İletişim Kuramları Dersi 7. Ünite Özet
Eleştirel Yaklaşımlar
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Giriş
Eleştirel yaklaşımlar, kitle iletişimini anlama ve incelemede anaakım yaklaşımlardan farklı seçenekler sunan çok sayıda çalışmayı içerir. Kitle iletişimiyle ilgili araştırmalarda; pozitivist, deneysel, davranışçı, yapısalişlevselci yönelimlerle belirlenen anaakım iletişim çalışmalarının toplumsal olguları soyutlayan, var olan sistemin dengesini sürdürme yollarını araştıran mantığına ve hipotezlerine karşı gelişen araştırmaların bütününe “eleştirel yaklaşımlar” adı verilmektedir.
İletişim alanındaki eleştirel yaklaşımların ortak noktası, tüm toplumsal ilişkilerin ve iletişim ilişkilerinin aynı zamanda iktidar ilişkileri olduğu; bu iktidar ilişkilerinin de karmaşık bir toplumsal sistemde tahakküm (baskı, zorbalık, hükmetme) biçimini aldığı varsayımıdır. Eleştirel yaklaşımlar “toplumsal bütünleşme”yi “toplumsal denetim” olarak yeniden tanımlarlar. Ancak toplumsal denetimin aldığı biçimler ve tahakküm ilişkileri konusunda birbirinden farklı açıklamaları benimserler.
Siyasal Ekonomi Yaklaşımı
“Ekonomi politik” olarak da anılan “siyasal ekonomi”, “ekonomi” disiplininin 19. yüzyılın sonunda ortaya çıkmasından önce ekonomiyi inceleyen disiplindir. Siyasal ekonomi en geniş anlamıyla insan toplumlarında temel maddi gereksinimlerin üretim ve değiş tokuşunu yöneten yasaları inceleyen bir bilim dalıdır. “Siyasal ekonomi” kavramının ilk kez 1611’de Louis de MayerneTurquet’nin çalışmasında “egemen devletin yurttaşları karşısındaki görevleriyle ilişkili” olarak kullanıldığı bilinmektedir. 18. yüzyılın ikinci yarısından sonra ise “devlet-sivil toplum” ayrımı ortaya çıkmış ve ekonomi “sivil topluma özgü bir iş” olarak görülmeye başlanmıştır.
Siyasal ekonomi bir bilim dalı olarak Adam Smith ile birlikte yerleşmiştir. Kavram, 1700’lü yılların ikinci yarısından itibaren hem bir “ekonomi kuramı”nı hem de “ekonomi politikası”nı ifade etmeye başlamıştır. Adam Smith ve David Ricardo ile birlikte temellendirici bir ilke olan değer sorunsalı yanında üretim ve bölüşüm siyasal ekonominin içeriğine egemen olmuştur.
Karl Marx ve Friedrich Engels’in “siyasal ekonomi” kavramlaştırması ise hem Smith ve Ricardo gibi klasik iktisatçılardan hem de sonraki kavramlaştırmalardan farklıdır. Klasik siyasal ekonomi yaklaşımı, emeği ekonomik değerin kaynağı olarak düşünen bir kurama dayanır. Marksist düşüncedeki siyasal ekonomistler ise kapitalist sistemde üretilen ekonomik değerin temelinin; bir başka deyişle “kâr”ın kaynağının emeğin sömürüsüne dayandığını belirtirler.
İletişim alanındaki siyasal ekonomik yaklaşımlar, genel olarak;
- Ulusal
- Uluslararası olmak üzere iki alt bölümde sınıflandırılabilir.
Ulusal siyasal ekonomi konularına eğilen yaklaşımlar, kapitalist iletişim sistemini ve etkinliklerini incelerler. Bu yaklaşımlar iletişim konusunda sosyo-ekonomik yapıya öncelik verirler.
Uluslararası ekonomik düzeni temel alan siyasal ekonomi yaklaşımları ise emperyalizm ya da yeni sömürgeciliğin genel iletişim yapısını incelerler.
1960’lardan sonra dünyadaki siyasal atmosferde solun önem kazanmasıyla birlikte iletişim araştırmalarında da siyasal ekonomi yaklaşımı ağırlık kazanmıştır. 1970’li yıllar ise haber üretimini yöneten endüstriyel mekanizmalar, kitle kültürü, uluslararası akış ve iletişim dengesizlikleri açısından tarihsel bir dönüm noktasıdır. Bu çerçevede anaakım iletişim kuramları, eski sömürge devletleriyle sömürgeci devletler arasındaki uluslararası ilişkileri, kalkınmayı, modernleşme kuramlarıyla değerlendirirken, Marksist yönelimli yaklaşımlar bu süreci kültürel bağımlılık, yeni sömürgecilik, kültürel emperyalizm gibi kavramlarla anlamlandırmışlardır.
