Sosyoloji 2 Dersi 6. Ünite Özet
Kimlik Ve Yeni Toplumsal Hareketler
- Özet
Kimliğin Etimolojisi ve Tanımı
Kimlik kavramın etimolojik kökenlerine bakıldığında “aynı” ve “aynılık” anlamlarının öne çıktığı söylenebilir.
Kimliğin genel sözlüklerde yer alan tanımlarına bakıldığında da tıpkı etimolojik kökeninde olduğu gibi, “aynı” ve “aynılık” anlamlarına gelecek biçimde kullanıldığını görebiliriz.
Sosyolojide kimlik kavramında ise Jurgen Habermaş’ın kimliği nasıl tanımladığına bakabiliriz. Habermaş’a göre kimlik, “belirli bir yaştaki kişilerin edindikleri karmaşık özellikler bütünüdür” (1996, s. 532). Öncelikle, tanım bize ancak belirli yaştaki kişilerin kimlik edinmiş olabileceklerini söylüyor. Yani, Bir kimliğe sahip olmak için belirli bir zamanın geçmesi gerekir. İkinci olarak, Habermaş’ın tanımı, kimliğin doğuştan getirilen değil edinilen bir şey olduğunun altını çiziyor. Kimlik, edinilir.
Peki nasıl? Cevabı yine Habermaş, alıntılanan cümlesinin devamında veriyor aslında: Bir topluluğun içinde yer alarak. Yani kimlik, belirli bir yaştaki kişilerin bir topluluğun içinde yer alarak edindikleri karmaşık özellikler bütünüdür. Son olarak, Habermas’ın kimlik tanımında bir başka önemli nokta daha var: ‘karmaşık özellikler bütünü’. Kimlik, sadece tek bir özelliğe, örneğin cinsiyete, ırka, dine ya da başka bir kişisel özelliğe indirgenemez.
Şüphesiz bu tanım kimliğe dair bize bir fikir vermek için yeterlidir. Fakat çeşitli sosyal bilim disiplinleri içinde kimliğin farklı anlamlara gelecek biçimde kullanıldığı gerçeğini dikkate alırsak Habermas’ın tanımıyla yetinemeyiz. Bunun yerine kimliğin başka bazı kullanımları içinde yüklendiği anlamların da farkında olmak gerekir.
Kimlik kavramının uzmanlar tarafından kullanımlarından hareketle beş temel kategori tespit edebiliyoruz.
- Toplumsal ve politik eylemin temel olarak anlaşıldığında, kimlik, toplumsal ve politik eylemin araçsal olmayan türünü kavramsallaştırma ve açıklama çabası içinde ‘çıkar’ın tersidir. Kimliğin bu kullanımı muhtemelen en genel kullanımıdır. Sıklıkla diğer kullanımların içinde de bu türden bir kullanım içerir.
- Özellikle kolektif bir fenomen olarak anlaşıldığında, kimlik, bir grup ya da kategorinin üyeler arasındaki temel ve nihai aynılığı belirtir.
- Bireysel ya da kolektif kendiliğin (selfhood) merkezî bir boyutu olarak veya toplumsal varlığın temel koşulu olarak anlaşıldığında, kimlikten bazı şeyleri derin, temel, daimî ve kurucu olarak vurgulaması beklenir.
- Toplumsal veya politik eylemin bir ürünü olarak anlaşıldığında, kimlikten kolektif eylem mümkün kılan öz-anlama, dayanışma veya grup olma niteliğinin karşılıklı etkileşimlerin ürünü olan gelişiminin altını çizmesi beklenir.
- Çoğul ve rekabet hâlindeki söylemlerin çok çabuk ortadan kalkan bir ürünü olarak tasavvur edildiğinde, kimlikten çağdaş benliğin değişken, çoğul, dalgalı ve parçalı doğasının altını çizmesi beklenir.
