aofsoru.com

Güzel Sanatlar Dersi 1. Ünite Özet

Sanat

Giriş

İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik, diğer canlılarla ortak olan hayatta kalma ve türünü devam ettirme gibi temel ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde arayışlara girmiş olmasıdır. Din, felsefe, bilim ve sanat üretimi gibi uğraşıları sadece insanda görülür. İnsanlık tarihi boyunca farklı dönemlerde, farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerde üretilen maddi kültür, sanat, bilim, gelenek, inanç, felsefe ve benzeri her ne varsa, insanlığın ortak kültürel mirasıdır.

Sanat Nedir?

İnsanlık tarihinin ilk izleriyle birlikte sanatın tarihi de oluşmaya başlamıştır. Sanat, dünya tarihinin farklı evrelerinde dönemin ve toplumun dinamiklerine göre farklı biçimlerde karşımıza çıkar. Güzel Sanatlar sınıflamasının ortaya çıkması 18. yüzyıla tarihlenmekle birlikte; bu sınıflamanın düşünsel temellerinin izini, sanat/zanaat ayrımının gündeme geldiği ve sanat eseri/sanatçı ilişkisinin yeni bir gözle değerlendirilmeye başlandığı Rönesans Dönemi’nden başlayarak sürmek mümkündür. Bu dönemde örgütlenmeye başlayan Akademiler, sanat eserlerinin niteliği açısından standartları belirleyen çok güçlü kurumlar olarak 19. yüzyıla dek etkilerini sürdürdüler.

19. Yüzyılda önceki dönemlerin sanat anlayışlarına tepki olarak belirmeye başlayan İzlenimcilik (Empresyonizm), Romantizm, Realizm gibi akımlar; akademilerin otoritesini sarsmaya başladı. Yüzyıllar boyunca biçimlenmiş olan bu geleneğe ilk karşı çıkış, modern sanatın da başlangıcıdır. 20. Yüzyılda döneme damgasını vuran I. ve II. Dünya Savaşları’nın yarattığı travma, insanlığın ilerlemeye duyduğu inancı kökten sarsar ve etkisini edebiyat, resim, felsefe, siyaset gibi pek çok alanda gösterir. Avrupa’nın ilerlemeci dünya görüşü, bu savaşları engellemeye yetmemiştir. Bu sarsıntılı ve belirsiz dönemde postmodern (modern-sonrası) anlayış hâkim olur. Günümüzde sanattan bahsederken; amacı sanat yapmak olan bir (veya bir grup) sanatçının yarattığı özgün bir üretimi kastetmekteyiz. Bu, duruma göre, bir resim veya heykel olabileceği gibi; bazen de video, bedensel performans ya da koklama, dokunma gibi farklı duyuların deneyimini de içine alan düzenlemeler olabilir. Günümüzdeki anlamıyla sanat, yaratıcı imgelemin hüküm sürdüğü bir alandır. İmge , gerçekliğin zihinsel süreçlerle yeniden kurulmuş biçimidir. Örneğin bir resimdeki kadın tasviri, bir kadının bire bir tasviri değil; ressamın zihinsel süzgeçlerinden geçerek aktarılan bir izlenimidir. Her insan; imgeler arasında yeni ilişkiler kurma, yeni kavram ve düşünceler oluşturma yetisine sahiptir. Buna imgelem diyoruz. Yaratıcı imgelem ise imgeler arasında başkalarının göremediği ilişkileri görmek ya da ilişkileri başkalarından farklı görmektir. Sanat; imgeler arasında beklenmedik, alışık olmadığımız yeni ilişkiler kurmaya çok açık bir alandır. Bu yönüyle sanat, yaratıcı imgelemin alanıdır.

