İslam Mezhepleri Tarihi Dersi 3. Ünite Özet
Yönetim, İman-Küfür Ve Kader Meseleleri Etrafında Oluşan İlk Mezhepler
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Haricîlik
İsimlendirme ve Kavramsal Çerçeve
Topluluk ismi olarak “Hâriciyye” ve “Havâric” şeklinde kullanılır. Fırkanın adı konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. İsyan ettikleri yöneticiler ile fırkanın muhalifleri onu, “insanlardan, dinden, haktan veya Hz. Ali'den uzaklaşan ve yönetime karşı ayaklanarak cemaatten çıkanlar” anlamında kullanmışlardır.
Doğuşu ve Gelişimi
Hâricîlğin doğuşu, hemen hemen bütün tarihçiler tarafından Sıffîn Savaşı'nda hakem olayının ortaya çıkışına bağlanmıştır. Buna göre Havâric, hakem tayinini, yani tahkimi kabul etmesinden dolayı Hz. Ali'den ayrılanların meydana getirdiği bir fırkadır. Ancak Hâricîliğin tahkim olayı üzerine birden bire ortaya çıkmış bir fırka olmadığı da göz ardı edilmemelidir. Nitekim Hâricîlerin, "Osman'ı hepimiz öldürdük" şeklindeki sözlerine ve daha o dönemlerden itibaren ihtilalci unsurların devamı oldukları yolundaki iddialarından hareketle menşelerinin Hz. Osman'ın 35/656 yılında şehid edilmesinden önceki yıllara kadar götürülmesi mümkündür.
İlk Hâricî fırkaların ortak düşünceleri, Osman ve Ali’den ve onları siyasi davalarında haklı görenlerden teberrî edip uzaklaşmalarıdır. Bunu, bütün ibadet ve iyi davranışların üzerinde bir özellik olarak görürler ve ancak bunun kabulü durumunda bir Müslümanın nikâhının geçerli olacağını belirtirler. Ayrıca büyük günah işleyenleri kâfir saymayı ve imam (devlet başkanı) sünnete aykırı uygulamalarda bulunduğunda ona karşı ayaklanmayı (hurûc/isyan) bir farziyet kabul ederler. Kendi kanaatlerine katılmayanları, müslüman olsalar dahi kafir sayıp, mal ve canlarını helal addederler.
Hâricî kesimlerin sosyo-psikolojik özellikleri göz önüne alındığında, onların müsamahasız, dar görüşlü fikir ve tavırlarının arka planı belli ölçüde aydınlanmaktadır.
Haricîler’in, daha çok yeni müslüman olan kesimlerden geldikleri görülmektedir. Vahiy ve sünnet terbiyesi altında yetişmiş sahâbe neslinin aksine bu kesimler, Hz. Peygamber’in son yıllarında çöl ve dağlık bölgelerden Medine’ye gelerek İslam’a giren, az bir müddet şehirde kalıp, o sürede ne öğrendilerse bu bilgiyle kabilelerine geri dönen Müslümanlardı. Ezberlerindeki Kur’an bilgisi yegane kaynaklarıydı. Bununla yetinmek durumundaydılar. Bilgisiz ve kültürsüz kesimlerden geliyorlardı.
Haricî Fırkaları
Hâriciler hadislerin ve lafızların dış görünüşlerine/zâhirlerine bakarak hüküm verdikleri için kendi içlerinde durmadan ihtilaf etmişler ve kendi aralarında çeşitli fırkalara ayrıldıkları gibi bu fırkalar da tâli kollara bölünmüşlerdir.
Varlığını Sürdürebilen Tek Harici Fırka: İbâdiyye
Adını kurucusu olduğu kabul edilen Abdullah b. İbâd'dan almıştır. Fırkanın adı Kuzey Afrika ve Uman'da Ebâzıyye şeklinde söylenirken çağdaş yazarlar İbâdiyye'yi tercih etmişlerdir. Uman İbâdîleri'ne Beyâsi, Bîyâsi veya Beyâzi de denmiştir. İbâdîler, kendilerine bundan başka ilk tahkimcilerle ilgilerinden dolayı Şurât adını verdikleri gibi, ehlü'l-îmân ve'l-istikâme, ehlü'l-adl ve'l-istikâme, cemâatü'l-müslimîn, ehlü'd-da'vet isimlerini de vermektedirler.
