İslam Kurumları ve Medeniyeti Dersi 4. Ünite Özet
İslam Medeniyetinin Dünya Medeniyet Ve Bilimine Katkısı
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
İslâm Medeniyeti ve Bilim
Kur’an’da bir ayette “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) sorusu yer alırken başka bir ayette “Allah’tan ancak âlim kulları hakkıyla korkar...” (Fâtır, 35/28) buyrulmakta, ayrıca “ilim sahiplerinin derecelerinin yüksek olacağı” (Mücadele, 58/11) ifade edilmektedir. Allah, ilmi ve âlimi överken, cehaleti ve cahili de yermektedir. Bilindiği gibi İslâm, bilgisizliğe ve cahilliğe karşı savaş açmış bir dindir.
“İlmin kadın, erkek herkese farzolduğu”nu bildiren Hz. Peygamber, Müslümanları, “ya öğreten ya öğrenen ya dinleyen ol, dördüncüsü olma, helâk olursun” ifadeleriyle de ilme ve öğrenmeye teşvik etmiştir.
Görüldüğü gibi İslam’ın bilmeye verdiği değer Ayet ve Hadislerle sabittir. İslâm’ın ilme verdiği büyük önem sebebiyle, ilk yıllardan itibaren İslâm kültür ve medeniyeti oluşmaya başlamıştır. Müslümanlar başta Kur’ân ilimleri olmak üzere, çeşitli ilim alanlarında çalışmalar yapmışlar ve eserler meydana getirmişlerdir. İslâm öncesinde büyük bir ilmî birikime sahip olmayan Arap toplumu, öncelikle İslâm’ı anlama ve İslâmî ilimler alanında eserler ortaya koyma yolunda büyük çabalar sarf etmişlerdir. İslâm hukuku, tefsir, hadis gibi dinî ilimlerin yanısıra, matematik, geometri, astronomi ve tıp gibi akla ve deneye dayanan ilimlerde de büyük çalışmalar yapmış olan ilim adamları, yalnız İslâm dünyasında değil bütün dünyada da bilinen ve takdir edilen önemli eserler kaleme almışlardır.
İslâm Medeniyetinde İlk İlmî Faaliyetler
İslâm âleminde ilmî faaliyetler, ilk fetihlerden hemen sonra, Irak, Suriye ve Mısır’ın fethedildiği ilk üç halife (632-656) döneminde başlamıştır. İslâmî ilimler yanında, aklî ilimler de tercüme faaliyetleriyle birlikte Müslümanların ilgi alanları arasında yer almışlardır.
İslam ülkelerinde ilmi faaliyetlerin yapıldığı yerler olarak ilk akla gelen yerler Mescidler olmalıdır. Buralarda sahabeler ders halkaları oluşturmuşlardır. Mescitlerden sonra camiiler kitapçı dükkânları ve âlimlerin evleri ilmi sohbetlerin yapıldığı yerlerdir.
Emeviler döneminde (661-750), Hz. Peygamber zamanından itibaren şifâhî olarak nakledilen bilgiler tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır. Bu çalışmalar neticesinde bugünkü ilk kaynaklarımız olan eserler vücuda getirilmiştir. Mesela, lügatte Halil b. Ahmed; nesirde Câhız; hadiste Buhâri; fıkıhta İmâm-ı Azam gibi.
Emeviler devrinin sonlarına doğru fıkıh, sistematik olarak gelişmiş ve hadisler tenkid ve tasnife tâbi tutulmuş; bütün bunların sonucu olarak dinî ilimler belirgin hale gelmeye başlamıştı. Aklî ilimler ve teknik alanlardaki hamle de yine bu dönemde yapılmıştır. Daha çok eski Yunan ve Mısır filozoflarıyla diğer ilim adamlarının kitapları tercüme edilmiş, medeniyetin aklî ilimlerdeki asıl hamlesi için bir alt yapı hazırlığına girişilmiştir.
Müslümanlar, fethettikleri Batı’nın, Bizans’ın ve İran’ın idâri ve fennî kurumlarına dokunmadılar.
Miladî 750 yılından 1258’de vukû bulan Moğol istilâsına kadar süren Abbasiler dönemi, ilmî gelişmeler açısından da çok büyük bir öneme sahiptir. 750-847 tarihleri arasındaki dönem, Abbasilerin ve İslâm tarihinin altın devri sayılır.