Sosyal bilimlerde kimliğin yaygın bir biçimde kullanıma girmesi çok fazla eski tarihlere gitmez. En fazla 1960’ların sonları ya da 1970’lern baslarından itibaren, kimlik kavramı belirgin bir popülarite kazanmıştır. Fakat kavramın ön-tarihinde önemle akılda tutulması gereken üç hususa dikkat etmek gerekir. Öncelikle kimlik kavramı geleneksel toplumlardan modern toplumlara geçiş süreci ile birlikte düşünülmelidir. Bu bakımdan, kimlik modern zamanlara özgü bir sorunu ifade etmek üzere dolaşıma giren bir kavramdır. Söz konusu sorun “ben kimim?” sorusunun sorulmaya başlanması ile birlikte ortaya çıkmıştır.
Kimliğin ön-tarihine ilişkin bir başka önemli nokta şudur: G. W. Fredrch Hegel, Wllam James, Sigmund Freud, George Herbert Mead, Edmund Husserl gibi isimlerin ortaya koydukları eserler içindeki kavram setinde her ne kadar kimlik kavramına rastlanmasa da, söz konusu isimlerin düşünceleri kimlik ile ilgili bir tartışmayı sürdürmek için oldukça hayat bir önem taşırlar. Ayrıca, kimlik kavramından önce belirgin bir yaygınlığa sahip olan benlik, bilinç, öz bilinç, ben-özdeşliği gibi kavramsallaştırmalar, kimliğin ön-tarihinin unutulmaması gereken önemli eşikleridir.
Kimlik bireye özgü karakterin sürekliği için gösterilen çabadır. Bu çaba bütün bir ömür boyunca devam eder. Bireyin karakterinin sürekliliğini sağlamak için gösterdiği çabalar zaman zaman sonuç vermez. İşte bu anlar kimlik krizlerinin yaşandığı evreyi temsil etmektedirler. Fakat birey, her kriz asarak karakterinin bütünlüğünü tekrar elde etme potansiyeline de sahiptir. Erikson kimliği sürekliliği ve derinliği temelinde ele almaya çalışmaktadır. Bu bakımdan, onun kimliği, derinliği, içselliği ve sürekliliği bakımından tanımlayan geleneğin öncüsü olduğunu söyleyebiliriz. Son olarak Erkson, ‘millî kimlik’ kavramının da mucididir.
Sosyoloji literatürünün bugün kullandığı anlama en yakın ‘kimlik’ tanımı Charles H. Cooley, Mead gibi sembolik etkileşimciler tarafından geliştirilmiştir. Cooley ve Mead, ‘kimlik’ kavramını değil ‘benlik’ kullanmışlardı Buna karşılık Erving Goffman daha yaygın olarak ‘kimlik’i kullanmıştır. Goffman’a göre kimlik, başkaları (ötekiler) ile pazarlık içinde oluşan açık ve dinamik bir sürece karşılık gelir. Onun gündeminin merkezinde birey ve toplum arasındaki ilişkiler yer almaktadır. Aslında sadece Goffman’ın değil Frankfurt Okulu düşünürlerinin de, birey ve toplum ilişkisinin yaygın bir biçimde ele aldıklarını unutmamak gerekir. Onlar kitle toplumunu, totalitarizm ve otoriter kişilikleri analiz ederken, aslında birey ve toplum SOS112U-SOSYOLOJİ II Ünite 6: Kimlik ve Yeni Toplumsal Hareketler 2 arasındaki ilişkiye odaklanmaktadırlar (Gleason, 1983, s. 926-7).
Kimlik kavramının tarihi, yukarıda söylenenlerden hareket edilginde, kolaylıkla fark edilebileceği üzere çok fazla eskilere gitmez. Daha çok II. Dünya Savası sonrasından başlayarak, ama özellikle 1970’lerden itibaren literatürde yaygın bir biçimde kullanıldığını vurgulamak gerekir.
