Sosyoloji 2 Dersi 4. Ünite Özet
Kent Kuramları Ve Türkiye’De Kentleşme
- Özet
Giriş
Kentlerde yaşama oranı hem ülkemizde hem de dünya genelinde hızla artmaktadır. Örneğin, 1950’lerde dünya nüfusunun ancak % 40 civarı kentlerde yaşarken, bugün kentlerde yaşayan insanların sayısı dünya nüfusunun % 80’lerini bulmuştur. Ancak, kentler, doğumlarla ve kitlesel göçlerle sürekli artan nüfus ve ezici yoksulluk gibi büyük sorunlar için hızlı çözümler üretememektedir. Kentler sahip oldukları imkânlar ve koşullarla parlak bir gelecek ve fırsatlar sunmuş olsa da kentlerde geçen hikâyelerin hepsi başarı hikâyesi değildir. Örneğin, kırsal alanlardan kentlere akın eden bazı göçmenler, zaman zaman kendilerine yönelik önyargı ve dışlayıcı tutumlarla karşı karşıya kalmaktadır. Ayrıca, yoksul semtlerdeki altyapı yetersizliği, çevre sorunları ve kamusal hizmetlerin verimsizliği gibi sorunlar eklendiğinde kentlerde ciddi aksaklıkların yaşandığı ifade edilebilir.
Kent Sosyolojisinin Teorik Yaklaşımları
Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da 1700’lü yılların ortalarında gerçeklesen Endüstri Devrimi şehirlerin hızla büyümesini sağladı ve kentsel bir devrim ortaya çıkardı. Fakat bu, kent yaşantısına uyum sağlamak zorunda olan insanlar için birçok zorluğu beraberinde getirdi. Dahası kentlerin genişlemesi, aşırı kalabalıklaşma, kirlilik, gürültü, trafik ve benzerini kapsayan sorunları ortaya çıkardı. Amerikan Sosyolojisinin ilk büyük okulu olan Chicago Okulu, kent çalışmalarına büyük önem vermiştir ve Chicago’yu kentleşme ve sorunlarının araştırıldığı bir laboratuvar olarak kabul etmiştir. Chicago Okulu’nun düşünsel temellerini, Darwin’in evrimci bakış açısına ek olarak biyolojik organizmalarla toplumun örgütlenmeilkeler arasında benzerlikler olduğuna inanan Comte ve Spencer oluşturur.
Ekolojik yaklaşım kent hayatını evrim, rekabet ve piyasa güçlerinin özel kentsel yasalarına dayanarak açıklama eğilimindedir. Chicago Okulu’nda Robert Ezra Park’ın öncülük ettiği ekolojik perspektif, kent mekânını toplumsal süreçlerle iç içe örülmüş bir etken olarak kavramsallaştırma amacını taşıyan sistemli bir çabanın ilk örneklerini temsil eder. Ekolojik yaklaşım kent, kendine at bir hayatı olan, insanların sürekli olarak karmaşık bir hayat mücadelesi ve alansal rekabet süreci içinde çevrelerine uyum sağladıkları, en güçlü olanın hâkim olduğu, en zayıf olanın kent merkezinin arka taraflarında kaldığı bir “sosyal orman” ve bir tür organizma olarak düşünmüştür. Kent, biyolojik ekolojide görülen olaylara benzetilebilecek yayılma, mücadele, rekabet, istila, saldırı, yerini alma gibi yollarla “doğal bölgelere” ayrılmaktadır.
Burgess ve McKenze, sosyal ekoloji düşüncesini bir adım ileriye taşıyarak kentsel yapıyı merkezden dışa doğru uzanan bir dizi ortak merkezli halkalar şeklinde gösteren ünlü Boğa Gözü modelini oluşturdular. Fakat oluşturdukları ortak merkezli halkalar model ile kent bir merkez etrafında birbirini takip eden halkalar biçiminde tanımlamaları eleştiriler almıştır. Modelin kentin gelişiminde ve yerleşiminde topografyayı dikkate almayan, düzenli çizgilerle kentsel değişim açıklamaya çalışan ve siyasal aktörlerin planlama süreçlerin göz ardı eden anlayışı eleştiriye uğramıştır. Ekolojik yaklaşım, kentlerdeki sınıf, ırk ve cinsiyet eşitsizliklerine dayalı bölünmeler hiç bir şekilde analiz etmemiştir.
