aofsoru.com

Sosyoloji 1 Dersi 2. Ünite Özet

Toplumsal Değişme: Modernite Ve Küreselleşme

Toplumsal Değişme

Değişme, belirli bir dönem içinde, toplumsal ve doğal yaşam ile insan tutum ve davranışlarında gerçekleşen farklılaşmayı ifade eden bir kavramdır. Toplumsal değişme ise sosyolojik açıdan toplumun yapısını oluşturan toplumsal ilişkiler ağının ve bunları belirleyen kurumların tarihsel bir süreç içerisinde değişmesini kapsamaktadır. Bu değişmeler birey ve grupların davranışlarına yansımakta, toplumsal norm ve değerlerin farklılaşmasına yol açar.

  • Toplumsal değişme, toplumun yapısını oluşturan toplumsal ilişkiler ağının, toplumsal kurumların, birey ve grup davranışlarının, toplumsal norm ve değerlerin tarihsel olarak geçirdiği farklılaşma ve dönüşüm sürecidir.

Toplumsal Değişme Nedir?

Toplumsal değişme kavramı kültürel, ekonomik, politik ve toplumsal yapılarda zamana dayalı dönüşümleri ifade eder ve ilerleme, evrim, kalkınma, gelişme gibi kavramlarla yakından ilişkili olarak kullanılır.

Toplumsal değişme kavramı, herhangi bir değer yargısı içermez. Buna karşın ilerleme, kalkınma, gelişme ve evrim kavramları, değer yargısı içeren, belirli bir amaca yönelik olan bir değişmeyi vurgular. Ekonomik göstergelerle ifade edilen ve daha çok ekonomi ile ilgili olan kalkınma ve gelişme kavramları, bazı ekonomik ölçütlere göre toplumsal değişmenin yön ve niteliğini göstermektedir. Bu anlamda kalkınma ve gelişme kavramları, toplumsal değişmenin ancak bir kısmını açıklamaktadır. Toplumsal değişme, belirli bir toplumsal gerçeği, bütün değer yargılarından arınmış bir biçimde ifade etmekte ve özel durum ya da görünümleri bütün olarak kapsayacak bir şekilde anlatan, evrensel ve nesnel bir anlam taşımaktadır. Ayrıca evrim, başkalaşma, devrim gibi kavramlar toplumsal, siyasal ve kültürel anlamda ele alındığında, değişmenin özel biçimleri olarak değerlendirilebilmektedir. Hem toplumsal evrim hem de toplumsal gelişme kavramlarında ilerlemeci bir boyut vardır. 19. yüzyılda kullanılmaya başlayan toplumsal evrim kavramı biyolojik evrim kuramlarından esinlenerek kullanılan bir kavramdır.

Toplumsal gelişme kavramı ise başlangıçta bilginin, teknolojik gelişme ve ekonomik üretkenliğin artması ile insanlığın doğa üzerindeki kontrolünün artması anlamında kullanılmıştır.

Toplumsal değişme ise ekonomi, siyaset, eğitim, aile, kültür ve inançlar gibi toplum yapısının temel alanlarında var olan ilişkilerde ortaya çıkan farklılıklar olarak tanımlanmaktadır. Toplumsal değişmeye ilişkin bir başka tanım ise toplumsal değişmenin “toplumsal yapıda (toplumun büyüklüğündeki değişimler de burada yer alır) belirli toplumsal kurumlarda, ya da toplumsal kurumlar arasındaki ilişkilerde” yaşanan değişim olarak ifade edilmesidir.

Toplumsal Değişmeyi Etkileyen Faktörler

Toplumsal değişmeyi etkileyen faktörler çevresel, demografik, teknolojik ve kültürel faktörler olarak dört grupta toplanmaktadır. Tarihsel olarak bakıldığında bu faktörlerin birbirleriyle ilişkili olduğu, bir grupta meydana gelen değişimlerin diğerleri üzerinde de dönüşümlere neden olabileceği görülmektedir.

Fiziksel çevre faktörleri: Toplumların içinde yaşadığı fiziksel çevre, toplumsal değişmeyi dolaylı olarak etkileyen faktörlerden biridir. Toprakların verimliliği, iklim, başka toplumlarla olan coğrafi yakınlık ya da uzaklık, toplumların yaşam biçimlerini, neyi nasıl üreteceklerini ve örgütlenmelerini belirli düzeyde etkilemektedir. İklim değişikliklerinin sebep olduğu kuraklığın yanı sıra deprem gibi doğal felaketler de toplumsal değişmeyi etkileyen çevresel faktörler arasında yer almaktadır. Bu tür doğal felaketler sonucunda nüfus yapısında ortaya çıkan değişimler, demografik yapıda değişimlere neden olmaktadır.

Demografik faktörler: Demografik yapı nüfusun hızla artması ya da bunun tersine doğum oranlarında yaşanan ciddi düşüşler sonucunda da değişim göstermektedir. Doğum oranlarının çok düşük olması yalnızca “yaşlı nüfus” sorunu gibi bir demografik krize neden olmaz bunun yanı sıra bu demografik kriz emek kullanma biçimlerinde de ciddi bir değişime neden olmaktadır.

