun incelenmesinde bilimsel yöntemin kullanılması sayesinde sosyolojiye bilim statüsü kazandırmış, böylece sosyolojiyi bir bilim olarak kurmuştur.


Yukarı Git

Sosyal Medya'da Paylaş

Facebook Twitter Google Pinterest Whatsapp Email