Wirth; Tönnies, Durkheim, Simmel ve Park’ın görüşlerinden etkilenerek, kent yaşamındaki dönüşümlere ilişkin kapsamlı bir analiz yapmıştır. Wirth’e göre bireyin yaşadığı yer, onun yasama biçimini büyük ölçüde etkiler. Louis Wirth, kentlere özgü olarak gelişen üç ana özellikten bahseder: Nüfusun büyüklüğü, yoğunluğu ve heterojen olması. Kentlerde nüfusun büyüklüğü, ayrım, kayıtsızlık ve toplumsal mesafe yaratır. Kentlerde nüfusun yoğunluğu ise; belirli roller yardımıyla insanların birbirleriyle ilişki kurmasını sağlamış, bu tür rollerin sahipler arasında kentsel ayrımı ve daha büyük formel düzenlemeler gerektirmiştir. Kentlerde nüfusun heterojenliği ise, hiç kimsenin kendilerine tam bağlılığı emretmediği, dolayısıyla insanların farklı ve değişken statülere sahip oldukları, farklı toplumsal çevrelere katıldıkları bir ortam yaratmıştır. Wirth kentsel yaşam tarzının modern toplumun tümüne yayılıp kırsal alanı da kapsamına alarak dönüştüreceğini varsaymıştır.
Alman Sosyolog George Simmel (1858-1918) kent yaşamının bireylerin günlük yaşantılarını ve deneyimlerin nasıl şekillendirdiğini inceleyerek, kentlerin mikro ölçekte analizini önermiştir. Simmel’e göre, metropol yaşantısı aklın üstünlüğünü ön plana çıkarır ve insanı kalbi yerine beyniyle tepki vermeye yöneltir. Kent bu anlamda insanın zihinsel kapasitesini arttırarak, algılama ve kavrayışını yükseltir. Simmel kentlerde var olan çok sayıda uyaran ve keşmekeş arasında boğulmayı engellemek için kentlilerin bezgin bir tutum geliştirdiğini ve etraflarındaki çoğu şeye kendilerini kapadıklarını belirtmektedir. Simmel kentleri, paranın ve Pazar ekonomisinin iç içe geçtiği ve yoğun bir insan nüfusunun fiziksel olarak ilişki içine girdiği yerler olarak tanımlamaktadır.
Simmel’e göre, modern toplumlarda para ekonomisinin ve işbölümünün artması sürecinin insan ilişkiler üzerinde üç temel etkisi vardır. İlk olarak, kentlerdeki değişimi toplumsal yaşamı parçalar ve bölmelere ayırır: Küçük ölçekli homojen yerleşimlerde yoğun bir şekilde yaşanan grup üyeliği, artan işbölümünün etkisiyle bireyin kısmi ve özelleşmiş gruplar arası hareketine bağlı hâle gelir. İkinci olarak, artan işbölümü yerleşim alanının büyümesiyle de birlikte artan bir özbilinçliliği getirir: fazlasıyla farklılaşmış bir toplumda sürekli değişen durum ve duygulara maruz kalan birey kendi kişiliğinin tek sabit kalan faktör olduğunun farkına varır. Son olarak, bireyin böyle bir ortamda tüm kültürel dünyadan yabancılaşması kaçınılmazdır.
Eleştirel kent çalışmalarının önde gelen düşünürleri Lefebvre, Harvey ve Castells, ekolojik yaklaşımın kent hayatını içsel bir mantığı olan ve özel semtlerden oluşan doğal bir organizma gibi görmesini kabul etmezler. Kent hayatının daha büyük sanayileşmiş yapılarla, özellikle ekonomi ile yakından ilişkili olduğunu iddia ederler. Kent hayatını anlamak için temel anahtar, zenginlik ve gücü yoğunlaştıran ve kâr için kent birkaç kişinin elinde bir gayrimenkule dönüştüren kapitalizmdir. Kapitalizm öncesi toplumlarda kent, devlet gücünün ve sınırlı bir dizi üretim ve ticaret etkinliklerinin merkezidir, halkın büyük çoğunluğu tarımla uğraşır. Kapitalizmin doğusu ve sanayi kapitalizm hâlini alması, nüfusun kırsal ortamdan kentsel ortama topluca göç etmesin gerektirmiştir.