Teknoloji faktörü: Pusula, matbaa, buharlı makineler icadı, elektrik, telefon, bilgisayar kullanımı gibi teknolojik yenilikler toplumsal değişmeyi etkileyen faktörler arasında günümüzde etkileri ve sonuçları en belirgin gözlemlenebilen faktörlerdir. Bu tür yeniliklerin gündelik yaşam biçimleri, toplumsal örgütlenme olmak üzere toplumun bütün alanlarındaki etkisi oldukça fazladır. Günümüzde yaşanan küreselleşme süreci, ulaşım ve iletişim alanındaki teknolojik yenilikler ile başlamış ve bunun sonucunda üretim küresel düzeyde örgütlenmiştir. Teknoloji alanında ortaya çıkan yenilikler, aynı zamanda çevresel ve demografik krizlere de neden olmaktadır. Atom bombasının kullanımı bunun en iyi örneğini oluşturur.

Kültürel faktörler: Keşifler, icatlar, coğrafi yayılma ve din ise toplumsal değişmeyi etkileyen kültürel faktörler arasında yer almaktadırlar. Geçmişte matbaanın bulunuşu eğitim kurumunda çok ciddi değişimlere neden olmuştur. Günümüzde ise kitle iletişim alanında ortaya çıkan yenilikler ve internet kullanımı, bütün toplumsal yapı ile birlikte eğitim kurumunda da önemli değişimlere yol açmıştır.

Sosyoloji, toplumsal ilişkileri anlama ve açıklama amacı taşır ve süregelen genel nitelikli eylemler üzerinde yoğunlaşır.

Toplumsal değişme, kaçınılmaz ve evrensel bir süreç olarak kabul edilmektedir. Çünkü toplumsal değişme faktörleri ve bunlar arasındaki ilişkilere bakıldığında tarihsel olarak toplumların durağan kalmayıp ilerleme, gelişme ve dönüşüm gibi farklı değişim biçimlerini deneyimledikleri görülür.

Toplumsal Değişme Kuramları

Bir bilim dalı olarak sosyolojinin ortaya çıkış nedeninin Batı Avrupa’da 17. ve 18. yüzyılda meydana gelen toplumsal değişim ve dönüşümü anlamaya ve açıklamaya çalışmak olduğu söylenebilir. Batı Avrupa’da ortaya çıkan Aydınlanma, Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi, bütün toplumsal, ekonomik hayatı değiştirmiş ve dönüştürmüştür. Sosyoloji bilimi açısından dönemin temel soruları bu değişim ve dönüşümün nedenleri ve kökenleri, nasıl gerçekleştiği, değişim ve dönüşüm sürecinde ortaya çıkan sorunların nasıl çözümlenebileceği ve toplumsal uyum ve dengenin nasıl sağlanabileceği üzerine olmuştur.

Batı Avrupa’da 17. ve 18. yüzyılda ortaya çıkan ve kökenleri Rönesans ve Reform hareketlerine dayanan Aydınlanma hareketi cehaletin ve batıl inanışların insanlığın yaşadığı sefaletin kaynağı olduğu iddiasından çıkmıştır. Bilime, akılcı ve rasyonel düşünceye, bilgiye ve bütün bunların sonucunda ortaya çıkacak olan ilerlemeye olan sarsılmaz inanç ile modern toplumların düşünsel temelleri atılmıştır.

Fransız Devrimi modern toplumun siyasal temelini oluştururken Endüstri Devrimi ile üretim alanında önemli değişimler yaşanmıştır. Fransız Devrimi ile modern ulus devlet anlayışı çerçevesinde özgürlük, eşitlik, demokrasi, vatandaşlık, yurttaşlık, insan hakları gibi evrensel değerler gelişmiştir. Teknolojik yenilikler ve Endüstri Devrimi sonucunda yeni üretim örgütlenmesi ile eski feodal üretim biçiminden yeni olan kapitalist üretim biçimine geçiş süreci başlamıştır.

Bu değişim ve dönüşümler Batı Avrupa’da başlamakla birlikte tarihsel olarak dünyanın geri kalan toplumları üzerinde de etkisini göstermiştir. Anthony Giddens günümüz toplumlarını ekonomik, siyasal ve toplumsal düzeyde şu şekilde sınıflandırmıştır:

  • Birinci Dünya Toplumları ya da Gelişmiş Ülkeler: 18. yüzyılda ortaya çıkan serbest girişimin hâkim olduğu, üretimleri sanayiye dayalı olan ulus devletler bu grupta yer almaktadır. Bu toplumlarda nüfusun büyük bölümü kentlerde yaşar ve sanayide istihdam edilir ve geleneksel toplumlarla karşılaştırıldığında sınıfsal eşitsizlikler daha az göze çarpar. Batı toplumları, Japonya, Avustralya ve Yeni Zelanda bu grupta yer almaktadır.
  • İkinci Dünya Toplumları: Doğu Bloğu ülkeleri olarak da adlandırılan bu toplumlar 1917 Rus Devrimi ile ortaya çıkmışlardır. 1990’ların başına kadar görülen bu toplumların üretimleri de sanayiye dayalı olmakla birlikte merkezi planlamanın hâkim olduğu bir ekonomik sistem içinde yer almışlardır. Bu toplumlarda tıpkı Birinci Dünya Ülkelerinde olduğu gibi nüfusun büyük bölümü kentlerde yaşamaktaydı. 1990lar sonrası Birinci Dünya ülkelerine dönüşecek biçimde merkezi planlamadan serbest girişime dayalı ekonomik sisteme geçiş yaşanmıştır.
  • Üçüncü Dünya Toplumları ya da Gelişmekte Olan Toplumlar: Çin, Hindistan, Afrika ve Güney Amerika gibi 18. yüzyıldan günümüze gelen ve çoğunlukla da sömürge haline getirilen bölgelerde bulunan toplumlar bu grupta yer almaktadır. Bu toplumların bir kısmında ekonomi serbest girişime dayalıyken bir kısmında merkezi planlama hakimdir. Birinci ve ikinci dünya ülkelerinin tersine üretimleri geleneksel yöntemlerin kullanıldığı tarımsal üretime dayalıdır ve nüfusun büyük bir kısmı kırsal alanlarda yaşamaktadır.
  • Yeni Sanayileşen Ülkeler: Hong Kong, Güney Kore, Singapur, Tayvan, Brezilya ve Meksika 1970lere kadar Üçüncü Dünya ülkeleri arasında yer alırken daha sonrasında sanayi üretimi ve serbest girişim ile birlikte dönüşüm gerçekleştiren toplumlar olarak bu grupta yer almıştır. Birinci dünya ülkelerine benzer şekilde nüfusun büyük bir kısmı kentlerde yaşar fakat daha keskin kır-kent, bölgesel ve sınıfsal eşitsizlikler mevcuttur.