Eleştirel siyasal ekonomi, incelediği konulara ilişkin gerçekçi bir kavrayışa dayanır. Bir başka deyişle çalışırken kullandığı kuramsal yapılar, yalnızca olayların dış görünümlerini incelemez, olayların iç yüzünü, temelindeki nedenleri çözümler. Eleştirel çözümleme, gerçek dünyadaki gerçek aktörlerin yaşantılarını ve fırsatlarını biçimlendiren gerçek sınırlamaları açığa çıkarmak üzere asıl olarak eylem ve yapı sorunlarıyla ilgilenir. İnsanların maddi çevreleriyle etkileşimine odaklandığı ve maddi kaynaklar üzerindeki eşit olmayan denetimiyle ve eşitsizliğin simgesel çevrenin doğası üzerindeki sonuçlarıyla ilgilendiği için maddeci bir anlayışı yansıtır.
Kültürel bağımlılık yaklaşımı, özellikle Latin Amerika ülkelerine ilişkin araştırmalarla geliştirilmiştir. Ülkeler arasındaki ekonomik bağımlılığın beraberinde kültürel bağımlılık getirdiği üzerinde durulur. İdeolojik egemenlik kavramını temel alan kültürel bağımlılık yaklaşımı, bağımlılık ilişkilerinin pekiştirildiği her yerde ideolojik egemenlik sürecinin var olduğunu belirtir. Bu sürecin bir aracı olarak kitle iletişim araçlarının görevi, kapitalizme özgü değerleri yaymak ve temel nitelikleriyle ulusal bağlamın dışında olan davranışlara özendirmektir. Bu değerler kapitalizmin hegemonyacı merkezlerinde yaratılmakta, bu nedenle de dış çıkarlar tarafından yönetilmekte ve ulusal çıkarlara karşıt olmaktadır.
Kültürel bağımlılık yaklaşımlarıyla yapılan araştırmaların çoğunun genelleme düzeyinde kalması, ideolojik sürecin özgün dinamiklerini ve bu dinamiklerin gelişmekte olan ülkelerin bireyleri üzerindeki etkilerini açıkça ortaya koyamamaktadır. Önemli bir nokta da bağımlılık yaklaşımı içinde baskın olanın toplumsal sınıflar değil, ulus kavramı olduğudur. Benzer biçimde, kültürel bağımlılık yaklaşımı da ideoloji çözümlemesinde sınıf çelişkileriyle ilgilenmez. Böylelikle Marksist ideoloji ve emperyalizm kavramlarını gözden kaçırır. Pek çok yazar, kültür sorunuyla ilgili çözümlemelerini öne sürerken kalkınmacı bakış açısından daha ileri gidememişlerdir.
Kültürel Emperyalizm
Marksist görüşte emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Kapitalizmin temel özelliklerinin gelişimi sonucunda ortaya çıkar. Emperyalizm, eşitsiz bir ilişkinin ürünüdür ve bu eşitsizlik, zayıf tarafın yararına çalışmamaktadır. Emperyalist ilişkide merkez ülkenin egemen güçleri, çevre ülkenin egemen güçlerine nüfuz eder. Böylece her ikisinin egemen güçlerinin yararına işleyen bir süreç yaratılır.
Emperyalizm olgusunun kültürel boyutunu tanımlamak için “kültürel emperyalizm” kavramı kullanılmaktadır. Emperyalizm, burada ülkeler arasındaki eşitsiz ilişkilerin daha güçlü ülke lehinde oluşturulması ve sürdürülmesini anlatır. Kültürel emperyalizm de ekonomik sömürü ya da askeri kuvvetin ötesine geçen bir sürecin boyutlarını ayırt eder.
Kültürel emperyalizm kavramını, gelişmekte olan ülkeleri egemenliği altına alan gelişmiş ülkelerin medyayı da içeren çokuluslu şirketlerini açıklamak ve betimlemek için kullanmayı öneren Herbert Schiller (1919-2000), kapitalist sistemin yayılması, korunması ve daha iyiye gitmesi için çalışan bir aracı olarak medya teknolojisi ve iletişime odaklanır. Schiller’in kültürel emperyalizm tezine göre, iletişimde kültürel emperyalizm, genel emperyalist sistemin bir alt setidir.