Özellikle Talas savaşı (Temmuz 751) sonrasında, önce Semerkant’ta imal edilmeye başlayan kâğıt, daha sonra bütün İslâm dünyasına yayılmıştır. Türklerin ve diğer Müslümanların dünya medeniyet tarihine kâğıdın yayılmasının sağlanması takdirle karşılanmaktadır.
Emevilerin düşüşünden seksen sene sonra dünya neredeyse Arapça konuşuyordu. İslâm düşüncesi yeni bir istikamet almış bulunuyordu. Felsefî ve ilmî konulara ait eserler geniş ölçüde Arapçaya çevrilmekteydi.
Abbasiler zamanında eski medeniyet ve kültür merkezleri fethedilince Müslümanlar Bâbil, Hint, Âsur, Fenike, Grek, Roma, İran ve Yunan medeniyetlerinin sahip oldukları ilmî ve kültürel mirasa ulaşmışlardır. Bu dönemde büyük bir tercüme faaliyetine girişilmiştir. Beytü’l-Hikme bu faaliyetlerin ana merkezi olmuştur ve Bağdat’ta kurulmuştur.
İlim tarihlerinde IX. yüzyılın ilk yarısına nasıl, Doğu’nun matematikte en önemli devrini açan Muhammed bin Musa el-Harezmî (öl. 850?) kendi ismini verecek kadar büyük bir bilginse, o çağın son yarısına da Ebubekir Râzî (öl. 925) de aynı şekilde adını verecek derecede büyük bir filozof hekimdi ve bu kişiler Bağdat’ta bulunmuşlardı.
O dönemlerde Abbasi Halifesi Harun Reşid’in sarayında ve vezirlerinin saraylarında devrin ileri gelen fikir adamları, şairler, muhaddisler, tarihçiler, toplanır ve karşılıklı münakaşalarda bulunurlardı. Bu geleneğin menşeini ilk dört halife devrine kadar çıkaranlar vardır.
Bu dönemlerde yetişenler arasında Türk dünyasında kabul gören ya da aslen Türk sayılan birçok âlim ve bilgin bulunmaktadır. Bunlar arasında İslâmî ilimler alanında, eserleri Kütüb-i Sitte arasında yer alan, Buharî, Tirmizî ve Nesâî gibi hadisçiler yanında, bir itikâdî mezhep imamı olan İmam Matüridî de bulunmaktadır. Aklî ilimlerde ise; Beytü’l-Hikme’nin müdürlüğünü yapmış olan Câbir ve Ortaçağ matematik ilminin en büyüklerinden biri kabul edilen Harezmî (750-850), Aristo ve Eflatun’un görüşlerini İslâm inancıyla uzlaştırmaya çalışan ve İslâmTürk medeniyet tarihinde muallim-i Sânî (ikinci öğretmen) unvanını alan Farabi (870-950) ile tıp sahasında yazmış olduğu eserleri ve yaptığı çalışmalarıyla tanınan, yüzyıllarca Avrupa üniversitelerinde eserleri okutulan İbn Sina (980-1037) bunların en meşhurlarındandır.
Mâverâünnehir ve Horasan’da İlmî Gelişmeler
İslâmî ilimlerin gelişmesi Abbasilerle birlikte İslâm medeniyetinin genişleyip yayılmasından sonra da giderek artmıştır. İran’ın doğusundaki geniş araziye adını veren Horasan bölgesi, Mâverâünnehr’i de içine alarak geniş bir bölgeye ad olmuştur. Nişabur, Merv, Herat, Belh gibi önemli şehirlerin bu bölgede X-XII. asırlar arasında önemli bir ilmî faaliyete sahne oldukları görülmektedir.
Türkistan ve Mâverâünnehir’de hüküm süren Karahanlılar (840-1212) devri, Türk kültür ve sanat tarihi bakımından özel bir yeri olmakla birlikte ilimlerin öğrenimi ve yetişen âlimler bakımından da önem arz eder. Bu devirde Türkler arasında oldukça geniş fikrî ve ilmî faaliyetler görüldüğü gibi Balasagun ve Kaşgar gibi şehirler de birer ilim ve kültür merkezi haline gelmişti. Karahanlılar döneminde Türkler arasında sadece İslâm kültürü gelişmemiş, Türk kültürü de buna paralel olarak önemli bir seviyeye ulaşmıştır. Türkçe eserler yazılarak, Türk-İslâm edebiyatının ilk ürünleri de bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu edebî eserler Uygur ve Arap harfleri ile yazılmıştır. Bu arada Müslüman Türk hükümdarlar emirname ve defterlerini Türkçe olarak Uygur harfleriyle yazdırmışlardır.
