Hadis Tarihi ve Usulü Dersi 2. Ünite Sorularla Öğrenelim
Hadislerin Korunması Ve Kayıt Altına Alınması
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Hadis tarihi nedir?
Hz. Peygamber’in -sallellahu aleyhi ve sellem- söz ve işlerini bildiren hadisler günümüze kadar çok değişik aşamalardan geçmişlerdir. Hadis tarihi onların bu aşamalardan geçerek günümüze nasıl ulaştıklarını ele alan bir bilgi koludur.
Hadis tarihi kaç döneme ayrılır?
Hadisler tarihi sıra itibariyle önce yazılı ve sözlü olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmış, sonra bunlar belli kitaplar içinde bir araya toplanmış, ardından da bu kitaplardaki hadislerin sınıflandırılması yoluna gidilmiştir. Bu aşamalar, zamanlarında yapılan hadis çalışmalarının ayırıcı temel özelliklerinden hareketle; Tesbît Dönemi, Tedvîn Dönemi ve Tasnîf Dönemi şeklinde isimlendirilirler. Hadis tarihinde bu faaliyetlerin sürdürüldüğü döneme mütekaddimûn dönemi denmektedir.
Tesbit dönemi nedir?
Tesbît, sabitleme, kaydetme, bağlama, sağlama alma anlamlarına gelir. Bu dönemde hadislerin sözlü ve yazılı olarak öğretilmesi, öğrenilmesi, halk arasında yayılması, böylece hafızalarda ve değişik yazı malzemeleri üzerine kaydedilip koruma altına alınması söz konusudur. Bu dönem aşağı yukarı hicri 1. yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir. Yani ilk Müslümanlar olan sahâbe nesli ile onlardan sonra gelen ve tâbiûn denen neslin büyüklerinin yaşadığı dönemdir.
Tesbit döneminin belli başlı hadis faaliyetleri hangi başlıklar altında özetlenebilir?
Dönemin belli başlı hadis faaliyetleri şu şekilde özetlenebilir:
- Hadis Öğrenimi ve Öğretimi
- Hadis Öğreniminin Güvenilirliği
- Hadis Öğrenim Usûlleri
- Hadislerin Rivâyet Şekli
- Hadislerin Yazılması
- Hadisin Değeri Hakkında Tartışmalar
Tesbit döneminde hadis öğrenimi ve öğretimi kim tarafından gerçekleştirilmiştir?
Bu dönemde hadis öğretim ve öğrenimi için Hz. Peygamber’in, sahabîlerin ve tâbiûn neslinin büyüklerinin yoğun faaliyetleri olmuştur.
Hz. Peygamber, hadis öğretim ve öğreniminde nasıl bir yol izlemiştir?
Hz. Peygamber hadislerin kaynağıdır. Onların öğretilmesi ve halk arasında yayılmasında en büyük gayret de Hz. Peygamber’e aittir. Hz. Peygamber bu uğurda zamanın bütün iletişim imkânlarını kullanmıştı. O günkü şartlarda fertlerle tek tek irtibata geçmeye çalışmanın yanında, kalabalıkların bir araya geldiği panayır, bayram, hac ve savaş gibi toplumsal olayları da iletişim için güzel fırsatlar sağlıyordu. Hz. Peygamber bunları en güzel şekilde değerlendirmişti.
Hz. Peygamber, kendisine teblîğ görevi verilişinden itibaren Allah’ın emirlerini en yakınlarından başlayarak, önce tek tek olmak üzere, çevresindekilere iletmeye çalışmıştı. Bu arada onları kendi sözleriyle açıklamış, şahsında uygulayıp örneklik yapmış, sorulan sorulara cevaplar vermiş, ortaya çıkan meselelere çözümler getirmişti. Böylece sözleri ve fiilleri çevresindekiler tarafından görülmüş, işitilmiş, yayılmış oluyordu. Kalabalıkların bir araya geldiği yerlerde söylenen sözler, yapılan işler daha geniş bir çevreye, hac, panayır ve savaş gibi durumlarda şehirlerarası bir muhite yayılma imkânı buluyorlardı.
Hayber Savaşı'nda hangi hükümler halka duyurulmuştur?
Hayber Savaşı’nda mut‘a nikâhı ile bazı hayvan etlerinin haramlığı, Mekke’nin fethinde cahiliye imtiyazlarının geçersizliği ve Mekke’nin harem oluşu gibi hükümler halka duyurulmuştu.
Mut‘a nikâhı nedir?
Mut‘a nikâhı, erkekle kadının zamanı belirlenen bir süreye kadar, yani geçici olarak aralarında kıyılan nikâha denir. İslâm’ın ilk yıllarında Hz. Peygamber buna izin vermiş, ancak Hayber’in fethinden sonra kesin olarak yasaklamıştır.
Hz. Peygamber, doğrudan ulaşma imkânı bulamadığı insanlara nasıl ulaşmıştır?