Sanat ve Zanaat Ayrımı

20. yüzyılın başına dek sanat ve zanaat, Türkçede aynı bağlamda ve birbirinin yerine kullanılan iki kavramdır. Marangozluk ve şiir, ayakkabıcılık ve tıp, heykelcilik ve at terbiyeciliği gibi birbirinden farklı pek çok alan, yapılan işteki hünere işaret edilerek ‘sanat’ olarak tanımlanırdı. Günümüz anlayışında ise sanat eseri temelde özgünlük esasına dayanır; benzeri yoktur, biriciktir. Zanaat eserinin ise pek çok benzeri vardır. Zanaatkâr aynı ürünü birçok kez tekrarlar, sanatçı ise her defasında özgün bir eser ortaya koymaya çalışır. En geniş anlamıyla, zanaat, bir işin ustadan çırağa aktarılan değişmez yöntemlerle defalarca kez üretilmiş olmasıyla kazanılan el becerisi ve hünerdir. Sanata yaklaşan zanaat eserleri olduğu gibi; günümüzde sanat eseri olarak incelenen geçmiş dönemlere ait pek çok eser, üretim koşulları ve süreci göz önünde bulundurulduğunda zanaat kapsamında değerlendirilebilir. Benzerleri binlerce kez yapılmış Antik Yunan seramikleri, Antik Yunan heykellerinin kopyası olan Roma heykelleri; Orta Çağ’da anonim kişiler tarafından üretilmiş dini içerikli elyazmaları, duvar resimleri, vitraylar; birbirini tekrar eden ve eseri üretenin kişisel tercihlerinden bağımsız şekillenen eserlerdir. Bugün eski uygarlıkların sanat eserlerini değerlendirirken; amaçları sanat olmasa bile teknikteki mükemmellik, kültüre özgülük, arkasında bir fikir barındırması, biçimsel özellikleri; belli bir ekol, gelenek veya atölyenin kendi içinde farklılaşan nadir örnekleri olmaları türünden nitelikleri göz önünde bulundurup onlar sanat olarak kabul edilir, ancak bu sanatın aslında bir tür zanaat olduğu da bilinir. Rönesans Dönemi’nde, sanat ile zanaat farklı alanlara karşılık gelmeye başlar. Sanat/zanaat ayrımının yapılmaya başlandığı dönemden itibaren; mekanik beceri, taklit ve belli bir fayda uğruna üretilen eserler, sanattan ziyade zanaatın alanı içine dâhil olur. Resim, çizim ve heykelin zanaat alanından ayrı tutulması gerektiğini savunan İtalyan sanatçıların 16. yüzyıl sonunda örgütlenmesi, sanat akademilerinin ilk örneğini teşkil eder.

Sanat Kuramları

Kuram veya teori, sistemli bir biçimde düzenlenmiş birçok olgu ve olayı açıklayan ve bir araştırma alanına temel oluşturan kurallar ve yasalar bütünüdür. Sanat alanında da konuyla ilgilenen düşünürler; sanatın genelgeçer bir tanımını vermek, sınırlarını çizmek ve bir şeye ‘sanat eseri’ dememizi mümkün kılan nitelikleri belirlemek için bir takım kuramlar üretirler.

Sanat ve Estetik kavramları arasındaki ilişki, insanlığın kültür tarihi boyunca farklı biçimlerde karşımıza çıkar. Günlük hayatta ‘hoş, güzel, beğeni toplayan’ anlamında kullandığımız ‘estetik’ kelimesi felsefede özel bir araştırma alanıdır; sanatın tarihinde de belirleyici ölçütlerden biri olmuştur, olmaya devam etmektedir. Estetik yargı; neyin sanat olup olmadığı, sanat eserinin niteliği ve değeri, sanatçının yetkinliği hakkındaki tartışmaların merkezidir. Kriterleri ise dönemden döneme değişmekte, içeriği giderek daha fazla sorgulanmaktadır.