Buhara ve Semerkant, dönemin en önemli iki ilim ve kültür merkezi olmuştur. Kaşgar, Balasagun, Özkend medreseleri İslâmî ilimleri Türklerin arasında yayarak, Türklerden bu sahada büyük âlimlerin yetişmesine ortam hazırlamışlardır.
Karahanlılardan günümüze ulaşan en önemli eserlerden biri Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig (1070’de yazıldı) adlı eseridir. Siyasetname mahiyetindeki bu eserin adından da anlaşıldığı gibi; Devlet Yönetme Bilgisini veren bir kitap olduğu bilinmektedir.
Bu dönemin diğer bir önemli eseri de Kaşgarlı Mahmud tarafından 1073-77 yılları arasında Bağdat’ta yazılan ve Abbasi halifesi Muktedî Billah’a (1074-1094) sunulan Divânu Lügati’t-Türk’tür. Büyük Türk mutasavvıfı Ahmed Yesevî’nin (öl. 1166) Divân-ı Hikmeti de bu dönemin mahsullerindendir.
Uygur harfleri ile yine Türkçe olarak yazılan bir başka Karahanlı dönemi eseri, Edib Ahmed b. Mahmud Yüknekî tarafından kaleme alınan nasîhatnâme türündeki Atebetü’lHakâyıktır.
Gazneliler döneminde (936-1187) devletin resmî dili Farsça idi. Buna karşılık Arapça, eğitim dili olarak kullanılıyor; saray, ordu ve halk arasında ise Türkçe konuşuluyordu.
Gazneli sultanları İslâm kültürü ile yetişmişlerdi. Sultan Mahmud, başkent Gazne’yi âbidevî binalarla süslemiş, burada büyük bir akademi kurmuştu. Akademiye bağladığı gelirlerle burayı büyük imkânlara kavuşturmuş ve sarayını ilim ve sanat adamlarına açmıştı. el-Birûnî (öl. 1061), Utbî (öl.1084) ve Firdevsî (öl.1020?) gibi ilim adamı, şair ve edipler onun sarayında bulunanların en tanınmışlarıdır.
Selçuklularda İlmî Faaliyetler
Selçukluların (1040-1308) ve onlardan doğan devletlerin medeniyet tarihinde en büyük hizmetleri şüphesiz, Tuğrul Bey’den (1040-1063) itibaren İslâm dünyasının her tarafını cami, medrese, kütüphane, tıp mektebi, hastahane, imaret, zaviye ve kervansaraylar ile donatarak, bu müesseselerin devamı için büyük vakıflar kurmuş olmalarıdır. İlk Selçuklu medresesi, Tuğrul Bey döneminde Nişabur’da kurulmuştur. Asıl teşkilâtlı öğretim müesseseleri Alp Arslan’ın izniyle vezir Nizamülmülk tarafından başta Bağdat olmak üzere Büyük Selçuklu devletinin hâkimiyetindeki şehirlerde yaptırılan Nizamiye Medreseleridir. Daha sonra bu medreseler İsfahan, Rey, Nişabur, Merv, Belh, Herat, Basra, Musul gibi şehirlerde de kurulmuştur. Hatta bütün İslâm dünyasında bir Nizamiye Medreseleri geleneği yaygınlaşmıştır.
Bu medreselerde sadece dinî ilimler değil, aynı zamanda filoloji, matematik, astronomi, tıp ve felsefe gibi dil ilimleri ile akla ve deneye dayanan ilimler de okutulmaktaydı.
Tıp ve astronomi alanında yeni çalışmalar yapılıyor, çeşitli şehirlerde bîmâristan, dârüşşifâ, dârussıhha adı verilen hastaneler kuruluyordu. Bu hastahanelerde aynı zamanda tıp öğretimi de yapılıyordu. İlk Selçuklu hastahanesinin Nişabur’da Nizâmülmülk (öl.1092) tarafından yaptırılan bîmaristan olduğu bilinmektedir.
Rubaileri ile ünlü Ömer Hayyam’ın içinde bulunduğu bir heyet, Melikşah (1072-1092) adına 1 Mart 1079’u başlangıç kabul eden Celâlî takvimini hazırlamıştı.
Anadolu Selçukluları da merkezî şehirlerde (Konya, Sivas, Amasya, Kayseri vs.) medreseler, darüşşifalar, zaviyeler, hanlar, kervansaraylar kurmuşlar, ilmin gelişmesi için bütün gayretlerini seferber etmişlerdir.