Hz. Peygamber doğrudan ulaşma imkânı bulamadığı insanlara aracılarla ulaşmaya çalışmıştı. Bu gayeyle civar bölge sakinlerine/yetkililerine elçi ve memurlar göndermişti. Bunlar gittikleri yerlerde Kur’ân-ı Kerîm’in yanında Hz. Peygamber’in sünnetini de anlatıyor, Müslümanlık ve Hz. Peygamber hakkında sorulan sorulara cevaplar veriyorlardı. Hz. Peygamber, elçilerinden bazılarıyla İslâm’a davet mektupları da göndermişti. Bir kısmı günümüze kadar gelmiş olan bu mektuplar, ilk yazılı hadis belgeleri arasında sayılırlar.
Hz. Peygamber’in, ilim öğrenme ve öğretmeyle ilgili tutumu nasıldı?
Hz. Peygamber’in, sünnetin öğrenilmesi ve yayılması için bu fiilî çabaları yanında sözlü teşvikleri de olmuştur. Genel olarak ilim öğrenme ve öğretmenin önemine dikkat çekmiş ve bunlara teşvikte bulunmuştur. Hz. Peygamber’in bu konudaki hadislerinden öğreniyoruz ki, ilim öğrenmek her Müslüman’a farzdır. Kişi üstünlüğünü ilmiyle sürdürebilir. Geriye bırakılan faydalı ilim, ölümünden sonra insanın amel defterinin açık kalmasına sebep olan üç şeyden biridir. İnsan ilim öğrenme yolunda olduğu sürece Allah yolunda demektir. Dolayısıyla her Müslüman ilimden nasibini almaya çalışmalıdır. Bilgi edinmek yeterli değildir. Öğrenilen bir bilginin gereğini yapmak ve onu başkalarına öğretmek de gerekir. Kişi, kendisinden ilim almak isteyenlerden bunu esirgememelidir. Zira kendisine bir bilgi sorulup da bunu saklayan kimsenin ağzına, kıyamet günü ateşten bir gem vurulacaktır.
Hz. Peygamber, kendi hadislerinin öğrenilip öğretilmesi konusunda nasıl bir tutum sergilemiştir?
Hz. Peygamber özellikle kendi hadislerinin öğrenilip öğretilmesini de emir ve tavsiye etmiştir. Şu sözü meşhurdur: “Allah, benden bir söz işitip de onu başkasına ulaştırıncaya kadar muhafaza eden kimsenin yüzünü ağartsın! Zira (sözümün) ulaştırıldığı birçok kimse belki onu işitenden daha iyi koruyup yararlanabilir” (Tirmizî, “İlim”, 7). Hz. Peygamber’in ilgili diğer birkaç sözü de şöyledir: “Benden duyduğunuz şeyleri rivayet ediniz” (Heysemî, Mecme‘u’z-zevâid, I, 148 ). “Burada bulunan bulunmayana ulaştırsın” (İbn Ebû Hâtim, el-Cerh ve’t-ta‘dîl, I, 8). “Benden anlatın, (ama) bana yalan söz isnad etmeyin” (Hatîb el-Bağdâdî, Şerefu ashâbi’l-hadîs, s. 12).
Hadislerin öğrenim ve öğretiminde hanım sahâbîlerin payı var mıdır?
Hadislerin öğrenim ve öğretiminde hanım sahâbîlerin de payı büyüktür. Onlar da cemaatle kılınan namazlara, Hz. Peygamber’in hutbe ve vaazlarına iştirak ederler, meselelerini, Allah Resûlün’den sorup öğrenirlerdi. Hanım sahâbîler Hz. Peygamber’den kendileri için bir gün tahsis etmesini de istemişler, Hz. Peygamber de onlara özel bir gün ayırmıştı. Bu günde Resûl-i Ekrem özel olarak onlara konuşma yapardı.
Hanım sahâbîler içinde ise, konumuzla ilgili olarak Ensâr denilen Medine’nin yerlisi Müslüman hanımlar ile Hz. Peygamber’in hanımlarının özel bir yeri vardır.
Hz. Âişe; “Ensâr hanımları ne iyi hanımlardır! Utangaçlık onların, dini iyice öğrenmelerine engel olmamıştır!” (Buhârî, “İlim”, 50) diyerek onların öğrenme gayretlerini övmüştür.
Hz. Peygamber’in hanımlarının ise, İslâm’ı ö ğrenme ve öğretme gayretlerinin yanında diğer hanım sahâbîlerin Hz. Peygamber’den sormaya utandıkları meseleleri kendilerine sordurmaları şeklinde de hizmetleri olmuştur. Hz. Peygamber’in hanımları içinde ise, zekâsı ve araştırmacı kişiliğiyle Hz. Âişe ilk sırada yer alır. Bir tespite göre en çok hadis rivayet eden sahâbîler arasında, Ebû Hüreyre, Abdullah b. Ömer ve Enes b. Mâlik’den sonra, 2210 hadis rivayetiyle 4. sırayı almış olan Hz. Âişe, Hz. Peygamber’den duyduğu şeyleri tam anlayıncaya kadar araştırmaktan geri durmazdı. Neticede o, en meşhur 7 sahâbî fakihten biri de olmuştu. Hz. Âişe’yi, Müminlerin Annesi Ümmü Seleme takip eder. Onun da yüzlerce hadis rivayeti bulunmaktadır.