1970’lerde yen kent sosyolojisin belirleyen temel eser, Manuel Castells’n bu dönemde yazdığı Kentsel Sorun (1977) kitabıdır. Castells, kolektif tüketim ve onun çevresindeki mücadeleleri kent sorununun odağına koymaktadır. Castells’e göre, kentsel toplumsal hareketler, işçilerin mücadeleleriyle birleşebildiği takdirde, bir bütün olarak kapitalist kentlerde radikal dönüşümler gerçekleştirebilecek toplumsal bir güçtür. Castells’e göre kentler, emek gücünün becerilerinin yenden üretilmesi için gerekli olan kolektif tüketimin merkez haline gelmiştir ve toplu (kolektif) tüketim süreçlerinin gerçekleştiği yerlerdir. Başka bir ifadeyle, kentlerde yasayan insanlar evler, okullar, ulaşım hizmetler ve boş zaman faaliyetlerinin tümü aracılığıyla modern sanayinin ürünlerini kolektif olarak tüketirler. Castells’e göre devletin uzun vadede kent alanlarına müdahalesi mali krizlere yol açmıştır.
David Harvey 1970’li yıllardan itibaren, üretim alanında yaptığı yatırımların yarattığı krizleri aşmak için sermaye, kentsel alanlara yatırım yapmayı keşfetmiştir. Yatırımlarını kentsel mekâna kaydıran sermaye içi kentsel mekânlar ticari ilişkilerini merkez hatta bizzat hedef hâline gelmiştir. Harvey’e göre, kentin önemi, kapitalizmin krizlerine getirdiği çözümler ile sınırlıdır ve mekân kapitalizm için sermaye birikimini ilgilendirdiği ölçüde ele alınmaktadır.
Kentsel haklar kavramı, kent sakinlerini ve özellikle kentsel alanlarda tehdit altında olduğu kabul edilen (yoksullar, çocuklar, yaslılar, etnik azınlıklar, göçmenler, cinsel dışlanmışlar, kadınlar gibi) toplumsal kesimler korumayı öncelikli olarak amaçlamaktadır. Kent hayatının herkese özgürlük ve yarar sağlaması, kent yönetiminde şeffaflık, eşitlik ve etkililik, yoksulluğun, sosyal dışlanmanın ve kentsel şiddetin azaltılması, yerel demokratik karar alma süreçlerine katılım ve saygı, ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamda farklılıkların tanınması gibi katkıları vardır.
1980’li yıllarla birlikte, hızlı bir küreselleşme sürecinin de etkisiyle, kentsel çalışmalar küresel ekonomi ile ilişkilendirilmeye başlanmıştır. Küreselleşme sürecinde, bazı kentler sahip oldukları sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal özellikleriyle diğer kentlere nazaran daha fazla ağırlık kazanarak; mal, bilgi ve sermaye akışının küresel ölçekte merkezleri hâline gelmişlerdir. Bu kentler dünya kenti şeklinde adlandırılmaktadır. Tokyo, New York, Londra, Frankfurt ve Los Angeles dünya kentleri arasında sayılan kentlerdir. Dünya kentlerinin ortak özellikleri; kentin dünya ekonomisi ile eklemlenme derecesi ve emeğin yeni mekânsal dağılımı sürecinde kente yüklenen fonksiyonlar, kentin içinde ortaya çıkan yapısal değişikliklerde anahtar rol oynamaktadır, dünya kentlerindeki ekonomik sektörler ve istihdamın yapısı bu kentlerin global kontrol fonksiyonlarını yansıtır, dünya kentleri uluslararası sermayenin yoğunlaştığı ve yığıldığı temel alanlardır, düğüm noktalarıdır, hem iç hem de dış göçlerin akın ettiği temel çekim noktalarıdır, endüstriyel kapitalizmin karşıtlıkları olan mekânsal ve sınıfsal kutuplaşmayı da içinde barındırır, dünya kentinin büyümesi, o kentin kentsel yönetiminin mali kapasitesini aşan sosyal maliyetler yaratma eğilimindedir.
Türkiye’de Kentleşme ve Kentsel Sorunlarla Başetme Stratejileri
Türkiye’de kentleşme, sanayileşme ile paralel olarak gerçekleşmemiştir. Ülkemizdeki hızlı kentleşmenin ardında daha çok tarımda makineleşme, kır işsizliği, kan davaları gibi kırın aşırı nüfusu dışarı itmesi ile ilgili sebepler bulunmaktadır.