Evrimci Kuram

Evrimci kuramın en önemli temsilcileri Auguste Comte, Herbert Spencer, Emile Durkheim’dır. Comte geliştirdiği “üç hal yasası” ile toplumların geçirdiği değişmeyi bir başka deyişle evrimin ev rensel yasasını açıklamaya çalışmıştır. Pozitivist bakış açısına sahip olan Comte bu yasayı geliştirirken yöntemsel olarak doğa bilimleri ile sosyal bilimler arasında bir benzerlik kurmaya çalışmıştır. Ona göre doğal yaşam ile toplumsal yaşam arasında benzerlikler vardır. Dolayısıyla doğal yaşam içindeki evrim süreci ve evrim aşamaları toplumsal yaşamı açıklamak ve için de kullanılabilir. “Teolojik- metafizik- pozitivist” aşamalar olarak açıkladığı üç hal yasası evrenseldir ve bütün toplumların geçirdiği değişimi açıklamak için kullanılabilir. Comte’un üç hal yasası “toplumların insanın bilgilerinin gelişmesine bağlı olarak bir dizi önceden görülebilir aşamadan geçerek ilerlediği” iddiasına dayanmaktadır.

Bir diğer evrimci kuramcı olan Durkheim toplumsal değişmeyi toplumların mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya doğru geçirdiği evrim süreci olarak ele alır. Nüfus yoğunluğunun az olduğu ve benzerliğe dayalı olan mekanik dayanışmadan nüfus yoğunluğunun arttığı ve farklılığın hâkim olduğu organik dayanışmaya geçiş sürecinde işbölümü çok önemli bir role sahiptir. Çünkü işlevlerin farklılaştığı organik toplumlarda toplumsal düzen işbölümü ile yeniden kurulur.

Spencer ise toplumsal değişmeyi biyolojik organizmaların geçirdiği evrim sürecine dayandırarak açıklamaktadır.

Spencer biyolojik organizmalar ile toplumların büyüme aşamaları arasında benzerlik olduğundan yola çıkarak evrimin basitten karmaşığa doğru gerçekleşen bir süreç olduğunu iddia eder. Evrim süreci içinde bütünü oluşturan parçalar ve onların işlevleri farklılaşarak karşılıklı bağımlı hale gelirler ve böylelikle evrim süreci tamamlanmış olur.

Comte, Spencer, Durkheim’ın çalışmalarında görüldüğü gibi evrimci kuram toplumların geçirdiği değişim ve dönüşümü evrimsel süreç olarak ele alır ve evrim aşamaları üzerinden evrensel bir gelişme modeli önerir. Bu modelde çok açık ifade edilmese de örnek alınan Batı Avrupa toplumlarıdır. Evrimci kuram da tam da bu noktada etnosantrik ve Avrupamerkezci olduğu için eleştirilir.

  • Etnosantrizm, yanlı bir bakış açısıyla bir toplumun kendine özgü kültürel değerlerinden yola çıkılarak diğer toplumların incelenmesi ve bunun sonucunda belirli yargılarda bulunulmasıdır.
  • Avrupamerkezcilik, sosyal bilimlerde yapılan çalışmalarda Avrupa’nın ideal bir model ya da ölçüt olarak ele alınıp Avrupa dışı toplumların bu bakış açısına göre analiz edilmesidir.

19 . yüzyılda hâkim olan evrimci kuramın temel ilkeleri şu şekilde sıralanmaktadır:

  • Evrensellik : Evrim süreci bütün toplumlarda görülen evrensel ve doğal bir süreçtir; evrimin evrensel yasalarına da ulaşmak mümkündür.
  • Potansiyel (gizil güç): Her toplumun kendi içinde değişme için bir potansiyeli, gizil gücü vardır ve bunun için dışarıdan bir müdahaleye ya da yardıma ihtiyacı yoktur.
  • Bütünlük : Toplum birbiriyle ilişkili parçalardan oluşan bir bütündür. Evrimsel süreci anlamak için bu bütünün tamamına bakılmalıdır.
  • Evrimin yönü: Evrimsel sürecin belirli bir yönü vardır ve değişme her zaman ileriye doğru gerçekleşir.
  • Gerekircilik : Evrimsel süreçte, değişim zorunludur ve kaçınılmazdır. Toplumlar belirlenmiş aşamaları sırayla geçerler.
  • Aşamalı değişim: Evrimin evrensel yasaları çerçevesinde her toplum belirlenmiş aşamaları geçer, ani değişimler ve dönüşümler geçirmezler.
  • İndirgeme : Doğanın ve toplumların evrimsel süreci arasında benzerlikler vardır.