Mevcut hadis kitaplarında yüzden fazla hanım sahâbînin naklettiği hadislere rastlanmaktadır. Bunların arasında fazla hadis rivayetleriyle Ümmü Habîbe, Hafsa bt. Ömer, Esma bt. Ümeys, Esma bt. Ebû Bekir, Ümmü Hâni ve Ümmü Atıyye öne çıkmaktadırlar.
Hz. Peygamber’i görememiş olan Müslümanlar, onun hakkında nasıl bilgi edinmişlerdir?
Hz. Peygamber’i görememiş olan Müslümanlar da onun hakkında bilgi almak için büyük bir arzu içinde idiler. Bu durum hadislerin öğrenilip öğretilmesi ve yayılması yönünde olağanüstü bir hareketliliğe yol açmıştı. İkinci nesil Müslümanlar Hz. Peygamber’i görmüş olan ilk Müslümanlardan bilgi almak için onların bulunduğu yerlere gitmiş ve gördüklerini, duyduklarını yazılı ve sözlü olarak tespit etmeye gayret etmişlerdi. Bu nesil içinde bu yöndeki çalışmalarıyla tarihe geçen yüzlerce hadisçi arasından örnek olarak şu isimler zikredilebilir: Alkame b. Kays, Abîde es-Selmânî, Şakîk b. Seleme, Mu‘âze el-Adeviyye, Ümmü’d-Derdâ ed-Dımeşkıyye, Urve b. Zübeyr, Sa‘îd b. el-Müseyyeb, İbrâhim en-Nehaî, Amra bt. Abdurrahman, Tâvûs b. Keysân, Hind bt. el-Hâris, Mücâhid b. Cebr, Şa‘bî, İkrime, Ebû Kılâbe el-Basrî, Muhammed b. Sîrîn, Hasan elBasrî, Nâfî.
Hadislerin naklinde titiz davranılmasının gerekçeleri nelerdir?
İlk Müslümanlar Kur’ân’ın ve bizzat Hz. Peygamber’in açıklamaları doğrultusunda hadislerin din için arz ettiği önemi fark etmişlerdi. Bunun ardından ise onların karşı karşıya olduğu tehlikeler dikkatlerini çekmiş olmalıdır. Zira Kur’ân’da birçok ayette, önceki kutsal kitapların ve peygamber öğretilerinin iyi korunamadığından bahsedilmektedir. Bu ayetlere göre önceki ilahi vahiyler tahriflere ve değiştirmeler uğramış, insanlar elleriyle yazdıklarını Allah’a dayandırmış, bazı peygamberlere söylemedikleri şeyler nispet edilmişti. Şu halde yeni din ve onun Peygamberi de benzeri tehlikelere maruz kalabilirdi. Dolayısıyla bunun için önlemlerin alınması beklenen bir durumdur.
Gerçekte Müslümanlıkta her konuda doğruluğa, dürüstlüğe verilen önem, bilinen bir husustur. Pek çok âyet ve hadiste, doğrudan veya dolaylı olarak bunlara teşvikler yapılmış, yalan-dolan ise şiddetle yasaklanmıştır. Basit dünyevi işlerde bile durum böyle olunca dinin iki temel kaynağından biri olan hadislerin naklinde daha titiz davranılmasının gerekli görüleceği açıktır. Hz. Peygamber bu sebeple, bir rivayete göre, şöyle buyurmuştur: “Benim hakkımda yalan söylemek, herhangi bir kimse hakkında yalan söylemek gibi değildir!” (Müslim, “Mukaddime” 3). İlk Müslümanlar, özellikle sahâbîler de meselenin şuurunda olarak hadis rivayetinde gereken titizliği göstermeye gayret etmişlerdi.
İlk Müslümanların, özellikle sahâbîlerin hadis rivayetinde gereken titizliği gösterme gayretiyle başvurdukları çarelerden başlıcaları hangileridir?
İlk Müslümanlar, özellikle sahâbîler de meselenin şuurunda olarak hadis rivayetinde gereken titizliği göstermeye gayret etmişlerdi. Bunun için başlıca şu çarelere başvurdukları görülmüştür:
- Hadis rivayetini azaltma,
- Hadis rivâyet edenden şâhid isteme,
- Hadis rivayet edene yemin ettirme,
- Hadisi Kur’ân ve önceden bildikleri hadislerle karşılaştırma,
- Hadisi ilk duyan kimseden almaya çalışma,
- Hadisin râvîlerini inceleme.
Sahabinin, hadis rivayetini azaltması ne demektir?