Köylerde yasayan nüfusun çoğunun yoksul olması, tarımsal üretimdeki verim düşüklüğü, ekilen toprakların çok parçalı olması, makineli tarımın artması, tarımda insan gücüne olan ihtiyacın azalması, köylerdeki alt yapı ve sosyal hizmetlerin kentlere göre daha az olması ve tarım dışı alanlarda yeterli istihdam imkânlarının bulunmaması nedeniyle köylerden kentlere doğru hızlı ve yoğun bir göç olmaktadır. Kentlerde yaşanılan sosyal dışlanma ve yoksulluk etrafında gelişen toplumsal sorunların büyük bir bölümü, yoksulluğun kırdan kente göçmesinin sonucudur.
Kırsal kesimden gelen ve cemaat yapısının hâkim olduğu bir kültürden şehre göç eden yığınlar “cemaat” yapısını devam ettirmektedirler. Gecekondu bölgelerinde ortaya çıkan bu sosyal doku göçmenlere kentte önemli bir toplumsal çevre sağlamış ve kırla kent arasındaki pek çok farklılığın yarattığı sosyo-kültürel soku hafifletici etki yapmıştır.
Türkiye’de kentleşme sürecinde karşılaşılan sorunlara kısmen resmî yollardan çözüm bulunmaya çalışılmış olsa da bu girişimler epey sınırlı kalmış ve çoğunlukla bu sorunlara toplumun kendiliğinden geliştirdiği anlık, plansız ve pragmatik ama aynı zamanda pratik çözümlerle cevap verilmeye çalışılmıştır. Türkiye’de kentsel sorunlarla başetme stratejilerinde söz konusu olan resmî, bürokratik hantallık, uzun vadeli plansızlık ve denetimsiz kentsel gelişme tümüyle toplumun kendiliğinden geliştirdiği güncel pratik çözümlerin yolunu açmış ve bunun Türkiye kentsel yapılaşması için bedel oldukça ağır olmuştur.
Ülkemizdeki kentsel gelişme, sanayileşmen sonucu olan düzenli bir kentleşme olmadığından 1950’lerden itibaren konut ciddi bir sorun olmuştur. Bu sorunun bir sonucu olarak gecekondular ortaya çıkmıştır. Gecekondular, imar ve yapı yasalarına aykırı olarak, başkalarına ait arsa veya hazine arazileri üzerinde devletin rızası olmaksızın yapılmıştır. Gecekonduların altyapısı yetersizdir: kanalizasyon sisteminin yetersizliği sebebiyle yer altı suları kirlenmektedir; oyun alanları, park ve kamu binaları hem sayı hem de kalite olarak kent ortalamasının altındadır. Gecekondu ve kentiçi yoksul mahalleler, altyapı yetersizliği ve sosyal dışlanma süreçlerine karsı en savunmasız bölgelerdir.
Kentsel dönüşüm, bir alanın ekonomik, fiziksel, toplumsal ve çevresel koşullarının sürekli iyileştirilmesinin kapsamlı ve bütüncül bir vizyonla yapılması anlamına gelmektedir. İdeal bir kentsel dönüşümün başlıca üç ayırt edici özelliği vardır. Birincisi, bir yerin doğasını değiştirmeyi ve yerleşik halk ile söz konusu yerin geleceğinde söz hakkı bulunan aktörler sürece dâhil etmeyi amaçlamasıdır. İkincisi, bölgenin özel sorun ve potansiyellerine bağlı olarak, devletin temel işlevsel sorumlulukları le kessen çok çeşitli hedef ve faaliyetler içerir. Üçüncüsü se, süreçle ilişkili kurumsal yapılar değişkenlik gösterse de, farklı ilgi grupları arasında işleyen ortaklıkların oluşturulmasını gerektirmektedir.
