Orta Doğuda Siyaset Dersi 7. Ünite Özet
Türkiye’Nin Orta Doğu Politikaları
- Özet
Giriş
Türkiye, Orta Doğu ve Avrupa arasındaki köprüyü oluşturuyor olmasına rağmen son döneme kadarki dış politikalarında Orta Doğu hem ekonomik, hem siyasi, hem de güvenlik alanlarında ihmal edilmiştir. Bu ihmalin arkasında Türkiye’nin kendi tercihlerine ek olarak batılılaşma sürecinde batı ülkeleriyle olan ilişkilerinin korunmasının gerekliliği de yatmaktadır.
Türkiye’nin Orta Doğulu komşularıyla olan ilişkileri, A.B.D. ile olan ilişkilerinden önemli ölçüde etkilenmiştir. A.B.D. ve diğer batılı ülkeler ile olan “çok boyutlu dış politika” anlayışı, batı ülkeleriyle ilişkilerin korunmasına yönelik çabalar gösterse de yakın dönemde bölgedeki istikrarsızlık ile birlikte yakın komşu ilişkilerini de göz önünde bulundurmak mecburiyetinde kalan Türkiye için “eksen kayması” eleştirileri olmuştur.
Türkiye’nin İran Politikası
Türkiye’nin en büyük komşusu olan İran ile olan ilişkileri genel olarak “çatışmaya dönüşmeyen bir gerginlik” olarak yorumlanabilir. İki ülkenin rekabet ve güç mücadeleleri, ekonomik ilişkilerini de olumsuz etkilemiştir. Cumhuriyet’in ilk döneminde İran ile yaşanmaya başlanan gerginlikler önce 1932 ve 1937 Anlaşmalarıyla çözülmüş olsa da Soğuk Savaş döneminde Batı ülkelerinin müttefiği olarak Bağdat Paktı/CENTO anlaşmasına dahil olan Türkiye, İran’ın Şah dönemi süresince İran ile sıkıntılı bir ilişki yaşamıştır ve bu ilişkiyi ilerletememiştir. Türkiye’nin İran politikası, İkinci Dünya Savaşı sonrasından itibaren A.B.D.’nin talepleri doğrultusunda baskı altında kalmış ve bazen de şekillenmiştir. Özellikle ‘90’lı yıllarda İran ile Türkiye arasındaki ilişkiler, A.B.D.’nin İran’a Türkiye üzerinden baskı uygulamasıyla gerginleşmiş, İran’ın PKK’ya katkıda bulunduğu iddiaları ve benzer suçlamaların İran tarafından da Türkiye’ye yapılmasıyla çatışmanın eşiğine gelmiştir. Özellikle 1979’da gerçekleşen İslam Devrimi sonrasında İran ve Türkiye’nin farklı ideolojik yaklaşımları, iki ülkeyi çatışmanın eşiğine götürmüştür. Bu ideolojik farklılıklar, 2000’li yıllarda Türkiye’nin benimsediği yeni İran politikasında aşılmaya çalışılmış, ekonomik ilişkiler hızlandırılmıştır. Doğalgaz ve petrol anlaşmalarıyla başlayan yeni İran politikası A.B.D. yönetimini rahatsız etmiş olsa da doğal kaynakların ötesinde ihracat ve ithalat alanında önemli işbirliği oluşturmuştur. ‘90’lı yıllarda meydana gelen suçlamalar, güven politikası çerçevesinde istihbarat paylaşımına ve iş birliği koordinasyonu için komisyonların kurulmasıyla yerini ortak çalışmaya bırakmıştır. Türkiye’nin İran ile olan ilişkilerinin sınandığı bir nokta, Batı ülkelerinin İran’ın nükleer programı çerçevesinde oluşturdukları baskı olmuştur. Bu baskılara karşı gelmekle birlikte “bölgenin bir barış havzasına dönüştürülmesi” amacıyla Türkiye’nin İran ve Brezilya arasında imzaladığı Tahran Anlaşması’nı A.B.D. ve İsrail başta olmak üzere diğer ülkeler kabul etmemiştir. Türkiye’nin yaklaşımının Batı ülkeleri ve NATO bünyesinden farklı olması, Türkiye’nin “eksen kayması” eleştirilerine maruz kalmasına sebep olmuştur. 2011 yılından itibaren meydana gelen Arap Devrimleri çerçevesinde Türkiye’nin NATO savunma yaklaşımı kapsamında sınırlarına erken uyarı radar sistemi ve füze sisteminin yerleştirmesi ile birlikte İran ilişkilerindeki güven sarsılmış olsa da ekonomik anlamda gelişmiş olan ilişkiler devam etmektedir.