Bazı sahâbîler, Hz. Peygamber’in buyurduğu gibi rivayet edememe, başka bir ifadeyle rivayette hata yapma endişesiyle hadis rivayetinden kaçınmışlar, mümkün olduğu kadar az hadis rivayet etmeye çalışmışlardı. Öyle ki, meselâ, ilk Müslümanlardan ve aşere-i mübeşşereden olan Sa‘îd b. Zeyd’in neredeyse hiç hadis rivayet etmediği nakledilmektedir. Enes b. Mâlik de şöyle demiştir: “Hata yapmaktan endişe etmeseydim, size Resûlullah’dan -sallellahu aleyhi ve sellem- duymuş olduğum bazı şeyleri rivayet ederdim!” (Dârimî, “Mukaddime”, 25). Enes bir hadisi rivayet edip bitirdiğinde ise aslı gibi rivayet edememiş olma endişesiyle; “. . . veya (hadis Hz. Peygamber’in) buyurduğu gibidir!” demeyi âdet edinmişti (Dârimî, “Mukaddime”, 28). Abdullah b. Mes‘ûd ve Ebu’dDerdâ gibi diğer bazı sahâbîler de Enes gibi hareket ediyordu. Aynı tavrı, aşere-i mubeşşereden olan ez-Zübeyr b el-Avvâm’da da görürüz. Bir gün oğlu Abdullah ona; “Doğrusu ben seni, Resûlullah’dan -sallellahu aleyhi ve sellem-, falanla falanın hadis rivayet ettiği gibi, hadis rivayet ederken işitmiyorum, neden?” demişti de o şöyle cevap vermişti: “Şunu iyi bil ki, gerçekten ben (Müslüman olduğumdan beri) ondan ayrılmadım. Ama ben onu şöyle buyururken işittim: “Kim bana yalan isnadda bulunursa cehennemdeki yerine hazırlansın!” (Buhârî, “İlim”, 38). Hz. Ömer de hata yapılır endişesiyle hadis rivayetini azaltmayı emrederdi.
Hz. Ali, sahâbenin bu titizliğinin bir sebebine şöyle tercüman olur: “Ben size Resûlullah’dan -sallellahu aleyhi ve sellem- hadis rivayet ettiğimde, bana, gökten aşağı düşmem ona yalan isnadda bulunmamdan daha sevimli gelir!” (Buhârî, “İstitâbe”, 6).
Sahabilerin, hadis rivâyet edenden şâhid istemesine dair örnekler nelerdir?
Bazı sahâbîler hadis rivayet eden kimseden, o hadisi Hz. Peygamber’den işitmiş olan başka birini şahid getirmelerini isterlerdi. Buna şu iki hâdiseyi örnek verebiliriz:
Hz. Ebû Bekir’e bir nine gelerek torununun mirasından kendisine pay verilmesini istemişti. Hz. Ebû Bekir önce; “Ben senin için Allah’ın Kitabı’nda hiçbir şey bulamıyorum. Resûlullah’ın da -sallellahu aleyhi ve sellem- senin için bir şey söylediğini bilmiyorum” demiş, sonra halka sormuş, el-Muğîre de kalkıp şöyle demişti: “Ben Resûlullah’ı -sallellahu aleyhi ve sellem- ona altıda bir pay verirken görmüştüm”. O zaman Hz. Ebû Bekir ona; “Seninle beraber (buna şahitlik edecek) biri var mı?” diye sormuştu. Muhammed b. Mesleme aynı şeye şahitlik etmiş, Hz. Ebû Bekir de nineye bu hükmü uygulamıştı (Zehebî, Tezkiratü’l-huffâz, I, 2).
Hz. Ömer de aynı şekilde hareket etmişti. Bir gün Ebû Mûsa el-Eş‘arî onun kapısına gelmiş ve içeri giriş izni için üç defa selâm vermiş, içeriden selâmı alınmayınca da geri dönmüştü. Sonra Hz. Ömer ardından haber salıp onu çağırtmış ve geri dönüş sebebini sormuştu. O da şöyle demişti: “Üç defa izin istedim, bana izin verilmedi. Ben de geri döndüm. Çünkü Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştu: ‘Biriniz üç defa izin ister de izin verilmezse geri dönsün!’. O zaman Hz. Ömer; “Vallahi buna mutlaka bir delil getireceksin!” deyince Ebû Mûsa korku içinde sahâbîlerin bulunduğu bir yere gitmiş ve durumu onlara anlatmıştı. Hepsi söz konusu hadisi duymuşlardı. Ebû Mûsa içlerinden Ebû Sa‘îd’i yanına alıp Hz. Ömer’e götürmüş, kendisine şahidlik ettirmişti (Buhârî, “İsti’zân”, 13). Ebû Sa‘îd şahidlik edince Hz. Ömer Ebû Mûsa’ya dönüp şöyle demişti: “Şunu iyi bil ki, ben seni (yalancılıkla) itham etmedim. Fakat halkın Resûlullah -sallellahu aleyhi ve sellem- hakkında yalan söylemesinden endişe ettim!” (Mâlik, elMuvatta’, “İsti’zân”, 3). Aynı olayla ilgili başka bir habere göre Hz. Ömer olayın sonunda şöyle demişti: “Ben bir şey işittim ve ihtiyatlı davranmak istedim!” (Müslim, “Âdâb”, 37).
"er-Rıhle fî talebi’l-hadîs" nedir?