Basra İbâdîleri, 65 (685) yılında Nâfi' b. Ezrak'ın Haricî olmayan Müslümanlar hakkında ileri sürdüğü tekfirci ve dışlamacı görüşlere katılmayarak Basra'da Abdullah b. İbâd'ın etrafında toplananların oluşturduğu bir fırkadır. Kaynakların verdiği bilgilere göre Abdullah b. İbâd, Câbir b. Zeyd el-Ezdî'nin ılımlı fikirlerinden ilham alarak, Basra'dan çıkan müfrit Haricî topluluklarına katılmamış, aklıselîmin ve sünnetin sınırları çerçevesinde kalmak isteyenleri kendi etrafında toplamış, isyan hareketine karışmaksızın Basra'da kendi halinde sakin bir hayat yaşamıştır. Ebû Ubeyde isimli reisleri de Basra İbâdîleri’ni dikkatle yönetmiş, etrafında toplanan öğrencileri İbadiyye fırkası öğretileri doğrultusunda yetiştirerek onları birçok bölgeye davetçi olarak göndermiştir.
Mürcie Mezhebi
İsimlendirme ve Kavramsal Çerçeve
Mürcie kelimesi, "tehir etmek, "ümit vermek" anlamlarına gelen "ircâ’" kökünden türetilmiş çoğul bir isimdir. Kur'an-ı Kerim'de ircâ’ kelimesi bu manalarda çeşitli şekillerde geçmektedir (A'râf, 8/111; ayrıca bk. Tevbe, 9/16; Şuara, 26/36). Mürtekib-i kebîre (büyük günah sahibi müslüman) hakkındaki son kararı Allah'a ve âhiret gününe bırakan bu gruba, "tehir edenler, erteleyenler" anlamında "Mürcie" denmiştir.
Doğuşu ve Gelişmesi
Ashâb döneminde yukarıda yapılan tanımlar çerçevesinde davranışlar sergileyen sahabîler mevcuttu. Nitekim ilk Mürcî tavır, Hz. Osman’ın şehadetinden sonra aralarında Abdullah b. Ömer, Sa'd b. Ebi Vakkâs, Muhammed b. Mesleme ve Üsâme b. Zeyd gibi sahâbîlerin bulunduğu birtakım kimseler tarafından ortaya konmuştu. Bunlar başlangıçta kenara çekilip hiçbir şeye karışmayarak Hz. Ali'ye biat etmekten kaçınmışlar, ancak daha sonra biat edip ehl-i kıbleye kılıç çekmenin doğru olmadığını savunmuşlar ve ehl-i kıble ile savaşmayı, onlara kılıç çekmeyi reddetmişlerdir. Onlar için esas olan toplumsal barıştı. Eğer siyasi tartışmalar ve dini ihtilaflar bu barışı bozuyorsa, bu tartışma ve ihtilaflarda kimin haklı kimin haksız olduğunun, kimin mümin kimin fâsık ya da kafir olduğunun kararı Allah’a bırakılmalıydı. Bu erteleme, suskun kalma ya da kenara çekilme tavrıyla barışın yeniden tesisinin mümkün olacağını düşünüyorlardı.
Ebû Hanîfe ve Mürcie: Mürcie’ye mensup olanlardan bazıları da, büyük günah işleyen kişinin durumunun, kıyamet gününde Allah'a bırakıldığını beyan etmişler ve bunlar, Ehl-i Sünnet âlimlerinin birçoğu ile pek çok noktada birleşmişlerdir. Buna göre, “büyük günah işleyenin nihaî durumu hakkındaki hükmü, yani cennetlik mi cehennemlik mi olduğu hakkındaki kararı Allah'a havale etme” şeklindeki ircâ’ görüşü, temelde Ehl-i Sünnet’in anlayışına yakın bir görüştür. Ebû Hanîfe, amelin imanın zorunlu bir parçası olmadığı noktasında ilk Mürciîler’le aynı görüştedir. Mürcie’de olduğu gibi, Ebû Hanîfe’ye göre de iman, değer bakımından amelden üstündür. Amel, imanın yanında ikinci sırada yer alır. Ancak Ebû Hanife "mürciî" vasfını kesinlikle kabul etmemektedir. "Mürcie" ifadesinin, bir Kelâm ve Mezhepler Tarihi kavramı olarak ilk etapta çağrıştırdığı anlam göz önünde bulundurulursa, Ebû Hanîfe’ye Mürciî demenin doğru olmayacağı açıktır. Ebu Hanife'ye ‘Mürciî’ denilmesinin başka bir yönü daha vardır. O da, Ebû Hanife'nin, hicrî birinci asırda ortaya çıkan Kaderiye’ye ve arkasından Mu‘tezile’ye muhalefet etmesidir. Çünkü Mu‘tezilîler, kader meselesi hakkında kendilerine muhalefet eden herkese ‘Mürciî’ derlerdi.