Estetik kavramıyla ilk kez Antik Yunan filozoflarının metinlerinde karşılaşıyoruz. Bu düşünürler, bilgiyi ‘akıl yoluyla edinilen’ ile ‘algı ve duyular doluyla edinilen’ olmak üzere iki temel başlıkta incelemişlerdi. Estetik kelimesinin kökeni, Yunanca ‘algı, duyum’ anlamına gelen ‘aisthesis’ kavramına dayanır. Estetik, algılarımız ve duyularımız yoluyla edindiğimiz bilgi anlamına gelir. Duyusal bilgiden yola çıkarak; estetik konusunu, ‘güzel olanın bilgisi’ anlamında ayrı bir araştırma alanı olarak ele alan ve Aesthetica adlı eserinde bu alanın sınırlarını tanımlayan ilk felsefeci ise 18. yüzyılda yaşamış olan Alexander G. Baumgarten’dir. Sanatın ve sanat eserinin doğasını ve niteliğini açıklamaya çalışan geleneksel kuramları; Sanatçı Merkezli, Eser Merkezli, Alımlayıcı Merkezli ve Toplum Merkezli Yaklaşım olmak üzere dört ana grupta incelenir. Sanatçı merkezli yaklaşım; eseri, sanatçının yaratıcılığı, dehası ve yeteneği ile ilişkilendirir. Bu yöndeki düşünceleri, sanatçının duygu ve tercihlerini merkeze alan Romantizm akımıyla birlikte değerlendirerek kuramlaştıran, Fransız düşünür Eugéne Véron’dur. Sanatçı merkezli yaklaşıma örnek olarak Tolstoy ve Freud’un kuramları verilebilir. Eseri; biçim, düzen ve kurgu ögeleriyle değerlendiren eser merkezli yaklaşımın merkezinde sanatçı değil, eser yer alır. Fransız düşünürler Saussure, Lévi-Strauss ve Barthes ile İsviçreli sanat tarihçisi Wölfflin; sanatta anlam üretiminin kaynağını biçim olarak görmüştür. Alımlama Estetiği Kuramı olarak bilinen alımlayıcı merkezli yaklaşıma göre, sanat eserini izleyen/dinleyen/okuyan kişinin yani eseri alımlayanın duygu ve düşünceleri merkezdedir. Alımlama Estetiği, eserin sadece bir biçimler yığını ve kurgudan oluşmadığını, alımlayıcının düşünsel ve ruhsal dünyasıyla buluşup kendisini izleyen kişi tarafından bir anlamda yeniden yaratıldığını öne sürer. Toplum Merkezli Yaklaşım biçimleri iki kuram çerçevesinde geliştirilmiştir. Bunlar Yansıtmacılık Kuramı ve Marksist Kuram’dır. Yansıtmacı (öykünmeci/taklitçi/mimetik) Kuram; sanatı bir yansıtma, benzetme ya da taklit olarak görür. Platon’la başlamış ve 18. yüzyıla kadar önemini korumuştur. Bu kurama göre sanat, nesneleri ve doğayı taklit ve temsil etmek suretiyle yaşamı yansıtır. Marksist Kuram’ı ilk defa bir estetik kuram haline getirmeye çalışan Plehanov; Marksist felsefenin temel fikri olan, olayları maddi ve ekonomik nedenlerle açıklamak ilkesini, sanat kuramına uyarlamıştır. Bu anlayışa göre, günlük yaşamın ve insanlık hallerinin imgeler yoluyla esere yansıtılması esastır. Marksist Estetik’in ikinci aşaması olarak geliştirilen Toplumcu Gerçekçilik anlayışında ise sanatın ne olduğundan ziyade, ne olması gerektiği üzerinde durulur. 20. yüzyılın sonlarına doğru geliştirilen sanat tanımları sanatın özüne ait özelliklerini aramak yerine birbiriyle ilişkisi bağlamında anlaşılan bağıntısal özelliklerini araştırmış ve bu doğrultuda sanatı karmaşık bağıntısal özellikler bütünü olarak tanımlamıştır. Sana tın özünün bağıntısal olduğunu savunan felsefecilerin başında Arthur Danto, George Dickie ve Jerrold Levinson gelir. Bu düşünürlere göre bir şeyin sanat sayılabilmesi sanat dünyasına bağlıdır. Sanat eseri, bir sanat dünyasına sunulacak şekilde yaratılmış türden bir insan yapımıdır. Bir şeyi sanat eseri yapan unsur, bu eserin daha önceki sanat eserleriyle olan ilişkisidir.