Sahâbe döneminin sonlarına doğru ortaya çıkan hadis uydurma fitnesi, araya ikinci, üçüncü râvîler de girdiği için daha temkinli olmayı gerektirdi ve bunun neticesi olarak hadis rivayetinde, hadisi ilk duyan kimseden almaya çalışma gayretleri genişledi. Bu sebeple hadislerin, mevcut en eski râvîlerinin bulundukları yerlere, onların memleketlerine gidildi. Sa‘îd b. el-Müseyyeb (ö. 94/712), “Ben tek bir hadisin peşinde günlerce yürürdüm!” demektedir.
er-Rıhle fî talebi’l-hadîs (Hadis öğrenimi için yapılan yolculuk) denilen bu faaliyetlerde hadisi mevcut en eski râvîsinden öğrenmek, böylece hata ihtimallerini azaltmak gayesi vardı.
Hadis rivayetlerinde sened nedir?
Sened, hadisin, onu rivayet eden kimselerin isimlerinin sırayla zikredildiği kısmıdır. Kullanılan şekliyle, yani her bir râvînin bir önceki râvînin (hocasının) ismini vererek ilk kaynağa varan (muttasıl) şekliyle Müslümanlara has olan sened kullanımı, hadisin güvenilirliğini sağlamak için ortaya çıkarılmıştı. Binaenaleyh aynı gayeyle şahid isteme gibi usuller Hz. Ebu Bekir zamanından beri var olduğuna göre sened anlayışı fikir olarak baştan beri vardı denebilir. Ancak bu usul, meşhur olan şekliyle hicri 1. asrın ortalarından sonra ortaya çıkmış olmalıdır. Bu da hadis uydurma hareketi ve hadis öğrenmek için yapılan yolculukların sonucu olmuştu. Nitekim İbrâhîm en-Nehaî (ö. 96/714) de isnad sorma işinin kezzâb Muhtâr es-Sakafî (ö. 67/686) zamanında başladığını bildirmektedir.
Tesbit dönemi hadis öğrenim usûlleri nelerdir?
Hadisler bu dönemde daha ziyade semâ (yani hocadan işitme) yoluyla alınıyorlardı. Bununla beraber, ilerde meşhur olacak olan diğer usûller de zaman zaman kullanılmıştır. Zaten sonraki dönemlerde hadis âlimleri de, muteber hadis öğrenme usûllerini tartışırlarken esas olarak onların bu dönemde, özellikle asr-ı saâdette uygulamasının olup olmadığına bakacaklardır.
Tesbit döneminde hadislerin rivâyet şekli nasıldı?
Hadislerin Hz. Peygamber’den duyuldukları gibi aynen alınıp nakledilmeleri en güzel şekildir ve mümkün olduğu sürece böyle yapılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber de, sözünü “duyduğu gibi” belleyip rivayet eden kimseye hayır duada bulunmuştur (Tirmizî, “İlim”, 7). Abdullah b. Ömer gibi bazı sahâbîler bu hususa özel itina göstermiş ve hadislerde, mânâ bozulmasa da, bir kelimenin bile benzeriyle değiştirilmesine veya yerinin öne-arkaya alınmasına razı olmamışlardı. Tâbiûn nesli âlimlerinden el-A‘meş bir kısım sahâbenin bu tutumlarını şöyle ifade etmiştir: “Bu ilim öyle bir topluluğun elinde idi ki onlardan biri, bu ilme (hadislere) bir vâv veya bir elif yahut bir dal ilâve etmektense gökten yere düşmeyi tercih ederlerdi!” (Hatîb, el-Kifâye, s. 274).
Diğer taraftan aynen rivayet etme imkânı olmadığında hadislerin, mânâ bozulmamak şartıyla, Hz. Peygamber’in kullandığı lafızların yerine benzerleri kullanılarak rivayet edildiklerini gösteren haberler vardır. Meselâ Muhammed b. Sîrîn şöyle demiştir: “Ben hadisi on kişiden işitirdim, mânâları bir, lafızları farklı olurdu” (Hatîb, el-Kifâye, s. 308). Bu bir zaruretten kaynaklanıyordu. Hz. Peygamber -sallellahu aleyhi ve sellem- bir söz söylüyor, orada bulunanlar da onu dinliyor ve akıllarında tutmaya çalışıyorlardı. Gerçi yazılı kültürü olmayan toplumlarda hafıza gücünün geliştiği bir gerçektir. Bu, duyu organlarından biri bulunmayan kimsenin diğer duyu organlarının, benzeri kimselerinkinden daha kuvvetli olmasına benzer bir durumdur. Bunun müşahhas delili olarak o günkü toplum içinde onlarca beyiti bir dinleyişte ezberleyen insanlar vardı. Ayrıca sahâbe-i kirâmın Hz. Peygamber’e karşı olan sevgi ve bağlılıklarının, onu pürdikkat dinlemelerinin hadisleri ezberlemede etkisini de göz ardı etmemek gerekir. Bu yüzden bir defa duyulmuş olsa da, bazı hadislerin aynen korunup nakledilmiş olacağı yadırganamaz.