Kaderiyye
Kaderiyye kelimesi sözlükte "kadere mensup olan, kader taraftarı" mânasındaki “kaderî”den gelmekle birlikte ilk dönemlerden itibaren bu anlamın aksine, sorumluluk doğuran fiillerle ilgili ilâhî kaderi reddedenleri ifade etmek üzere kullanılmıştır. Terim olarak ise “kader inancını reddeden düşünce ve inanç akımı, sorumluluk doğuran fiillerin sadece insan iradesiyle gerçekleştiğini ileri süren itikadî mezhep” anlamında kullanılmıştır.
Kaderiyye, kader meselesine yaklaşımı bakımından paralel durumda bulunup daha sonra taraftarlarının kendisine katıldığı Mu‘tezile ile ilişkili olmakla birlikte en azından başlangıçta ondan ayrı bir fırkadır. Abdulkâhir Bağdadî ise, Kaderiyye'yi Mu‘tezile'nin diğer bir adı olarak kaydetmektedir. Fakat bazı müellifler, aradaki farkı belirtmek için Kaderiyye'yi "halis kaderiyye" diye ifade etmiştir. Diğer taraftan Mu‘tezile âlimleri, mezheplerinin Ehl-i Sünnet kelâmcıları tarafından Kaderiyye olarak anılmasına karşı çıkmışlardır.
Mu ‘tezile Mezhebi
İsimlendirme ve Kavramsal Çerçeve
Mu‘tezile adının ilk defa ne zaman ve kimler için kullanıldığı ile ilgili olarak değişik yaklaşımlar mevcuttur. Mesela ilk dönemlerde Hz. Osman’ın ve daha sonra Hz. Ali'nin hilâfete getirilmesi veya Ali ile Muâviye’nin anlaşmazlığa düşmesi, yahut Hz. Hasan'ın hilâfeti Muâviye'ye devretmesi olayları üzerine hiçbir tarafı desteklemeyen, bir kenarda duran gruplara Mu‘tezile veya Mu‘tezele denmiştir. Başka bir açıklamaya göre ise Mu‘tezile ismi, aşırı uçlardan uzak durduklarını ifade etmek için kendi mensuplarınca tercih edilmiştir. Mu‘tezile'nin büyük günah işleyen kimseyi kâfir veya mü’min değil fâsık sayması sebebiyle bu adı aldığı da söylenmiştir. Sünnî kaynaklarında ise Mu‘tezile isminin daha çok Vâsıl b. Atâ'nın mürtekib-i kebîre konusunda farklı bir anlayışa sahip olan hocası Hasan el-Basrî'nin ders halkasından ayrılması ve onun, Vâsıl'ın kendilerinden uzaklaştığını ifade için Gad i’tezele ‘anne’l-Vâsıl demesiyle ortaya çıktığı bildirilmektedir.
Mu‘tezilenin Doğuşu ve Gelişmesi
Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra bazı sahabîlerin üzüntüleri sebebiyle evlerine çekildikleri, fitne ortamından uzak durmak için siyasî işlere karışmadıkları ve bundan dolayı kendilerine lügat manası itibariyle "mu‘tezile" denildiği bilinmektedir. Nitekim Hz. Hasan'ın hilafetten feragat edip, Muaviye'ye hilafeti teslim etmesinden sonra, Hz. Ali'nin yanında yer alan bazı Müslümanların, Muaviye ve diğer insanlardan ayrılıp evlerine ve mescitlere bağlanıp "biz ilim ve ibadet ile meşgulüz" dedikleri de kaydedilmektedir.
Mu‘tezile’nin Basra ve Bağdat Okulları
Abbasîler devrinde Mu‘tezile mezhebi Basra (Basriyyûn) ve Bağdat (Bağdâdiyyûn) kollarına ayrılmış, bu kollar zamanla iki ekol haline dönüşmüştür. Her iki ekol de mezhebin beş esasını kabul etmekle birlikte ayrıntıda farklı görüşler benimsemiştir.