Birey ve Toplum İlişkileri Bağlamında Kimlik
Her birimiz dünyaya geldiğimiz andan itibaren sosyal ilişkiler ağına dâhil oluruz. Önce isimlendiriliriz. İsim, kişi ye olduğu kadar, içine dâhil olduğumuz toplumsal evrenin sembolik anlam dünyasına da özgüdür. Aslında bir isme sahip olmakla, bir kimliğe sahip olmanın ilk adımı da atılmış olur.
Doğumla başlayıp ölüme kadar devam eden sürece toplumsallaşma denir. Toplumsallaşma, sadece kimlik edindiğimiz bir süreç değildir. Ayrıca, bütün kültürel ve ahlak değerlerimizi, alışkanlıklarımızı, davranış biçimlerimizi ve tüketim tercihlerimizi de etkiler.
Birey ve toplum arasındaki ilişkiyi ele alan yaklaşımlar sosyolojide artık klasikleşmiş bir tartışmanın farklı tarafları olarak karsımıza çıkarlar. ‘Yapı’ ve ‘eylem’ kavram çifti etrafında yürütülen bu tartışmanın içinde üç ana bakış açısı öne çıkar. Bu bakış açılarından ilki, Emile Durkheim’ın yapısal işlevselliğinde en yalın ifadesini bulur. Durkheim’a göre toplum birey ile karşılaştırıldığında daha önceliklidir. Yani, toplum, bireylerin eylemlerinin toplamından çok daha fazlasını temsil eder.
Durkheim’ın toplumu bireyin önüne koyan bu yaklaşımının karsısına E. Husserl’in öncülüğünü yaptığı fenomenolojik yaklaşımı ve J. P. Sartre’ın varoluşçuluğunu yerleştirebiliriz. Söz konusu yaklaşımlarda birey ve onun eylemi toplumun önüne geçer.
Birey ve toplum arasındaki ilişkiyi ele alan yaklaşımların içine bir üçüncü üçüncüyü daha dâhil edebiliriz. Günümüzde daha çok Anthony Giddens’ın dillendirdiği bu yaklaşım, birey ve toplum arasındaki ilişkinin karşılıklılığını öne çıkarır.
Birey ve toplum arasındaki ilişkiyi ele alan üç temel bakış açısı, kimlik meselesi ile doğrudan ilişkilidir. Eğer Durkheimcı bir çizgiyi benimsemiş olsaydık, kimliğimizin tümüyle toplumsal yapı tarafından belirlendiğini iddia etmek gerekirdi. Öte yandan Sartre’ın ‘varoluşculuk’unu daha doğru bir yaklaşım olarak kabul edersek, kimliğin tümüyle bireylerin kendi edimlerinin bir ürünü olduğunu varsaymamız gerekirdi. Oysa Giddens’ın ‘yapılaşma teorisi’ni takip ederek, kimliğin birey ve toplum arasındaki karşılıklı ilişkinin bir ürünü olduğunu söylemek pekâlâ mümkündür.
Sosyal Hareketler Bağlamında Kimlik
Kimliği bir tartışma nesnesi olarak ele alan teorilerin 1960’ların sonlarına kadar esas ilgisi birey ve toplum arasındaki ilişkiye ışık tutabilmekti. 1960’ların sonlarında ise tartışmanın ekseninin birey ve toplum ilişkisinden kolektif kimliklere doğru kaydığını görürüz. Artık kimlik tekil öznenin kimliğini analiz etmek üzere kullanılmamaktadır. Bu türden bir eksen kaymasını yeni sosyal hareketlerin ortaya çıkısı ve söz konusu hareketlerin ‘kimlik-temelli’ pratikleri ile ilişkilendirerek açıklayabiliriz.
Öte yandan, 1960’ların sonunda bir başka önemli gelişmeye daha tanıklık etmek mümkündür. Emeksermaye geriliminden kaynaklanan çatışmalar, yerini daha az objektif unsurlar (kimlik, statü, maneviyat ve hümanizm gibi) üzerinde temellenen çatışmalara bırakmıştır. Bunun anlamı sudur; artık kimlik temelli çatışmalar karsısında sınıf temelli çatışmalar önemini yitirmektedir.