Timurlular döneminde Câmiî (öl.1492), Kâsım-ı Envâr (öl.1433), Ali Şir Nevâî (öl.1501), Hoca İsmat Buharî (öl.1436-1437) gibi meşhur şairler Timur ve diğer hükümdarların saraylarında himaye edilmişlerdir. Uluğ Bey (1409-1449), Hüseyin Baykara (1470-1506) ve Babürşah (1526-1530) Timurlu sultanların önde gelenlerindendir. Uluğ Bey, astronomide ün yapmıştır. 1420’de Semerkant’ta bir rasathane kurmuş ve Zîc-i Uluğ Bey adlı 1018 yıldızı içeren kataloğunu meydana getirmiştir.
Anadolu Coğrafyasındaki İlmî Gelişmeler
Anadolu, Selçukluların idaresine geçtikten sonra Türk ve dünya tarihinin önemli bir kültür hadisesine şahit olmuştur. Anadolu’da kurulan ilk eğitim müesseselerinden medreseler, II. Kılıç Arslan (1153-1192) döneminde görülmeye başlamıştır.
Beylikler ve Osmanlılar, eğitim-öğretim müesseseleri kurmak suretiyle kendilerinden öncekilerinin geleneğini devam ettirmişler ve yönetimleri altındaki bölgelerde çok sayıda medrese kurup buralarda ilim adamlarının ders vermelerini sağlamış, ilme ve ilim adamlarına da destek vermişlerdi.
Osmanlılar döneminde yazılan eserler hakkında bir fikir edinmek için, sadece Taşköprülüzâde’nin, (öl. 1561) eşŞakâiku’n-Nu’mâniyye adlı eserinde, kendi dönemine kadar tesbit ettiği Osmanlı ulemasının sayısının beş yüzü geçtiğini ve Kâtip Çelebi’nin (öl.1656) Keşfü’z-Zünûn adlı meşhur eserinde, on beş bine yakın kitap ve risale ile on bin kadar müellif ve şârihden bahsettiğini söylemek yeterli olacaktır.
İslâm Medeniyetinin Batı’ya Tesirleri
İslâm bilimi, felsefesi ve kültürünün Batı’ya geçiş yollarını şu şekilde özetleyebiliriz:
- Endülüs İslâm medreseleri (Kurtuba, Sevilla, Toledo, Gırnata), • Sicilya Müslümanları,
- Haçlı seferleri,
- Balkanlara yerleşen Osmanlı müesseseleri
- Hint ticaret yollarının aranması (coğrafya kitaplarının tercümesiyle),
- Yahudi tercümanlar,
İslâm medeniyetinin sınırları, Batı dünyasının kapılarını Emevilerden sonra devamlı zorlamış, Türklerin İslâm’ı kabullerinden sonra ise durum daha da yaygınlaşmıştır. Hele Anadolu’nun fethinde başarılı olunmasının ardından gerek haçlı seferleri, gerekse Müslüman Türk akıncıları aracılığıyla İslâm medeniyeti ile Batı medeniyeti yüz yüze gelmiştir. Farabi, İbn Sina ve Gazâlî gibi İslâm filozoflarının eserleri ile Aristo’nun Arapçaya tercüme edilmiş eserlerinin Arapçadan Latinceye çevrilme faaliyetleri yanında Batı dünyası diğer ilimlerle de meşgul olma mecburiyetini duymuştur. Hatta XII. yüzyılın üniversitelerinde İbn Sina’nın el-Kânn Fi’t-Tıb adlı eseri ile İbn Rüşd’ün tıbbî risaleleri üzerine yoğunlaşmış bulunuyorlardı.
Bilgi, felsefe ve kültürün İslam dünyasından Batıya taşınması sonucu eski dünyanın bilgi birikimi, eski Yunan ve Mısır birikimi Batıya taşınmıştır. Bu haliyle dünya geçmişin bilimini ve bilgisini kendisine ulaştırdığı için İslam medeniyetine bir hayli borçludur.
Avrupa XII-XV. yüzyıllar arasında İslâm’dan aldığı ilim, kültür ve teknik aşılar sayesinde kendi medeniyetini kurabilmiştir. İşte bu durum İslâmiyet’in tarih açısından bir mucizesi sayılabilir. Zira Doğu kültürlerini yüksek bir medeniyet senteziyle yeniçağa ulaştırma şerefinin Hıristiyanlığa değil İslâm’a ait olduğunu bu durum ortaya koymaktadır.