Basra okulunun ilk temsilcisi, aynı zamanda mezhebin kurucusu kabul edilen Vâsıl b. Atâ'dır. Vâsıl mezhebin tevhid, el-menzile beyne'l-menzileteyn ve emir bi'l-ma'rûf nehiy ani’l-münker; halefi Amr b. Ubeyd ise adalet, va'd ve vaîd esaslarını geliştirmiş olmakla beraber Mu‘tezile'nin usûl-i hamseden oluşan inanç sisteminin teşekkülü, Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf’ın (v. 235/850) el-Usûlü'l-hamse adlı kitabıyla tamamlanmıştır.
Bağdat Mu‘tezilîliği, Basra okulunun ortaya çıkışından kısa bir süre sonra Bişr b. Mu'temir (v. 210/825) tarafından kurulmuştur. Hârûn Reşîd'in veziri Fazl b. Yahya el-Bermekî ile temas kurup görüşlerini saray
çevresine benimsetmeye çalışmıştır. Bağdat Mu‘tezilîleri'ne en büyük hizmeti İbn Ebî Duâd (v. 240/854) yapmıştır. "Mu‘tezile'nin rahibi" olarak anılan Ebû Mûsâ el-Murdâr (v. 226/840), zâhidâne hayatı ve tesirli vaazlarıyla mezhebin yayılmasına önemli katkıda bulunmuştur.
İnanç Sistemi
Şer'i hükümlerde icma ve kıyası delil olarak kabul etmeyen Mu‘tezile, usul-ü hamse (beş esas) diye özetlenen görüşlerini geliştirirken, nasların izahında ve anlaşılmasında aklı yanılmaz bir hâkim olarak kabul etmiştir. Mu‘tezile, aklın sahası dışında bulunan âhirete ve metafiziğe ait bazı konuları akıl ile izah etmeye çalışmış ve akla kaldıramayacağı bir ağırlık yüklemiştir. Değerlendirmede tek ölçü akıl olunca, birçok konuda Kur'an ve sünnet, dolayısıyla Ehl-i Sünnet esasları ile uyumlu olmayan bazı inanç biçimleri ortaya çıkmıştır.
İtikadî alanı sistematik bir şekilde tanzim eden ilk mezhep Mu‘tezile'dir. Başlangıçtan itibaren Mu‘tezile kelâmcıları
İslâm dininin temel ilkelerini usûl-ü hamse başlığı altında ele almışlardır:
Tevhid: Allah'ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir ve tek olduğunu kabul etme anlamına gelen tevhid, usûl-u temelini teşkil eder. Yeryüzünde tevhidi savunan yegâne mezhebin kendileri olduğunu iddia ederler.
Adl: Mu‘tezile'ye göre adl, Allah'ın iyi (hasen) fiilleri kötü (kabih) fiillerin meydana gelmesinde etkisinin bulunmamasıdır. Ebû Ali el-Cübbâî adl’in hasen olan her çeşit fiili kapsadığını söylerken Kâdî
Abdülcebbâr bu tanımın eksik olduğunu kaydeder ve adl’i "Allah'ın bütün fiillerinin güzel oluşu, zulüm ve çirkin fiilleri asla yapmaması" şeklinde tanımlar.
Va'd ve Vaîd: Gelecekte bir kimseye bir faydanın ulaştırılacağını veya ondan bir zararın giderileceğini bildiren habere va'd, onun bir zarara uğrayacağını yahut bir faydadan mahrum bırakılacağını içeren habere de vaîd denir.
el-Menzile beyne'l-Menzileteyn: Bu esas, büyük günah işleyen kişinin, küfrü gerektiren bir inkârda bulunmadığı için kâfir olmayacağı, fakat işlediği günah sebebiyle de imanda kalamayacağı, bu ikisi arasında bir yerde bulunacağı şeklinde açıklanmaktadır.
Emir bi'l-Ma'rûf Nehiy ani'l-Münker: Mu‘tezile'ye göre İslâm davetinin yayılması, dalâlette olanların hidayete ermesi, hakkı bâtıla karıştırmak isteyenlerin zararlarının önlenmesi için her Müslümanın iyiliği emretmesi ve kötülükten sakındırması zorunlu bir görevdir. Emre konu olan ma'rûf vacip türünden ise onu emretmek vacip, nafile türünden ise nafiledir.