Bununla beraber, bilhassa uzun hadislerde metni aynen akılda tutma her zaman mümkün olmamış olabilir. Ama bu hadislerin de nakledilmeleri gerekmektedir. Bu sebeple ortada bir zaruret bulunduğu için, aynen nakletme imkânı olmadığında hadislerin mânâlarıyla rivayet edilmeleri câiz görülmüştür. Kur’ân-Kerîm ile sünnette bunun caizliğini gösteren deliller vardır. Hadislerin mânâ ile rivayetlerinin caiz olduğu görüşünde olan kişiler arasında Hz. Âişe, Abdullah b. Mes‘ûd ve Enes b. Mâlik gibi sahâbîleri, sonraki nesillerden ise Âmir eş-Şa‘bî, İbrahim en-Nehaî, Süfyan b. Uyeyne ve Yahya b. Sa‘îd el-Kattân gibi âlimleri sayabiliriz.
Şu halde denebilir ki, bu dönemde hadisler mümkün olduğu kadar asıl şekilleriyle rivayet edilmeye çalışılmış, ancak bu imkân bulunmadığında mânâlarıyla rivayet etme yoluna gidilmiştir.
Bazı kelime veya cümleleri farklı olan hadislerin bu farklılıklarının, mutlaka mânâ ile rivayetten meydana geldiği söylenebilir mi?
Bazı kelime veya cümleleri farklı olan hadislerin bu farklılıklarının mutlaka mânâ ile rivayetten meydana geldiğini söylemek doğru olmaz. Hz. Peygamber aynı gerçeği yirmi üç yıllık peygamberliği esnasında değişik yer ve zamanlarda farklı kelime veya cümlelerle ifade etmiş olabilir. Bu gibi durumlarda söz konusu hadisleri rivayet etmiş olan sahâbîler farklı kimseler ise bu ihtimal daha ağır basar.
Hadislerin yazımını yasaklayan haberlerin önemlileri hangileridir?
Hadis yazımını yasaklayan haberlerin önemlileri şöyle sıralanabilir:
Ebû Sa‘îd el-Hudrî’nin nakline göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Benden Kur’ân dışında hiçbir şey yazmayınız. Kim benden bir şey yazmışsa onu imha etsin. Benden hadis rivayet edin, (bunda) hiçbir sakınca yoktur. . .” (Müslim, “Zühd”, 72).
Yine Ebû Sa‘îd el-Hudrî şöyle demiştir: “Ben hadisleri yazmam için Hz. Peygamber’den izin istedim de o bana izin vermeyi kabul etmedi”.
Ebû Sa‘îd el-Hudrî başka bir rivayete göre ise şöyle demiştir: “Biz (hadisleri) yazma hususunda Hz. Peygamber’den izin istedik de o bize izin vermeyi kabul etmedi”.
Zeyd b. Sâbit şöyle demiştir: “Gerçekten Resûlullah -sallellahu aleyhi ve sellem- bize hadislerinden hiçbir şey yazmamamızı emretti”.
Ebû Sa‘îd el-Hudrî’ye, “Bize (hadis) yazdır!” denmişti de o şöyle cevap vermişti: “Onu, okuyacağınız mushaflar haline mi getireceksiniz? Peygamber’iniz -sallellahu aleyhi ve sellem- bize anlatıyor, biz de ondan ezberliyorduk. Öyleyse siz de bizden, bizim, Peygamber’inizden ezberlediğimiz gibi ezberleyin!”.
Ebû Bürde demiş ki, “Ben babamdan (yani Ebû Mûsa el-Eş‘arî’den) birçok kitab yazmıştım da o, onları imha edip şöyle demişti: “Bizden, bizim (Hz. Peygamber’den) aldığımız gibi alın!”.
Hadis yazımına izin verildiğine dair haberler hangileridir?
Bir sahâbî Hz. Peygamber’e gelerek hafızasının zayıflığından şikâyet etmişti de Hz. Peygamber ona şu tavsiyeyi yapmıştı: “Hafızana sağ elinden yardım iste (yani yaz!)”.
Râfi‘ b. Hadîc şöyle demiştir: Biz “ey Allah’n Resûlü, doğrusu biz senden bazı şeyler işitiyoruz. Onları yazabilir miyiz?” demiştik de o; “Yazın, bir sakınca yok!” buyurmuştu
Abdullah b. Amr da şöyle demiştir: Ben Resûlullah’a -sallellahu aleyhi ve sellem-; “Senden işittiklerimi yazabilir miyim?” demiştim. “Evet” buyurmuştu. “Kızgınlık halinde ve hoşnutluk halinde de mi?” dediğimde; “Evet. Bana her durumda sadece gerçeği söylemem yakışır!” buyurmuştu.
Abdullah b. Amr’ın bu haberini Ebû Hüreyre’nin şu sözü doğrular mahiyettedir: “Hz. Peygamber’in -sallellahu aleyhi ve sellem- sahâbîleri arasında benden daha çok hadis bilen hiç kimse yoktu, Abdullah b. Amr hariç. Çünkü o yazdı, ben yazmadım”.