Geldiğimiz noktada söyle bir soru sormak gerekir: Yeni sosyal hareketler kime karsı mücadele etmektedirler? Bu soruya en tatmin edici cevaplardan birini Jurgen Habermas verir. Ona göre, yeni sosyal hareketler içinde yasadığımız gündelik hayat dünyasının devlet ve piyasa tarafından kolonize edilmesine karsı mücadele etmektedirler. İki farklı koldan, devlet ve piyasa gündelik hayat dünyasını kendi kontrolleri altına almak isterler (Habermas, 1981, s. 34). Amaçları, kendi çıkarları doğrultusunda bir toplum inşa etmektir.
Tıpkı modern devlet gibi, piyasa da hitap ettiği kitleyi homojenleştirmek ister. Kitle, piyasaya göre homojenleştirilmelidir; çünkü homojenleştirilmiş bir dünyada talepler de homojenleşecektir ve böylelikle daha fazla sayıda müşteriye ulaşılabilecektir (Öğün, 2008). Devletin ve piyasanın gündelik hayat dünyasını homojenleştirici faaliyetlerine karsı yeni sosyal hareketler hayat biçimlerini korumak üzere harekete geçmişlerdir. Yeni sosyal hareketlerin mücadelesi devlete ve piyasaya yönelik itirazlardır. Amaçları ise çevrenin, hayat biçimlerinin ve insan hayatının korunmasıdır.
Öncelikle yeni sosyal hareketler, kurulu düzene karsı savaşırken, premodern, bilim öncesi ve anti-modernist bir karşı çıkısı temsil etmezler. Aksine bize modernleşmenin modern bir eleştirisini sunarlar.
İkinci olarak yeni sosyal hareketler, yürüttükleri mücadelenin biçimi ile de belirgin bir farklılık yaratmışlardır. Mücadeleleri doğrudan eyleme dayalıdır (Önder, 2003, s. 76). Katılımcılar açısından ise, bu mücadelenin öncüleri, orta sınıf bireyler, gençler, yüksek eğitimli kişilerdir (Coşkun, 2007, s. 136).
Üçüncü olarak, feminist hareket (kadın hareketi) dışındaki bütün yeni sosyal hareketler, savunmacı karakterleri ile öne çıkarlar (Habermas, 1996, s. 854). Direnmeyi ve geri çekilmeyi merkezlerine yerleştiren bu hareketler, yeni alanlar kazanmaktansa biçimsel ve örgütlü eylem alanlarını yavaşlatmayı ve bloke etmeyi tercih ederler.
Yeni sosyal hareketleri tümüyle türdeş, birbirinin aynısı hareketler olarak göremeyiz Amaçları, eylem tarzları, ideolojileri, örgütsel yapıları, ilerici ya da muhafazakâr olmaları gibi kriterler etrafında bir değerlendirme yapıldığında, birbirinden çok farklı özelliklere sahip yeni sosyal hareket örnekleri ile karşılaşırız. Bu farklılığa kısaca değinmek gerekirse, yeni sosyal hareketlerin esasen iki ayrı perspektiften hareketle teorileştirildiği söylenebilir: kaynak mobilizasyonu paradigması ve kimlik-yönelimli yeni sosyal hareketler paradigması.