Modernleşme Okulu

Evrimci kuram ve işlevselci kuramdan beslenen Modernleşme Okulu 1960’larda toplumsal değişme yazınına hâkim olmuş bir yaklaşımdır. Öncelikle ikili toplum modelini kullanarak geleneksel ve modern toplumlar arasındaki farkları ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Gelişmeyi ve ilerlemeyi engelleyen faktörlere odaklanarak geleneksel toplumların nasıl modern toplumlara dönüştürülebileceğine odaklanmıştır.

  • Modernleşme Okulu’nun kuramsal temelini, işlevselci (fonksiyonalist) bakış açısının temel varsayımları oluşturmaktadır.

Modernleşme Okulu geleneksel toplumu geleneksel değerlerin hâkim olduğu; ekonominin basit teknolojinin kullanıldığı tarımsal üretime dayalı olduğu; eğitim seviyesinin düşük ve toplumsal hayatta birincil ilişkilerin hâkim olduğu toplum olarak tanımlar. Modern toplumu ise yapısal olarak en üst düzeyde uzmanlaşmayı ve farklılaşmayı gerçekleştirmiş; rasyonelliğin toplumun her alanına yayıldığı, ekonominin gelişmiş teknolojinin kullanıldığı endüstriyel üretime dayalı olduğu; yüksek eğitim seviyesi ve kentleşmenin görüldüğü toplumlar olarak tarif eder.

Modernleşme Okulu kuramcılarından Walt Whitman Rostow, 1960 yılında yazdığı İktisadi Gelişmenin Aşamaları adlı çalışmasında modern toplumların geçirdiği değişimi; ekonomik gelişme ve büyüme aşamalarını sıralamıştır. Bu aşamalar

  1. Geleneksel Toplum: Geleneksel toplumlar gelişmemiş teknoloji ile tarıma dayalı sınırlı üretim yaparlar. Toprak sahiplerinin gücüne dayalı hiyerarşik bir yapı vardır, toplumsal hareketlilik azdır. Gelenekler ve kadercilik anlayışı toplumsal yapıda belirleyicidir.
  2. Ekonomik Kalkınmanın Ön Koşulları: 18. yüzyılın başlarında Batı Avrupa’da İngiltere bu aşamaya gelmiştir. Bilimsel yeniliklerin endüstri ve tarımda kullanılmaya başlanması ve uluslararası yayılmacılık ilerlemeyi başlatmıştır.
  3. Kalkış: Bu aşama büyümenin önündeki bütün engeller aşıldığı zaman başlar. Ekonomik gelişmenin en önemli aşamasıdır ve bunu ilk gerçekleştiren ülke İngiltere’dir. Kent merkezli endüstriyel faaliyetler artar, tarımda yeni teknoloji kullanımı ve girişimci sınıf yaygınlaşmaya başlar.
  4. Olgunluk Aşaması: Kalkış aşamasından yaklaşık 60 yıl sonra bu aşamaya gelinir. Modern teknoloji ekonominin bütün alanlarında ve endüstriyel faaliyetlerde kullanılmaya başlamıştır.
  5. Yaygın Tüketim Safhası: I. Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri bu aşamaya ilk gelen ülke olmuştur. Endüstrinin diğer alanlarının yanı sıra hizmet sektörü gelişmeye başlamıştır. Reel ücretlerin artışı ve refah devleti politikaları, sosyal güvenliğe ayrılan kaynakların artışı insanları tüketime yöneltmiştir.

Rostow, yukarıda sıralanan aşamaları geleneksel toplumdan modern topluma geçişte evrensel aşamalar olarak belirlemiştir. Geleneksel toplumlar için bu aşamalar bir model oluşturur ve geleneksel toplumlar kendi kendilerine modernleşmeyi gerçekleştiremezlerse gelişmiş toplumların yardımı ya da müdahalesi ile modernleşebilirler.

Modernleşme Okulu’na göre önce Batı Avrupa daha sonra da Amerika Birleşik Devletleri’nin geldiği aşama modernleşmenin ideal aşaması olarak ele alınmaktadır. Azgelişmiş ülkeler ya da Üçüncü Dünya ülkeleri geleneksel toplum kategorisinde yer almaktadır. Bu kategoride yer alan toplumların gelişememelerinin dolayısıyla modernleşememelerinin nedeni olarak sadece o toplumların içsel özellikleri gösterilmesi, nedeniyle bütüncül bir analiz yapılamamıştır.

  • Üçüncü Dünya, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD ve SSCB’nin önderliğini yaptıkları kapitalist ve sosyalist blokların dışında kalan bütün azgelişmiş ülkeleri anlatan terimdir.