Türkiye’nin Irak Politikası
Türkiye’nin Irak politikası, çoğunlukla bölge dışından gelen etkilerle şekillenmiş olup, Irak’ın istikrarsızlığı ve kuzeyinde Türkiye’ye yönelik bir tehdit oluşturan PKK varlığı nedeniyle çoğunlukla sorunlu ve çatışmalı bir ilişki olmuştur.
Türkiye’nin Irak ilişkileri, Misak-ı Milli sınırları içerisinde yer alan Musul vilayetinin İngiltere vesayeti altında Irak topraklarına dahil edilmesiyle sorunlu olarak başlamıştır. İngiltere’nin nüfuzunu kullanarak Musul’u Irak sınırlarına dahil etmesi ve Türkiye’nin Batı ülkeleriyle olan ilişkilerini iyi tutmaya çalışmasıyla Türkiye tavizlere zorlanmıştır. Soğuk Savaş döneminde Irak’ın Sovyetler Birliği’ne yanaşması ile birlikte Batı ilişkilerini koruyan Türkiye, Irak’taki 1958 Darbesi’ne kadar Bağdat Paktı çerçevesinde korunan güvenliği daha da desteklemek zorunda kalmıştır. Irak ve Türkiye sınırlarında yaşayan Kürtlerin aralıklı isyanlarında Kuzey Irak bölgesinin üs olarak kullanılması, iki ülkeyi işbirliğine zorladığından, terörist eylemlere karşı ortak “sıcak takip” imkanları, iki ülkenin ilişkisinin çatışmaya dönüşmesine engel olmuştur.
1990’lı yıllarda Irak’ın diğer komşu ülkeleri olan İran ve Kuveyt ile olan çatışmaları, A.B.D.’nin ağırlıklı önderliğinde Irak’ın dış müdahalelere maruz kalmasına ve Türkiye-Irak ilişkilerinin de değişmesine neden olmuştur. Öncelikle ekonomik kayıplar veren Türkiye, daha sonra Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’ın kuzeyinde ve güneyinde A.B.D. tarafından oluşturulan “uçuşa yasak bölge” ve “güvenli bölge” uygulamalarından zamanla olumsuz etkilenmiştir. İlk aşamada A.B.D. politikası çerçevesinde Irak ülkesinin bütünlüğünü korumak amacıyla geliştirilen bu yaklaşımlar, oluşan otorite boşluklarından faydalanarak ülkenin kuzeyinde yer alan Kürt nüfusunun fiili bir Kürt devleti kurabilmelerinde etkili olmuş, PKK gibi terör örgütlerinin de faaliyet yürütebilecekleri alanlar oluşturmuştur. Türkiye’nin ‘90’lardaki dış politikalarındaki hatalar nedeniyle A.B.D.’nin Çekiç Güç faaliyetlerinin ardından Kürtlere olan yaklaşımı, Mesut Barzani ve Celal Talabani önderliğinde Kürt gruplarının PKK’yı desteklemelerine yol açmıştır. Ancak 2000’li yıllara gelindiğinde Bölgesel Kürt Yönetimi muhatap olarak kabul edilmiş ve güç mücadelelerinden dağılmış olan Irak’ta bulunan bir aktör ile diyaloglar sonucunda ulusal olarak olmasa da bölgesel olarak Irak ile olan ilişkiler olumlu yönde gelişmeye başlamıştır.
Türkiye’nin Suriye Politikası
Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkileri genel olarak olumsuz olmuştur. Birinci Dünya Savaşı ardından Orta Doğu bölgesinin sınırları çizilirken Suriye’nin Fransa vesayetinde kalması, Türkiye-Suriye sınırının 1939 yılına kadar sorunlu kalması, sonrasında Hatay’ın Türkiye sınırına dahil edilmesi ve Soğuk Savaş döneminde Türkiye ile Suriye’nin karşıt taraflarda yer almaları, iki ülke arasındaki olumsuz ilişkilerin sürekliliğine neden olmuştur. Bu bağlamda GAP kapsamında kurulan barajların Suriye için su sorunu oluşturmasıyla birlikte Suriye, Türkiye’ye karşı terör saldırılarında bulunan ASALA ve PKK’yı desteklemiştir. Bu karşılıklı çatışma politikaları 1998’de savaşın eşiğine gelmiş, A.B.D. ve İsrail desteğiyle Türkiye ciddi bir askeri müdahale tehdidinde bulunmuştur ve ancak İran ve Mısır’ın ara buluculuğuyla imzalanan Adana Mutabakatı’yla daha sağlıklı bir hale gelmiştir. Bu belgede kararlaştırılan hükümler doğrultusunda PKK lideri Abdullah Öcalan Şam yönetimi tarafından ülkeden çıkarılmış ve PKK’ya desteği sona erdirilmiştir. 2000 yılından itibaren Beşar Esad’ın yönetimindeki Suriye ile iş birliği artmaya başlamış, 2002’de Türkiye’de yönetime gelen AK Parti’nin Suriye politikalarıyla bir dönüşüm yaşanmıştır. 2009 yılında “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşması” imzalanmış ve bu anlaşma kapsamında ortak kabine toplantıları yapılmaya başlanmıştır. Bu gelişmelere rağmen Arap Devrimleri çerçevesinde Suriye’yi dengesizleştiren isyanlar sonucunda Şam yönetimiyle ilişkiler bozulmuştur. Esad yönetiminin demokrasi karşıtı ve zorbacı tutumu nedeniyle Türkiye, Suriye politikasında Şam ile olan ilişkilerini sonlandırmıştır. 2012’de 180 binden fazla mülteciye sınırlarını açan Türkiye, Suriye yönetiminin şiddet politikalarına karşı Arap Birliği gibi bölgesel ve BM gibi küresel örgütler ile sorunun çözümüne yönelik politikalar izlemiştir.