1950’lerden bugüne Türkiye’de metropoliten kentlerde kentsel dönüşümün üç farklı döneme göre farklılaştığı gözlemlenmektedir. İlk dönem ekonomik büyüme politikasının yaygınlaştırıldığı ve sanayileşmenin yaşandığı 1950 ve 1980 yılları arası dönemdir. Bu dönemde en önemli kentsel dönüşüm kent çeperindeki boş arazilerin gecekondu mahallelerine dönüşmesi ve daha sonra bu mahallelerin sağlamlaştırılması, apartmanlaşarak yeniden yapılandırılması veya temizlenerek farklı nüfus gruplarına yönelik yenilenmesi şeklinde olmuştur. İkinci dönem büyük kentlerin dışa açık liberal ekonomiden ve küreselleşmeden etkilendiği 1980 ve 2000 yılları arasıdır. Bu dönemde kentsel dönüşüm kentiçi konut alanlarının yanı sıra, sanayi, merkez ve kıyı alanlarında da gözlemlenir. Yine bu dönemde dışa açık ihracata yönelik kalkınma model uygulanmış; kentlerde sermaye piyasaları, serbest ticaret ve üretim, bankacılık alanlarında yeni kurumlar oluşmaya başlamış; altyapı politikalarında telekomünikasyon yatırımlarına öncelik verilmiş ve Türkiye’nin haberleşme kapasitesi artırılmıştır. Son dönem, yani 2000’li yıllar, yerel yönetimin özel sektörle işbirliğinin hız kazandığı ve ilk defa kentsel dönüşümün strateji olarak tanımlandığı dönemdir. Bu yıllarda, kentsel dönüşümde kullanılan en yaygın müdahale biçimi, ‘kentsel yenileşme’ ya da kentsel canlandırmadır. Bu dönemde 7 milyon konutu içeren Yeni Afet Yasası düzenlenmiştir. Afet yasası, kentsel dönüşüm ile ilgili olarak merkez otoriteye olağanüstü yetkiler veren, diğer tüm yasaların yaptırım ve sınırlamalarından muafiyetler içeren, yerel yönetimler çok büyük ölçülerde sürecin dışında tutan, TOKI ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na imar düzenlemeleri ile ilgili geniş yetkiler veren bir düzenlemedir. Fakat Türkiye’de kentsel dönüşüm sürecine belediyeler, meslek odaları, sivil toplum kuruluşları ve mülk sahiplerinin katılımı oldukça sınırlı kalmaktadır.
Türkiye’de kentsel dönüşüm uygulamalarının genel özelliklerine baktığımızda, kentsel dönüşüm plan ve programları, mevcut duruma özgü strateji ve müdahale biçimlerinin sonucu olarak değil, küçük grupların çıkarlarına yönelik rant kaynakları üzerinden biçimlenmektedir. Oysa kentsel dönüşüm planlaması bütüncül bir yaklaşım, ortaklıklar, katılım ilkeler ve dönüşüm sürecinin tasarımıyla tutarlı olarak uygulanmalıdır. Genelde kentsel dönüşüm sorunları fiziksel mekânın dönüşümüne indirgenmiştir. Kentsel dönüşümün toplumsal, ekonomik ve çevresel boyutları göz ardı edilmiştir.
1980’li yılların Türkiye’sinde kentleşme süreçlerine damgasını vuran temel gelişme, farklılaşma ya da çeşitlenme ile ortaya çıkan mekânsal ayrışma eğilimleridir. Sosyal ve mekânsal ayrışmanın en bariz örneği, kapalı veya güvenlikli site alanlarıdır. Kapalı siteler genel olarak, orta ve üst gelir grubundan hane halklarının dışarıya kapalı ve izole, üst düzey ve özel güvenlik önlemler le kuşatılmış, belli boş zaman olanakları sunan ve yasam tarzı kurgusu etrafında biçimlenmiş olan konut alanları olarak tarif edilmektedir. Kapalı sitelerde bireyler, kendilerini toplumun geri kalanından yalıtarak, mekânsal veya sosyal açılardan kendi siteleri dışında kamusal alan için ortak bir sorumluluk almanın gerekliliğine inanmaz hâle gelir.
Kamusal mekânların yeterli seviyede paylaşılmasını sağlayabilen kentler, farklı insanların karşılaşmalarına, uzlaşmalarına, kaynaşmalarına ve sonuç olarak demokrasi kültürüne katkı sağlayabilir. Aksi hâlde, kentsel mekânlar, bireylerin veya toplumsal grupların birbirlerinden yalıtıldığı kapalı devre ve güvensiz yaşamlara kapı aralayacaktır. Sokakların, meydanların, parkların ve kamusal alanların ortak kullanılabileceği; diyalog, uzlaşma ve demokrasi kültürünün yeşertilebileceği kamusal alanlara sahip kentlerde güvenlik bir sorun olmaktan çıkabilir.