Karl Marx

Karl Marx hem toplum hem de toplumsal değişme ve dönüşüm analizinde temel olarak üretim biçimi kavramını kullanır. Marx’a göre üretim biçimi kavramı mülkiyet ilişkilerini; hangi koşullarda ve hangi araçlar kullanılarak üretim yapıldığını; üretimin kimler tarafından nasıl yapıldığını yani toplumsal üretim ilişkilerini gösterir. Bütün bunlar aynı zamanda altyapıyı oluşturur ve her toplumsal yapının altyapı ile uyumlu olarak belirlenen siyaset, eğitim, hukuk, medya gibi üstyapı kurumları vardır. Buna göre toplumsal değişme yukarıda sözü edilen evrimci kuram ve Modernleşme Okulu’nun iddia ettiği gibi yavaş, aşamalı değildir tersine toplumsal sınıflar arasındaki mücadele sonucunda ani ve hızlı değişim ve dönüşümler yaşanır.

Marx’a göre ekonomik alandaki temel çelişkiler toplumsal değişiminin kaynağını oluşturur. Bu temel çelişkiler sınıf çatışmalarına neden olmakta bunun sonucunda da devrimsel değişimler ortaya çıkmakta, bir üretim biçiminden başka bir üretim biçimine geçiş yaşanmaktadır. Üretim biçiminin temelini oluşturan üretim güçleri üretimde kullanılan emek yani işgücü ve üretim araçlarından oluşur.

Marx’a göre kapitalist üretim biçimi özgür ücretli emeğe, üretim araçlarının mülkiyetine, sermaye birikimine ve biriktirilen sermayenin yatırıma dönüştürülmesine, imalat sanayisine ve fabrika tipi üretime dayanmaktadır. Kapitalist üretim biçimi eski olandan yani feodal üretim biçiminden farklı olsa bile yeni çelişki ve çatışmaları içinde barındıran bir üretim biçimidir.

Bağımlılık Okulu

Bağımlılık Okulu 1960’lı yıllarda Marksist gelişme yazını içinden çıkan ve özellikle Latin Amerika’nın azgelişmişlik durumunu analiz etmeye odaklanmış bir yaklaşımdır. Modernleşme Okulu geleneksel toplumların neden geleneksel kaldıklarını o toplumların kendi içsel özellikleri üzerinden açıklamaya çalışırken buna bir tepki olarak gelişen Bağımlılık Okulu azgelişmişlik durumunun tamamen dışsal koşullardan yani başka toplumlarla kurulan bağımlılık ilişkisinden kaynaklandığını iddia eder. Bağımlılık Okulu bu bakış açısı ile toplumsal değişme yazınında önemli bir yere sahiptir. Ayrıca, Batı merkezli olmayan, Latin Amerika kökenli bir yaklaşım olarak da sosyal bilimler içinde ayrıcalıklı bir yere sahiptir.

  • ‘Azgelişmişlik’, tanım gereği ‘gelişmişlik’in karşıtıdır. Azgelişmiş ülkeler de aralarındaki bütün farklara karşın, gelişmiş ülkelerin temel özelliklerinin tamamını taşımama ortak paydasıyla, aynı kavram altında toplanırlar.

Bağımlılık Okulu’na göre gelişme ve azgelişmişlik birbirlerine bağımlı yapılardır; merkez ve çevre arasındaki ilişki bağımlılığın biçimini belirler. Merkez konumundaki gelişmiş ülkeler ancak kendilerine bağımlı olan azgelişmiş ülkeleri sömürerek varlıklarını sürdürebilirler. Buna göre bağımlılık ilişkisi Latin Amerika, Asya ve Afrika kıtalarının sömürgeleştirildiği 16. yüzyılda başlamıştır.

  • Üçüncü Dünya, siyasal olarak 1955 Bandung Konferansı’na katılan 29 Asya ve Afrika ülkesinin girişimi ile başlayan Bağlantısızlar Hareketi ve oluşturdukları diğer örgütlenmelerle gelişen bir akımı nitelerken, politik, sosyolojik ve ekonomik olarak azgelişmişlik tanımı ile nitelenen ortak özellikleri bir arada vurgulamak için kullanılır.

Bağımlılık Okulu’nun en bilinen kuramcılarından olan Andre Gunder Frank’ın belirttiği üzere “azgelişmişliğin gelişmesine” neden olmuştur. Üçüncü Dünya’da yaşanan azgelişmişlik durumunun ve yoksulluğun nedeni “Batılı ulusların onları bilinçli olarak azgelişmiş halde bırakmalarıdır”

Frank, bağımlılık kuramını açıklarken Modernleşme Okulu’nun yaptığı gibi ikili toplum modelini kullanmıştır. Modernleşme Okulu’ndaki “geleneksel-modern” toplum modellerinin yerini “metropol-uydu” ya da “merkez- çevre” toplum modelleri almıştır. Metropol ülkeler Batı’nın sömürgeci zengin ülkeleri, uydu ülkeler ise Üçüncü Dünya’nın yoksul, azgelişmiş ülkeleridir. Metropol ülkeler sömürgeciliğin başlamasıyla beraber bir yandan hammadde ve ucuz işgücü ihtiyacını uydu ülkelerden karşılarlarken diğer yandan da uydu ülkeler, metropol ülkelerinin kendi ürünleri için yeni bir pazar oluşturmuştur.

Frank, metropol ve uydu ülkeler arasındaki bağımlılık ilişkisini şu şekilde açıklamaktadır: Metropol ülkeler uydu ülkelerde üretilen ve kendi gelişmeleri için gerekli olan artığa el koyar. Komprador diye adlandırdığı Üçüncü Dünya’nın yönetici elit sınıfı metropol ülkelere bu konuda gerekli desteği sağlar. Bağımlılık ilişkisi devam ettiği sürece uydu ülkeler kendi ürettikleri ekonomik artık ellerinden alınınca gittikçe yoksullaşır ve gelişemez, metropol ülkeler ise zenginliklerini artırır. Dünya kapitalist sistemi içinde uydu ülkelerin, savaş ve ekonomik buhran dönemleri gibi metropol ülkelerin zayıf olduğu dönemlerde bu bağımlılık ilişkisinden kurtulmaları mümkün olabilir.