Hz. Peygamber -sallellahu aleyhi ve sellem-, hicri sekizinci yılda Mekke’yi fethedince orada bir hutbe okumuştu. Yemen’li bir sahâbî olan Ebû Şâh Hz. Peygamber’den bu hutbenin yazılıp kendisine verilmesini istemiş, Hz. Peygamber de, “(Hutbeyi) Ebû Şâh için yazın!” buyurmuştu.
Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Abbâs da; “İlmi yazıya geçirin!” demişlerdir.
Ebû Sa‘îd el-Hudrî ise şöyle demiştir: “Biz sadece Kur’ân’ı ve teşehhüdü (yani namazlarda ka‘delerde otururken okunan et-tehıyyât duasını) yazardık”. Bu haber onların, Kur’ân dışında da bir şeyler yazdıklarını göstermektedir.
Ayrıca birçok sahâbînin hadisleri bizzat yazdıkları, yazdırdıkları veya yazılı hadis mecmualarına sahip oldukları da nakledilmektedir.
İhtilâfü’l-hadîs ve Muhtelifü’l-hadîs nedir?
Hadislerin yazılıp yazılamayacağı konusunda birbirleriyle çelişen haberler bulunmaktadır. Hadis usûlünde bu duruma İhtilâfü’l-hadîs, ilgili hadislere de Muhtelifü’l-hadîs (veya Muhtelefü’l-hadîs) denir. Gerçekte hadisler arasında çelişki yoktur, bu çelişki görünüştedir. Hz. Peygamber’in bu konudaki açıklamalarının farklı zamanlarda yapıldığı ve hadislerinin yazılmasını önce yasakladığı, sonra bu yasağı kaldırdığı anlaşılmaktadır. Çünkü, söz konusu haberler arasında sadece Ebû Şâh’la ilgili hadisin söyleniş zamanı bilinmektedir ki o da hicretin sekizinci yılıdır. Bu da iznin yasaktan sonra verildiğini gösterir. Ayrıca, birçok sahâbînin hadis yazmış olmaları veya hadis sahîfelerine sahip bulunmaları yanında, hadislerin yazılmasına taraftar olmayan sahâbîlerden, Zeyd b. Sâbit hariç, hiçbirinin bu konudaki kanaatine delil olarak Hz. Peygamber’in yasaklamasından bahsetmemiş olmaları, hadislerin yazılması yasağının belli bir dönemden sonra kaldırılmış yani neshedilmiş olduğunu gösterir.
Hadislerin yazılmasının caiz olduğu kanaati nasıl hasıl olmuştur?
Diğer taraftan zamanla hadislerin yazılmasının caiz olduğu konusunda görüş birliğinin gerçekleşmesi de yazma yasağının kaldırıldığına bir işaret sayılabilir. Buna göre bazı sebeplerden dolayı hadislerin yazılması önceleri yasaklanmış, daha sonra bu sebeplerin ortadan kalkmasıyla söz konusu yasak kaldırılmıştı. Bu sebepler arasında yazının gelişmemişliği, ashabın yazıyı az bildiği, hadislerin Kur’ân-ı Kerîm’le karışma endişesi gibi hususlar zikredilmektedir. Bunlar arasında en mühim ve gerçeğe en yakın olan sebep, Kur’ân’la karışma endişesi olmalıdır. Zira başlangıçta yazı bilenler azdı ve onların çoğu -belki hepsi- de vahiy kâtipliği yapmaktaydı. Bu sebeple hadisleri yazmaları halinde Kur’ân-ı Kerîm’le karışma riski vardı. Zamanla yazı bilenler çoğalınca bu endişe yok olmuş ve hadislerin yazılmasına müsaade edilmiş olmalıdır. Bununla beraber sürekli vahiy kâtipliği yapanlar için yasağın devam ettiği tahmin edilebilir. Zeyd b. Sâbit gibi bazı vahiy kâtipleri yasağın, vahyin kesilmesinden yani Hz. Peygamber’in vefatından sonra da devam ettiği neticesini çıkarmış ve ömürlerinin sonuna kadar bu kanaati taşımışlardı.
Hz. Peygamber’den sonra uzun yıllar hadislerin yazılamayacağı kanaatinin devam etmiş olmasının sebepleri nelerdir?
Ancak başka bir tarihi gerçek daha vardır ki bunun da izahı gerekmektedir. Bu da Hz. Peygamber’den sonra uzun yıllar hadislerin yazılamayacağı kanaatinin devam etmiş olmasıdır. İlgili haberler incelendiğinde görünen o ki, bu kanaat Hz. Peygamber’in yasağına dayanmamaktaydı. Çünkü, görebildiğimiz kadarıyla, bu kanaatte olanlardan hiçbiri görüşünü Hz. Peygamber’in yasağına dayandırmamış bilakis başka sebeplerden bahsetmiştir. Sadece Zeyd b. Sâbit bu konudaki kanaatini izhar ederken Hz. Peygamber’in yasağını zikretmiştir ki, onun sebebi de biraz önce tahmin ettiğimiz husus olmalıdır. Söz konusu kanaatin asıl sebepleri, tespitlerimize göre, şu hususlardır:
1. Bazı vahiy kâtiplerinin kendilerine kâtiplik yaptıkları sürece konmuş olan hadis yazma yasağını ömür boyu sürecek bir yasak olarak değerlendirmeleri ve bu doğrultuda kanaat belirtmeleri.