Türkiye’nin İsrail-Filistin Politikası
Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri ve Filistin sorununa olan yaklaşımında politikasının temel özellikleri aşağıdaki şekilde sıralanabilir:
- Türkiye’nin İsrail ile ilişkisi inişli çıkışlı olmuştur. Bazı dönemlerde İsrail yanlısı denilebilecekken bazen de Arap ülkelerinden ve Filistin’den yana olmuştur.
- Türkiye, 1949 yılında İsrail’i resmen tanıyarak diplomatik ilişkilerini en kötü ve sorunlu dönemlerde bile devam ettirmiştir.
- Türkiye’nin bu konudaki yaklaşımı A.B.D.’nin etkisinde kalmıştır.
- Türkiye, çoğu Arap ülkesi ve İran tarafından “güvenilebilecek” ve iş birliği yapılabilecek bir partner olarak görülmüş olsa da, A.B.D. ile paralel olduğu dönemlerde bölgedeki Müslüman ülkeler “şüpheci” yaklaşmıştır. A.B.D.’den bağımsız olarak İsrail’in saldırgan politikalarına ve Gazze ablukasına karşı olan tutumu ile bölgedeki Müslüman halklar ve yönetimlerin çoğu, Türkiye’nin Orta Doğu politikasının bağımsız ve “güvenilir” olduğunu düşünmeye başlamıştır.
Tarihsel olarak incelendiğinde 1947 yılındaki BM Genel Kurulu’nun Filistin topraklarını iki devlete bölmeyi öngören tasarısına ret oyu vermesine rağmen, 1949’da İsrail devletini tanıyan ilk Müslüman ülke olması ve en olumsuz durumda bile İsrail ile diplomatik ilişkilerini sürdürmesiyle Türkiye’nin İsrail-Filistin politikası, Arap ülkelerini kızdırmıştır. 1990’lı yıllarda A.B.D.’nin de politik etkisinde kalan Türkiye, İsrail ile birçok askeri işbirliği anlaşması imzalamış olsa da 2000’li yıllarda bu ilişkiler, İsrail’in bölgedeki Arap nüfusuna yönelik saldırıları nedeniyle tekrar gerilmiştir. Bu ilişkilerin dönüm noktası ise Aralık 2008 ve Ocak 2009 arasında İsrail’in gerçekleştirdiği saldırılarda 1400’den fazla kişinin hayatını kaybetmesi olmuştur. 2010 yılında İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon’un, Türkiye’nin İsrail Büyükelçisi Oğuz Çelikkol’u makamına çağırıp hakaret etmesi üzerine İsrail resmi olarak özür dilemek zorunda kalmıştır. Bu olayın üzerine İsrail’in Gazze ablukası nedeniyle oluşturulan ve Avrupa Parlamentosu’ndan 15 milletvekilinin de bulunduğu Gazze’ye Yardım Filosuna 31 Mayıs 2010 tarihinde İsrail askerlerinin uluslararası sularda müdahale etmesi sonucunda Mavi Marmara gemisine 9 Türk’ün şehit olması Türkiye tarafından öfkeyle karşılanmıştır. Tel Aviv yönetimine resmi bir özür, tazminat ve Gazze ablukasının sonlandırılması için çağrı yapan Türkiye, İsrail’in bu talepleri yerine getirmeyeceğini öğrendiğinde beş maddelik bir eylem planı çerçevesinde İsrail ile olan ilişkilerini ikinci katip düzeyine indirmiş, askeri anlaşmaları askıya almış, Doğu Akdeniz’de seyrüsefer serbestisi için önlem almış ve Gazze ablukası konusunu Uluslararası Adalet Divanına taşıyarak, tüm mağdurların hak arama girişimlerine destek vermiştir.