Kaynak mobilizasyonu paradigması, yeni sosyal hareketleri daha çok politik düzeyde ele almaktadır. Mevcut çatışmaları, ya dışlanmış toplumsal grupların topluma katılma mücadelesinin ya da kaynakların farklı biçimde dağıtımı talebinin bir ifadesi olarak açıklar (Çayır, 1999, s. 20). Düşüncelerini kaynak mobilizasyonu paradigması kapsamında değerlendirebileceğimiz teorisyenler sahip oldukları değişik perspektiflere rağmen bazı ortak varsayımlara sahiptirler. Bu varsayımları şu şekilde sıralayabiliriz:
- Sosyal hareketler kolektif davranışın çatışmacı perspektifinden hareketle anlaşılmalıdır;
- Kurumsal olan ve olmayan kolektif hareket arasında temel bir farklılık yoktur;
- Hem kurumsal olan hem de olmayan kolektif hareketler kurumsallaşmış güç ilişkileri çerçevesinde çıkar çatışmalarını içerir;
- Kolektif hareket grupların çıkarlarını rasyonel bir biçimde savunmalarını içerir;
- Amaçlar ve şikâyetler güç ilişkilerinin daimî ürünleridir ve hareketlerin oluşumunu açıklayamazlar;
- Hareketin oluşumu kaynaklar ve fırsatlardaki değişimlere bağlıdır;
- Başarı grubun bir siyasal aktör olarak tanınması veya artan maddi fayda ile gerçekleşir;
- Hareketlilik (mobilizasyon) büyük ölçekli, özel amaçlı, bürokratik ve resmî örgütlenmeleri kapsar (Cohen, 1999, s. 114).
Kimlik-yönelimli yeni sosyal hareketler paradigması, yeni sosyal hareketlerin ortaya çıkışlarının merkezine sadece ekonomik ya da politik çıkar elde etme güdüsünün yerleştirilemeyeceği temel düşüncesinden hareket etmektedir.
Kimlik-yönelimli yeni sosyal hareketler paradigmasının önde gelen isimlerinden Alain Touraine’nin şu manidar sorusuna dikkat edelim: “Birlikte yasayabilecek miyiz yoksa tersine, kendimizi, farklılıklarımıza kapanmaya ya da küreselleşen ekonominin yarattığı kitle kültürünün pasif tüketicilerine mi terk edeceğiz?” (2002, s. 124). Yeni sosyal hareketler, bu türden bir soru söz konusu edildiğinde, kültürel alanın ya da kimliklerin farklılıklarının mümkün olduğunca muhafaza edilmesi için verilen mücadeleyi temsil ederler.
Yeni sosyal hareketler sadece dinî ya da etnik temelli kültürel hak taleplerinin öznesi olarak görülemez. Yeni toplumsal hareketler paradigması, sistem karşıtı mücadelenin merkezine kültürel talepleri ya da kimliği yerleştirir.
Kimlik-yönelimli yeni toplumsal hareketler paradigmasının kimliğin sosyal hayattaki rolünü anlamaya yönelik ilk derli toplu girişim olduğunu söylemek mümkündür.
Bu yönüyle kimlik-yönelimli yeni toplumsal hareketler ile kimlik politikaları arasında kopmaz bir bağ vardır.
Kimlik Politikaları
Siyaset ve kimlik arasındaki ilişki 1990’ların başından beri araştırmacıların gözde temalarındandır. Bunun sebebi: Kimlik temelli talepler hem ulusal hem de uluslararası düzeyde siyaset üzerinde belki daha önce hiç olmadığı kadar belirleyici olmaya başlamıştır. Din, etnisite ya da cinsiyet temelli bu talepler kamusal alanın demokratikleştirilmesi ve azınlıkta kalanların daha özgür ve eşit bir hayata ulaşma amacıyla mücadele etmelerinde ifadesini bulur
‘Kimlik politikaları’ kavramı, ilk defa 1979 yılında Renee R. Anspach tarafından kullanıma sokulmuştur.
Kimlik politikaları, sadece etnisite temelli kimlik talepleri değil, din ve cinsiyet temelli kimlik taleplerini de kapsar.
Politik ilişkilerin biçimlenmesinde, politik faaliyetlerin yürütülmesinde kimlik ciddi anlamda belirleyici bir aktördür ve kimlik, artık politikanın merkezî unsurlarından biri haline gelmiştir.