Diğer önemli bir siyasal-ekonomik medya eleştirmeni Armand Mattelart’ın da uluslararası ticari sistemle ilgili olarak benzer görüşleri vardır. Amerikan yaşam biçiminin üstünlüğü, tahakküm altındaki insanların geriliği, tüketicilik, paranın üstünlüğü, basmakalıp çocuklaşmış üçüncü dünya, kapitalizmin doğallığı ve anti-devrimci propaganda vurgulanır. Amerika’nın ticari ve teknolojik üstünlüğü ile bütün dünyaya dağıttığı emperyalist ideoloji içerikli medya ürünleri eleştirilir.
Kültürel emperyalizm görüşüne yöneltilen eleştirilerden biri; iletişim sürecinde izleyicilerin pasif olmadıkları, kendilerine değişik yollardan ulaşan iletilerden kendi anlamlarını yaratabildikleri, hegemonyacı anlamlara karşı direniş noktaları oluşturabildikleri yönündedir. “Aktif izleyici” varsayımına dayanan bu tür araştırmalar, aynı sonuca varmasalar da etki araştırmaları geleneğine dayanır.
Oliver Boyd-Barrett’e göre medya emperyalizmi, herhangi bir ülkedeki medya sahipliği, yapısı, dağıtım veya içeriğinin tek başına veya birlikte, diğer ülke veya ülkelerin medya çıkarlarının önemli miktarda dış baskısına maruz kalması sürecidir. Buna göre, medya emperyalizminin dört biçimi vardır:
- İletişim medyasının şekli: Alıcının kullandığı teknoloji,
- Endüstriyel yapı setleri,
- Medya firmalarındaki ideal pratikle ilgili neyin nasıl yapılacağını içeren değerler,
- Belli kitle iletişim araçları içeriklerinin (ürünlerin) ithali.
Kanadalı ekonomist Dallas Smythe’e göre kitle iletişim araçları tekelci kapitalist sistemin bir buluşudur. Bu araçlar, izleyicileri kitle halinde üretirler ve reklamcılara satarlar. Smythe dikkatleri, medyanın ideolojik aygıt olmasından, kapitalizmdeki ekonomik görevine çeker. “Görünmez üçgen” adını verdiği yayıncılar, reklamcılar ve izleyiciler arasındaki ilişkileri araştırır.
Herbert Schiller’e göre Amerika’da medya yöneticileri imajların ve haberlerin yaratılması, işlenmesi, inceltilmesi ve bunlara uyulmasını; dolayısıyla inançlarımızı ve tutumlarımızı, sonuç olarak da davranışlarımızı belirlemeyi kendilerine iş edinmişlerdir. Schiller’e göre, manipüle edenler varlığın egemen koşullarını açıklayan, meşruiyet kazandıran, hatta zaman zaman öven mitleri kullanarak, çoğunluğun çıkarları doğrultusunda oluşturulmamış bir düzenin devamını sağlamak için çoğunluğun desteğini kazanırlar.
McPhail elektronik sömürgeciliği mühendisler, teknisyenler ve ilgili enformasyon protokolleri ile birlikte iletişim donanımının, dışarıda üretilen yazılımın ithali yoluyla kurumlaşan bağımlılık ilişkisi olarak tanımlar. Bu ilişki, farklılaşan derecelerde yerli kültürleri ve toplumsallaşma süreçlerini değiştirebilecek bir dizi yabancı norm, değer ve beklentiyi dolaylı yoldan kurumlaştırır. McPhail’a göre elektronik sömürgeciliğin işleyişi şöyle gerçekleşir: İletişim teknolojileri ithal edilmekte, ithal edilen bu teknolojiyi kurmak için yabancı mühendisler ve teknik elemanlar görev almakta ve bunun için resmi protokoller yapılmaktadır.
Dünya çapında özellikle son bir kaç on yılda giderek yaygınlaşan liberal ekonomi politikaları, belirli alanlarda ticari işletmelerin yoğunlaşmalarına ve tekelleşmelerine neden olmuştur. Çok seslilik, liberal-çoğulcu kuramda önemli bir yer tutar. Farklı düşüncelere sahip kişilerin bu düşüncelerini toplumsal yaşamda açıkça dile getirebilmeleri anlamına gelen çok seslilik çağdaş demokrasilerin temelidir. Çok seslilik, düşünceyi açıklama ve ifade özgürlüğü ile yakından bağlantılıdır ve demokratik toplumlarda serbest pazarda iş gören kitle iletişim araçları çok sesliliğin sağlanmasının güvencesi olarak görülür.