Güzel Sanatlar Sınıflamasının Tarihçesi

Sanat/zanaat farkının gözetilmeye başlandığı dönemle birlikte sanatın belli gruplar altında sınıflanması gündeme gelmiştir. Sanatın kapsamına giren alanlar; hitap ettikleri duyu organı ve kullanılan teknikler gibi ölçütlere göre; Güzel Sanatlar, Plastik Sanatlar, Görsel Sanatlar, İşitsel Sanatlar, Görsel-İşitsel Sanatlar olarak adlandırılırlar. Kavramlarla ilgili araştırmaların en erken örnekleri genellikle Antik Yunan’dan başlatılır. Bunun nedeni nesnelerdeki ve olgulardaki özü açıklamaya yönelik kavramsal çalışmaların Antik Yunan filozofları tarafından başlatılmış olmasıdır. Antik Çağ filozofları Platon ve Aristoteles; bir- takım sanat/zanaat kategorilerinden metinlerinde bahsetmiş olmakla beraber, bunlar bizim bugün kullandığımız anlamda ‘sanat’ olgusuna işaret etmezler. Antik dünyada bizdeki modern Güzel Sanatlar kategorisinin karşılığı olmadığı gibi bunun edebiyat, müzik gibi bileşenlerinin de karşılığı yoktu. Antik dünyada modern anlamdaki sanat düşüncesini andıran tek sınıflama, geç Helenistik ve Roma dönemlerinde sanatın ‘Liberal (Özgür) ve Bayağı (Hizmet Eden) Sanatlar’ olarak ikiye bölünmesiydi. Günümüzün sanat anlayışına göre bir sanatçı- da bulunması beklenen hayal gücü, özgünlük ve özgür irade gibi özelliklerin, Eski Yunanlıların zanaatçı/sanatçı algısında var olmadığını görüyoruz. Bugün bir antik Yunan heykelini algılama biçimimiz, aynı heykelin kendi döneminde algılanma biçiminden farklıdır. Hitabetin, güzel konuşma sanatının bir unsuru olarak retorik ve şiir söyleme sanatları ise Antik Yunan ve Roma toplumlarında oldukça itibar gören alanlardı. Bugün dünyanın ileri gelen müzelerinde sergilenen sanat eserlerinin çoğu, saklama kavanozları, çeşitli yiyecek-içecek kapları, adak heykelcikleri, dekorasyon ögeleri gibi gün- delik ya da törensel işlevleri olan objelerdi. Antik Yunan kültürüne hayranlıkla yaklaşan ve bu kültürü özümsemeye, taklit etmeye gayret eden Romalılar; ele geçirdikleri Yunan eserlerinin koleksiyonunu ve kopyalarını yapmıştır. Sanatı ‘Liberal/Özgür Sanatlar’ ve ‘Bayağı/Hizmet Eden Sanatlar’ olarak sınıflandırma eğiliminin Orta Çağ’ın başlarında devam ettiğini görüyoruz. Liberal Sanatlar; üçlüler (mantık, gramer ve retorik) ve dörtlüler (aritmetik, geometri, astronomi ve müzik kuramı) olarak ayrıca ikiye ayrılıyordu. Rönesans Dönemi Sanatı (14. yüzyılın ikinci yarısı-16. yüzyılın sonu), Avrupa resim geleneğinde son derece önemli bir yer tutar. İnsanların beğenileri ve sanat hakkındaki düşünceleri üzerin- deki etkisi günümüze dek ulaşan bu dönem, halen bir referans noktası olmaya devam etmektedir. Resim, heykel ve mimari örneklerinin ve bu eserleri üretenlerin Orta Çağ’daki emsallerine göre daha itibarlı olduğu ve itibarlarının giderek arttığı Rönesans döneminde ‘Güzel Sanatlar’ kategorisi henüz oluşmamış olmakla beraber; bu dönem, eski zanaat/sanat sisteminden Güzel Sanatlar sistemine geçişin başlangıcıdır.


Yukarı Git

Sosyal Medya'da Paylaş

Facebook Twitter Google Pinterest Whatsapp Email