Ulusal ve uluslararası ölçekte yaşanan sosyal hareketlilikler doğrudan doğruya kimlik meselesi ile ilgilidir. Dahası, dünyada yaşanan sıcak çatışmaların, insanların bu çatışmalar sebebi ile yurtlarını terk etmek zorunda kalmasının ya da yaşadıkları ülkede ayrımcılığa maruz kalmalarının sebebi genellikle sahip oldukları kimlikleridir
Son yıllarda kimlik politikalarının kötü bir şöhrete kavuşmasında ki sebep, toplumsal kutuplaşmanın ve daha da kötüsü insanların hayatını kaybetmesinin ardında kimlik politikalarının yattığı yaygın bir inanıştır.
Kimlik politikaları bir başka yönüyle insanın özgürleşmesine katkı sağlayan; mevcut ekonomik, siyasi ve toplumsal düzeneğe ciddi bir eleştiriyi temsil eden bir boyuta da sahiptir.
Kimlik politikalarının içinde demokratikleşmeye, özgürleşmeye, eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına yönelik bir çağrıyı barındırmasıyla bir rüyayı temsil ettiği söylenebilir.
Yenidünya düzeninde içine düşülen yalnızlığa karşı, kimlik temelli yeni toplumsal hareketler bireyler için bir alternatif sunma çabası içine girmişlerdir. Milliyetçiliğin ve dinselliğin kamusal görünümlerindeki artış işte bu tür gelişmelerin bir ürünüdür.
Kimlik politikaları iki açıdan bir rüyayı temsil etmektedirler;
- Görmezden gelinen, bastırılan toplumsal grupların tanınma arayışlarına imkân tanıması
- Küresel bir ekonomi ve kültürün yarattığı tahribatın önüne geçmeye yönelik arayışlara aracılık etmesi
Kimlik politikaları insanlık tarihinde yol açtığı sorunlar sebebi ile kısa bir sürede kötü bir şöhrete kavuşmuştur.
Kimlik politikaları öncelikle, farklı kolektif kimlikler arasındaki ya da devlet ile kolektif kimlikler arasındaki iletişim kanallarını hızla kapatma eğilimi içine girmeleri sebebi ile büyük bir hayal kırıklığı yaratmışlardır. Başkaları ile iletişim kurmak yerine, kimlik temelli yeni sosyal hareketlerin ya da cemaatlerin kendi içlerine kapanmaları, sadece kendi çıkarları ve değerleri uğruna mücadele etmeleri köklü bir toplumsal dönüşüm için evrensel bir ufkun ortaya konmasını engellemiştir. Çok kültürlü bir toplumda bir arada yasayabilmenin mümkün yollarını göstermeye hizmet etmek yerine, kimlik temelli yeni toplumsal hareketler, toplumsal kutuplaşmanın ve çatışmaların derinleşmesine sebep olmuştur.
İkinci olarak, kimlik politikalarının dile getirdikleri farklılık talepleri (veya otantiklik iddiaları), kimlikler arasındaki sınırları esnetmeye değil büyütmeye hizmet eder hâle gelmiştir.
Üçüncü olarak, kimlik politikalarının standartlaştırıcı, homojenleştirici bir mekanizma olarak öne çıkması, bireylerin bir kimlikle radikal bir biçimde özdeşleşmesini zorunlu hâle getirmiştir. Aynı anda pek çok kimliğe sahiptir birey. Dinî, etnik ya da cinsel kimlikleri vardır. Fakat kimlik politikaları bireye bu kimliklerden sadece birini öne çıkarmasını emreder (Hobsbawm, 1997, s. 60). Bireyin kimliğini tek bir unsura sabitler.
Son olarak piyasa ve kimlik arasındaki ilişkiye bakalım. Piyasa için kimlik, pazarlanabilirliği ölçüsünde değerlidir. Buna karşılık, pazarlanmaya elverişli olmayan her ne varsa, ya zorbaca bastırılır ya da kullanılmamaktan körelir ve hayata geçecek fırsat bulamaz (Berman, 2004, s. 137).
Pazarlanabilmesi için sabitlenen kimlikler ise, bireysel ya da kolektif kimlikleri birer basit müşteriye dönüştürerek şeyleştirir (Piccone, 1992, s. 96).