Nicholas Garnham kültürel etken ile ekonomik yapı arasında ilişki kurulması gerektiğini vurgulayarak bu ilişkinin "kültürel maddecilik” ile kurulabileceğini belirtir. Garnham'a göre toplumsal ve tarihsel olmayan kuramların tuzağından kaçınmak için kitle iletişim araçları incelemeleri toplum bilimleriyle ve tarihsel maddecilik geleneğiyle bağlarını yeniden kurmalıdır. Bu gelenekte;
- Bunalım sorusu,
- Devrim sorusu,
- Belirleyicilik sorusu kapitalist üretimle gelen üç ana sorudur.
Mosco, sayısal teknolojinin gelişmesi, telefon hizmetlerinin deregülasyonu ve özelleştirilmesi ile birlikte Amerika ve Avrupa’daki telefon şirketlerinin konuşulan saniye başına ödeme tarifeleri uygulamaya başladıklarını belirtir. Mosco, ödemeli toplumlarda şirketlerin yeni teknolojiyi, denetimlerini uluslararası ölçekte genişletebilmek için kullandıklarını belirtir.
Frankfurt Okulu ve Kültür Endüstrisi
“Frankfurt Okulu” kavramı, 1923’te Almanya’nın Frankfurt kentinde kurulan “Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü” düşünürlerinin ortak görüşlerini ifade etmek için kullanılır. Frankfurt Okulu düşünürlerinin genel yaklaşımı “eleştirel kuram” olarak adlandırılmakta, okula “eleştirel okul” da denmektedir. Frankfurt Okulu’nun en önemli üyeleri Max Horkheimer, Theodor W. Adorno, Herbert Marcuse, Leo Lowenthal ve Franz Neumann’dır. Bu düşünürler, kültür ve modernizmle ilgili sorunlar üzerine yoğunlaşmışlar, Marksist toplum teorisini varoluşçuluk ve psikanalizle tamamlamaya çalışmışlardır.
Frankfurt Okulu düşünürlerinin aydınlanma düşüncesi ve pozitivist bilim anlayışıyla hesaplaşmakla başlayan toplum eleştirileri, zamanla eleştirel toplum kuramına dönüşmüştür. Geleneksel kuram, toplumu yalnızca anlamayı ve açıklamayı amaçlarken; eleştirel kuram, toplumu ve insanı tutsak eden tüm kurumları eleştirerek değiştirmeyi amaçlamıştır. Frankfurt Okulu’na göre kitle iletişim araçları, kültürel yaşamı piyasada elde edilebilir asgari ortak noktaya indirgeyerek tek biçim ve sıradan bir kitle kültürü yaratmıştır. Dinamik, yenilikçi veya yaratıcı olan her şey kitlesel pazara uygun görülmeyerek yerini düpedüz üstünkörülüğün bitmek bilmeyen yinelenişine bırakmıştır.
Genel olarak Frankfurt Okulu düşünürleri kitle iletişim araçları konusunda kötümserdirler. Okulun çalışmaları kitle iletişim araçlarına ve kültür endüstrisine hem burjuva bireyciliğini hem de işçi sınıfının devrimci potansiyelini yıkan ideolojik baskınlık rolü verir. Frankfurt Okulu düşünürleri daha çok ideoloji konusu üzerinde odaklanırlar. Bu nedenle indirgemecilikle, seçkincilikle ve “Hegelci idealizmle” eleştirilirler. Frankfurt Okulu’nun öğretisi, siyasal bir güç olarak işçi sınıfının ortadan kayboluşu ya da çöküşü kavramı nedeniyle “proletaryasız Marksizm” olarak betimlenir.
Adorno ve Horkheimer, 1940’lı yılların ortalarında okulun genel yaklaşımını ifade eden “kültür endüstrisi” kavramını geliştirmişlerdir. Adorno ve Horkheimer’a göre rasyonalite insanı mistik düşünceden kurtarmayı amaç edinirken, kendi kendisinin tutsağı olup çıkmıştır. Onlara göre parçalarına ayrılmış bir toplumsal yapı, kaçınılmaz olarak totaliterliğe yol açmaktadır.