  • Bağımlılık kavramı ile bir ülke ekonomisinin başka bir ülke ekonomisinin ihtiyaçları ya da çıkarları doğrultusunda yönlendirilmesi ve biçimlendirilmesi kastedilmektedir. Emperyalist ülkeler ile onlara bağımlı ülkeler arasındaki ekonomik ilişkiler bu çerçevede tanımlanır.

Dünya Sistemi Kuramı

Immanuel Wallerstein, toplumsal değişmeyi çok disiplinli ve makro ölçekli bir yaklaşım olan dünya sistemi kuramı ile açıklamaya çalışır. Dünya sistemi kuramı “kapitalizmin ulusal temelden ziyade artık küresel çapta örgütlenmiş olduğu, egemen olan merkezdeki bölgelerin ileri sanayi sistemlerini geliştirip periferi (çevre) ülkelerinin hammaddelerini sömürdüğü, modern dünyanın uluslararası bir ekonomik düzen ve değişik siyasal sistemlerle kök saldığı”nı iddia etmektedi r.

Dünya sistemi kuramı kapitalizmin küresel düzeyde örgütlenmesi ve yayılmasının analizine dayanmaktadır. Buna göre kapitalist dünya ekonomisi 16. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan; kârlılık ve sermaye birikim arayışları nedeniyle giderek yayılan bir dünya sistemidir. Kapitalist dünya ekonomisi, aralarında hiyerarşik işbölümü ve uzmanlaşma olan merkez, çevre ve yarı çevreden oluşmaktadır.

  • Dünya sistemi, kapitalist sistemin dünya pazarını yaratması ve bu değişim ağında yaratılan işbölümünün, merkez adı verilen gelişmiş kapitalist ülkelerin çıkarına, çevre ve yarı çevre adı verilen ülkelerin aleyhine işleyen hiyerarşik bir sistem oluşturması, tarihin bu sistemin oluşturduğu bütünlüklü ilişkiler anlaşılmadan kavranamayacağı tezidir.

Modernite ve Kuramsal Boyutları

Sosyal bilimler, modern düşünce ve toplum yapısının geniş toplumsal ve kültürel bağlamı içinde ortaya çıkmıştır. Toplumsal, politik ve ekonomik alanlarda büyük dönüşümleri içeren modern toplumların oluşumu, birçok insan için yaşama ve çalışma biçimlerinde kaygı verici büyük değişimlere yol açmıştır. Bu bağlamda modernitenin anlaşılması ve çözümlenmesine yönelik çalışmalar, sosyolojinin temel tartışma konuları arasında yer almaktadır.

Modernite Nedir?

Modernite ya da modernlik, Aydınlanma düşünürlerinin “nesnel bir bilim, evrensel bir ahlâk ve yasa” geliştirme amacı taşıyan çalışmalarıyla biçimlenmiştir. Bu anlamda modernitenin temeli, geleneksel dünya görüşünden kopuş olarak tanımlanan bilim, ilerleme, nesnellik ve evrensellik unsurlarını içeren modern düşünceye dayanmaktadır.

  • Modernite, geleneksel dünya görüşünden koparak nesnel bir bilim, ilerleme, evrensel bir ahlâk ve hukuk geliştirme amacı taşıyan Aydınlanma düşüncesine dayanan toplumsal değerler sistemi ve örgütlenmesidir.

Modernitenin Kurumsal Boyutları

Moderniteyi dört temel kurum aracılığıyla tanımlayan Giddens’a göre, bu kurumlardan birincisi kapitalizmdir. Kapitalizm, özel mülkiyete dayalı sermaye ile mülksüz ücretli emek arasındaki ilişkiye dayanan bir meta üretim sistemidir ve bu özelliklerden kaynaklanan bir sınıf sistemi tarafından karakterize edilir. Aynı zamanda bu üretim, üreticiler ve tüketiciler için rekabetçi piyasalar oluşturur.

  • Modernitenin kurumsal boyutları kapitalizm, endüstrileşme, gözetim ve askeri iktidardır.

Modernitenin kurumsal boyutlarından ikincisi olan endüstrileşme (endüstriyalizm), malların üretimi için cansız güç kaynaklarının kullanımını içerir, makineler bu üretim sürecinde merkezi konumdadır. Bununla birlikte atölye ve fabrikalar gibi iş yeri ile sınırlı kalmayan endüstrileşme; ulaşım, iletişim ve ev yaşamı gibi bir dizi düzenlemeleri etkilemektedir.