Kültür endüstrisi kavramı, kapitalist sistemin ve endüstri toplumunun kendini altyapıda ve üstyapıda, her düzeyde nasıl yeniden ürettiğini ve meşrulaştırdığını açıklamada kullanılmaktadır. Bu kavramla, kültür ile endüstrinin birleşiminden doğan yeni bir ekonomik, toplumsal ve siyasal gerçekliğin eleştirel değerlendirilmesi yapılır.
Frankfurt Okulu, tutucu “kitle toplumu” kavramından etkilenmiştir. Herbert Marcuse’ye göre kitle iletişim araçları dünya hakkında düşüneceğimiz “kavramları” belirler. Siyasal egemenliğin yeni biçimlerinin iç yüzünü açığa çıkarmak isteyen Marcuse’ye göre, dünya giderek teknoloji ve bilim tarafından biçimlenmektedir. Ancak bu dünyada ussallık (akılcılık) görünümlerinin altında, bireyi özgürleştirmek yerine onu köleleştiren bir toplumsal örgütlenme modelinin us dışılığı görünür. Teknik ussallık ve araçsal us söylem ve düşünceyi, nesne ile görevini, gerçek ile görünüşü, öz ile var oluşu birbirlerine uyduran bir tek boyuta indirgemişlerdir. Bu “tek boyutlu toplum” eleştirel düşünce alanını ortadan kaldırmıştır.
Bilinç endüstrisi kavramı, Frankfurt Okulu’nun önerdiği “kültür endüstrisi” fikrinin bir benzeridir. Kültür endüstrisi çok geniş ve kapsamlı bir kavramlaştırmayı anlatmasına karşın, Enzensberger’in önerdiği “bilinç endüstrisi” kavramı, düşüncenin endüstrileşmesini özendiren, en son ürünü anlam olan büyük ölçekli kuruluşları, örgütleri, pratikleri, en genel biçimiyle çağdaş iletişim araçlarını anlatır. İletişim araçları; eğitim, din, vb. kurumlarla birlikte bireylerin yerleşik bilinç yapılarını ve anlamlarını yeniden üretir. Enzensberger’e göre bilinç endüstrisi özgün hiçbir şey üretmez; onun yerine, onun asıl işi insanın insan üzerindeki egemenliğinin mevcut düzenini sürdürür.
Diğer Eleştirel Yaklaşımlar
Sol yapısalcılık, toplumsal tahakkümün niteliğini açıklayan daha durağan, işlevselci bir yaklaşımı benimser. Siyasal ekonomik çözümlemenin tarihsel vurgusunun tersine yapısalcı çözümleme, toplumsal eylem için gereken ekonomik, siyasal ve ideolojik yapıları araştırır.
Louis Althusser’den ve sonra Antonio Gramsci’den etkilenen “kültürel çalışmalar”, iletişim alanını toplumsal tahakküm ve iktidar için çeşitli sınıfların bir söylem savaşı verdiği yerlerden biri olarak tanımlar. Post-yapısalcılar ise gözle görülür toplumsal uygulama biçimlerinin eleştirisini onları ortaya çıkaran temel yapıların çözümlenmesine tercih ederek farklı bir yol çizerler. Jean Baudrillard ise gerçek, görünüm ve yanılsama üstüne düşünceleriyle tanınır. Ona göre işaretler giderek kendileri dışında gerçek bir dünyaya değil, bizzat kendi gerçekliklerine gönderme yaparak kendilerine ait bir yaşam sürdürmeye başlamıştır.
Amerikan dilbilimci Noam Chomsky’ye göre medyanın temel görevlerinin en önemlisi propagandadır. Demokrasilerde, yönetenlerle medyanın nasıl el ele verip halkı yönettiklerinin anlatıldığı bu modele göre; kitle iletişim araçları, ileti ve simgeleri halka yayarak bir sisteme hizmet eder. Onların işlevleri bireyleri eğlendirme, güldürme, oyalama, avutma, bilgilendirme ve eğitme yoluyla daha geniş bir toplumun kurumsal yapılarıyla birleştirecek değerler, inançlar ve davranış kodları üretmektir.
Propaganda modeli, zenginliğin ve iktidarın eşitsizliğinin kitle medyasının ilgileri ve seçimleri üzerindeki çeşitli düzeylerdeki etkileri üzerinde odaklanır. Pazar ve iktidarın basılmaya uygun haberleri süzgeçten geçirebildiği, muhalefetin önemini azaltabildiği ve hükümet ve baskın özel çıkarların iletilerini kamuya yaymalarına olanak sağlayabildiği yolları izler.
Chomsky’nin propaganda modelinin süzgeçleri şöyle sıralanır:
- Birinci süzgeç, egemen medya şirketlerinin büyüklüğü, sahiplik yapısındaki yoğunlaşma, sahibinin serveti ve kâr yönelimidir.
- İkinci süzgeç, kitle iletişim araçlarının özel gelir kaynağı olarak reklamcılıktır.
- Üçüncü süzgeç, medyanın hükümet, iş dünyası ve finanse edilen “uzmanlar” tarafından sağlanan ve bu birincil kaynaklar ve iktidar temsilcileri tarafından onaylanan enformasyonu esas almasıdır.
- Dördüncü süzgeç, medyayı disiplin altına alma yoluyla “sert eleştiri”dir.
- Beşinci süzgeç, bir ulusal din ve denetim mekanizması olarak “antikomünizm” yani komünizm karşıtlığıdır.
Propaganda modeline göre medya-yönetici ikilisinin temel amacı “rızanın imalatı”dır. Bunu da Chomsky’nin “gerekli yanılsamalar” adını verdiği tekniklerle sağlarlar. Chomsky’ye göre gazeteciler ve propaganda modelinin öngörülerine sıkı sıkıya bağlı olan medyaya haber getirenlerin pek çoğu genelde çalışmalarında cesaret, erdemlilik ve atılganlık göstererek ileri derecede bir profesyonellik sergilerler. Bunda hiçbir çelişki yoktur. Sorun yaratan şey, ifade edilen düşüncelerin dürüstlüğü ya da gerçekleri arayanların erdemliliği değil; daha çok, konuların seçimi ve seçilen sorunlara ışık tutulması, dile getirilmesine izin verilen düşünceler yelpazesi, haberciliğe ve yorumlara kılavuzluk eden tartışılmaz öncüller ile belirli bir dünya görüşünün sunulmasında zorunlu tutulan genel çerçevedir.
İngiliz kültürel çalışmaları ya da Birmingham Okulu, İkinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere’sinde kültür, endüstri, demokrasi ve sınıf arasındaki ilişkileri, medya içerikleri, popüler kültür ürünleri ve edebi metinleri inceleyerek ortaya koyan bir okul olarak tanımlanabilir.
Yaklaşım, kültürel üretimin ve simgesel biçimlerin toplumsal koşullanması; kültürel deneyim ve bu deneyimin sınıf, yaş, cinsiyet ve etnik ilişkilerce biçimlenmesi, ekonomik ve siyasal kurumlar ve süreçlerle kültürel biçimler arasındaki ilişkilere odaklanır. İngiliz Kültürel Okulu, Frankfurt Okulu’na benzer şekilde kitle kültürüne eleştirel bir bakış açısı sunmuştur. Kültürel çalışmaların biçimlenmesinde Richard Hoggart, Raymond Willams ve Edward Palmer Thompson’ın çalışmaları önemli olmuştur. Başlangıçta kültürel incelemeler, medya metinlerinin yapısını çözümlemek ve bunların tahakküm sistemlerini sürdürmedeki rolünü ortaya koymakla ilgilenmiştir. Kültürel incelemeleri 1950’lerde başlatanlar, Marx, Malinowski ve Lukacs’dan etkilenmiştir. Daha sonraları, kültürel incelemelerde iki temel yaklaşım biçimi egemen olmuştur. Bunlar;
- Kültürelcilik
- Yapısalcılıktır.
Eleştirel okulun kültürel çalışmaları da liberal okulun kültürelci çalışmaları gibi aktif özne anlayışını içerir. Ancak bu aktif özne metne meydan okuyan değil, boyun eğişini aktif olarak yaşayan öznedir. Kültürel çalışmaların temelinde toplumsal koşulların ortaya çıkardığı sorunlar ve bu sorunların irdelenmesi yatar.
Günümüzdeki kültürel çalışmalar, kültürel endüstrilerin işleme biçimlerinin analizi, bunların endüstri olarak fiilen nasıl işledikleri ve ekonomik örgütlenmelerinin anlamın üretimi ve dolaşımına nasıl nüfuz ettiği konusunda pek bir şey söylemez. Kültürel çalışmalar insanların tüketim tercihlerinin daha geniş ekonomik oluşum içindeki konumları tarafından yapılandırılma biçimlerini de incelemez.