Gözetim aygıtları ise kapitalizm ve endüstrileşme gibi modernitenin yükselişiyle ilişkili olan üçüncü bir kurumsal boyutu oluşturur. Bu anlamda gözetim, gözetime konu olan toplulukların siyasal alandaki faaliyetlerinin denetimini ifade eder. Ancak bir yönetimsel güç temeli olarak gözetimin önemi, sadece bu alanla sınırlı kalmaz. Denetim doğrudan ve dolaylı gerçekleşebilir. Cezaevleri, okullar, çalışma alanlarında doğrudan olabilen denetim, enformasyonun kontrol edilmesi üzerine kurularak dolaylı ortaya çıkmaktadır. Modernitenin son kurumsal boyutu olarak askeri güç ya da şiddet araçlarının kontrolü, savaşın endüstrileşmesini ifade eder. Askeri güç, modernite öncesi uygarlıkların her zaman merkezi bir özelliğini oluşturmuştur. Ancak bu uygarlıkların siyasal merkezleri, hiçbir zaman sürekli bir askeri destek sağlama gücüne sahip olmamış ve şiddet araçları üzerinde kendi topraklarında tekelci bir kontrol gerçekleştirememişlerdir. Şiddet araçlarının, toprak açısından belirlenmiş sınırlar içinde başarılı bir şekilde tekel altına alınması, modern devlete özgü bir özellik olarak görülmektedir.

Modernite ve Postmodernite

20. yüzyılda modernite; militarizm, iki dünya savaşı, nükleer yok olma tehdidi gibi felaketleri de beraberinde getirmiştir. Bunun sonucunda Aydınlanma projesinin amaçladığının tersine, insanlığın özgürleşmesi hedefini insanlığın kurtuluşu adına evrensel bir baskı sistemine dönüştürmesi nedeniyle yeniden tartışmaların merkezi haline gelmiştir. Standartlaşmış bilgi ve üretim koşulları altında, doğrusal ilerlemeye, mutlak ha kikate ve toplumsal düzenlerin rasyonel biçimde planlanmasına olan güçlü inanç sarsılmaya başlamıştır. Avrupa ekonomilerinin modernleşmesi hızla ilerlerken Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin, uluslararası politika ve ticaretin etkisi altında iddia edildiği gibi ilerici bir “modernleşme süreci” yaşamadıkları görülmüştür.

  • Postmodernite, Aydınlanma projesine bir tepki olarak gelişen ve dünyayı kapsayıcı ve evrensel kuramlarla açıklayan söylemlere karşı çıkan bir düşünce biçimidir.

Genel anlamda postmodernite, toplumsal gelişimin modernite kurumlarından uzaklaşarak yeni ve farklı bir toplumsal düzene doğru yönelmesini ifade eder.

  • Postmodernitenin, modernitenin yarattığı (evrensel barış ve refah alanlarındaki) hayal kırıklığı ve özellikle bilimdeki Batı merkezliliğe karşı tepki olduğu yorumları yapılırken küreselleşmenin ideolojisi veya tavrı olduğu ileri sürülmektedir.

Küreselleşme

Sosyal bilimlerde üzerinde çok çalışılan bir kavram olmasına rağmen, küreselleşmenin net bir tanımını yapmak oldukça zordur. Küreselleşme konusunda ekonomik, politik, kültürel olarak ele alındığında farklı farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Bu farklılıklarla birlikte üzerinde ortaklaşılan bazı noktalar bulunmaktadır: “Birincisi, 20. yüzyılın son 10 yılında bütün dünyada sosyal değişim ve dönüşüm dikkate değer biçimde ivme kazanmıştır. İkincisi, bu sosyal değişim dünyada ülkeler ve toplumlar arasında artan ağlar, bağlantılılıklar, ilişki ve etkileşimler meydana getirmiştir. Üçüncüsü, küreselleşmenin ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel ve ideolojik etkileri dünyanın her yerinde mevcuttur. Küreselleşme her bir boyutun birbiriyle ilişkili olduğu çok boyutlu bir olgudur”

Küreselleşme Nedir?

Küreselleşme süreci sosyal bilimler içinde iyimser ve kötümser olarak da ele alınmaktadır. Liberal çoğulcu bakış açısına sahip olanlar daha eşitlikçi ve küresel bir dünyaya doğru ilerlediğimizi iddia ettikleri için iyimser kanatta yer almaktadırlar. Kötümser olanlar ise Marksist bakış açısıyla gelişmiş kapitalist toplumların küresel düzeyde hakimiyetlerini artırdıklarını ve günümüzde kapitalizmin geldiği aşamanın dünya için bir tehdit oluşturduğunu öne sürmektedirler.

  • Küreselleşme, 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, uluslararası sermaye ve metaların dünya ölçeğinde kazandığı dolaşım miktarı, hızı ve niteliği ile ayırt edilen yeni bir evreye girildiği tezince, bu evreye verilen addır.

Held ve diğer arkadaşlarına göre, ‘kuşkucular’, ‘aşırı küreselleşmeciler’ (hiper-küreselciler) ve ‘dönüşümcüler’ ise küreselleşme sürecini ele alışları, küresel ve yerel olan arasındaki etkileşim ve küreselleşmenin sonuçları konusunda birbirlerinden farklılaşmaktadırlar:

  • Aşırı küreselleşmecilere göre küreselleşme dünya ticaretinin hızla gelişmesi nedeniyle pazarların güç kazanmaya başladığı ve bu nun sonucunda da ulus devletlerin gücünü yitirmeye başladığı bir süreçtir. Avrupa Birliği, Dünya Ticaret Örgütü gibi yeni bölgesel ve uluslararası kuruluşlar, ulus-devletin zayıflayan konumuna destek olan kuruluşlardır.
  • Kuşkucular ise küreselleşme karşıtıdırlar ve dünya ekonomisinin küreselleştiği iddialarına eleştirel bakarlar. Onlara göre bölgeselleşme sonucunda dünya ekonomisi eskisinden daha az bütünleşmiş durumdadır çünkü iddia edildiğinin aksine ticaret yoğunluğu Avrupa, Asya-Pasifik ve Kuzey Amerika olmak üzere üç bölgede toplanmıştır.
  • Dönüşümcüler ise küreselleşmenin günümüzde modern toplumları biçimlendiren ekonomik, siyasal ve toplumsal değişimin kaynağı olduğunu iddia ederler. Bununla birlikte küresel düzeyde önemli değişimler yaşanmasına rağmen ulus- devletler varlıklarını korumaya devam etmektedir. Birleşmiş Milletler gibi bütünleştirici küresel yönetişim birimleri güçlenmesine rağmen devletler parçalanarak yeni ulus-devletlere dönüşmektedir .

Roland Robertson küreselleşmeyi toplumsal ve kültürel süreçlerin işleyişine göre ele almıştır. Karmaşık görünen bu küreselleşme sürecinin 15. yüzyılda ortaya çıktığını ileri süren Robertson küreselleşmenin tarihsel gelişim sürecini beş aşamada açıklamıştır:

  1. Oluşum aşaması (1400-1750): Küreselleşme sürecinin ilk aşaması olan bu aşama 1400’lü yıllarda Batı Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Bu aşamanın temel özellikleri yeni ulusal toplulukların ortaya çıkışı, modern anlamda coğrafya ve takvimin doğuşu, bireyciliğin ve hümanizmin önem kazanmasıdır.
  2. Başlangıç Aşaması (1750-1802): İkinci evrensel aşamanın temel özellikleri uluslararası ilişkilerin formalleşmeye başlaması, yurttaş ve insanlık kavramlarının belirginleşmesidir.
  3. Kalkış aşaması (1870-1920): Bu aşamada Avrupa dışındaki bazı toplumlar da uluslarası topluma dahil edilmiştir. Ulus devlet kavramı yerleşmiş, posta, telefon, telgraf vb. ile küresel iletişim hızlanmış, olimpiyat oyunları, Nobel ödülleri gibi uluslararası küresel organizasyonlar başlamıştır.
  4. Hegemonya için mücadele aşaması (19201960): Bu aşamanın en belirgin özelliği küresel düzeyde savaşlar ve çatışmaların ortaya çıkışıdır.
  5. Belirsizlik Aşaması (1960-1990): Bireylerin ulusal, ırksal, etnik ve cinsiyete dayalı karmaşık oluşumlardan etkileniyor olması nedeniyle bu aşamanın en temel özelliği belirsizliktir. Ayrıca küresel kuruluşların sayıları artmış, kitle iletişim sistemleri küresel düzeyde yaygınlaşmış, dünya vatandaşlığı, insan hakları gibi kavramların yanı sıra etnik, ırka ve toplumsal cinsiyete dayalı yapılar gelişmiştir.

Küreselleşme Sürecine Dair Temel Yaklaşımlar

Küreselleşmeyi daha çok kültürel düzeyde ele alan sosyal bilimciler arasında ‘McDonaldlaşma’ kavramı ile George Ritzer ve “küresel köy” kavramı ile McLuhan yer almaktadır. Ritzer’in ‘McDonaldlaşma’ kavramı, fastfood örneğinden yola çıkarak öngörülebilirlik, hesaplanabilirlik, verimlilik ve denetim gibi modern bürokrasinin temel ilkelerinin toplumun diğer alanlarına yayılmasından söz etmektedir. ‘McDonaldlaşma’ yalnızca belirli bir yiyecek türünün yani hamburgerin yayılması anlamına gelmemektedir; hamburgerle birlikte belirli bir yaşam biçimin küresel düzeyde yayılmasıdır. McLuhan ise 1960’larda geliştirdiği “küresel köy” kavramı ile kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması ile insanlar arasındaki etkileşimin artacağını; dünyanın tıpkı bir köy gibi küçük bir topluluk olacağını iddia etmiştir. Küreselleşmeyi toplumsal ve kültürel süreçlerle birlikte ele alan Robertson’a göre, yerel ve küresel olan sürekli etkileşim halindedir ve birbirlerini dönüştürmektedirler. Yerel olanın küreselleşmesi, küresel olanın yerelleşmesi sonucunda melez bir yapı ortaya çıkmaktadır.

Giddens ise küreselleşmeyi kitle iletişim araçları ve ulaşım olanaklarının gelişmesiyle birlikte toplumsal, siyasal, ekonomik ilişkilerin küresel düzeyde son derece hızlı bir şekilde yayılması olarak ele almaktadır.

Giddens’a göre küreselleşme sürecinde ekonomik, kültürel ve politik olmak üzere üç temel unsur bulunmaktadır. Bunlar:

  • Ekonomik- Küresel piyasaların gelişimi ve dünya çapında pazarlar ve fabrikalara sahip Sony ve Ford gibi modern çokuluslu şirketlerin gücünde artış;
  • Kültürel- Kitle iletişim araçları ve uydu yayınlarıyla yaratılan küresel fikirler, imgeler ve kimliklerin gelişimi;
  • Politik- Uluslararası diplomasiye geçiş, uluslar-üstü ve dünya çapındaki yönetim birimleri ve ağların yükselişiyle, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler Örgütü’nden Güney-Doğu Asya Ulusları Birliği’ne (ASEAN) doğru geçiş.

Yukarı Git

Sosyal Medya'da Paylaş

Facebook Twitter Google Pinterest Whatsapp Email