2. Kur’ân-ı Kerîm dışındaki şeylerle meşgul olunup Kur’ân-ı Kerîm’in ihmal edileceği endişesi. İlgili haberlerde birçok sahâbînin bu endişeyi taşıdığı görülmektedir. Hz. Ömer süneni yazmak için sahâbenin onayını aldıktan sonra bir ay süreyle istiharede bulunmuş, ancak söz konusu endişeyle bu teşebbüsünden vazgeçmişti. Abdullah b. Ömer’in de aynı endişeyle bazı yazılı evrakı imha ettiği nakledilmektedir. Bu hususta Ebû Mûsa el-Eş’arî de şöyle diyordu: “Doğrusu İsrâîl oğulları bazı kitaplar yazıp onlara uymuş ve Tevrât’ı terk etmişlerdi!”. Meselenin bu yönünü değerlendirirken o günkü toplumun Kur’ân bilgisini ve Kur’ân nüshalarının sayısını göz önünde bulundurmak gerekir.
3. O günkü toplumun sahip olduğu ilim zihniyeti. O günkü toplumun yazılı bir kültürü yoktu. Her şey insan belleğinde muhafaza edilmekte, satırlarda değil sadırlarda (yani göğüslerde, hafızalarda) bulunan ilme önem verilmekteydi. Bu anlayışa, yazılı kültüre sahip olmayan toplumlarda görülen ezberleme gücü yardımcı olmaktaydı. Gerçi Müslümanlık bu zihniyeti değiştirecektir. Ancak zihniyetlerin değişmesi zamanla olmaktadır. Bu açıdan, hadis yazmış olan veya hadis sahîfesi bulunan sahâbîlerin, Abdullah b. Amr ve Yemen’li Ebû Şâh ile yine Yemen’li Ebû Hüreyre gibi, yazılı kültürden gelen kimseler olmaları veya Hz. Ali, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Abbâs gibi genç sahâbîlerden olmaları dikkat çekicidir.
4. Yazılanlara güvenilip ezberlemenin terk edileceği endişesi. Kur’ân-ı Kerîm’in lafzının özellikleri, ibadetlerde okunması, diğer zamanlarda okunmasına da sevaplar verilmesi onun yazılmasının yanında ezberlenmesini de zorunlu kılıyordu. Oysa hadisler böyle değildi. Bunun için bazı kimselerin, hadisler yazılırsa ezberlenmeleri terk edilir endişesi taşıdıkları görülmüştür. Bundan dolayı, meselâ, Mesrûk, Hâlid el-Hazzâ ve Âsım b. Damra gibi zatlar, hadisleri ezberlemek için yazıyor, ezberledikten sonra yazdıklarını imha ediyorlardı. Ancak bu işten sonraları pişmanlık duyanlar da oluyordu. Urve b. Zübeyr şöyle demiştir: “Bazı hadisleri yazdım, sonra imha ettim. Onların yerine mallarım ile çocuklarımı vermiş ve onları imha etmemiş olmayı arzu ederdim!”.
5. Yazılan hadislerin, ehli olmayan kimselerin eline ulaşıp onlarda yanlışlıklar, tahrifler, ekleme ve çıkarmalar yapılacağı endişesi. Böylesi endişelerle ömürlerinin son demlerinde kitaplarını imha edenler/ettirenler görülmüştür.
Şu halde hadis yazım yasağının devam ettiği şeklindeki kanaate, Resûlullah’ın -sallellahu aleyhi ve sellem- açık bir emrinden ziyade bazı bireysel endişeler, sosyal ve kültürel şartlar etkili olmuştu. Muhtemelen bu görüş ve endişelerden biri veya birkaçı sebebiyle bazı sahâbî ve tabiîler gittikleri yerlerde görüşlerini yayarak bir kamuoyu oluşturmuşlardı. Herhalde böyle bir faaliyetin neticesinde Basralılar önceleri hadislerin yazılmasını hoş karşılamıyorlardı.
Hz. Peygamber hayattayken yazılan hadisler hangileridir?
1. Medine Sözleşmesi: Medine’de Müslümanlarla gayr-i müslimler arasındaki karşılıklı hakları tespit eden anayasa mahiyetindeki yazılı vesika şu cümleyle başlar: “Bu, Kureyş’li ve Yesrib’li (Medîne’nin önceki ismi) mümin ve Müslümanlarla onlara tabi olan, onlara katılan ve onlarla birlikte cihad eden kimseler arasında Peygamber Muhammed tarafından yazdırılan (belgedir)”. “Bu yazılı (belge)” kaydı bu vesikanın yazılı olduğuna işaret eder. Ayrıca bu belgenin metninde “Bu sahifenin tarafları” ifadesi beş defa geçmekte, son maddede de; “Bu yazılı (belge) zâlim ile günâhkâra koruyucu perde olmaz!” denmektedir ki bunlar da anılan vesikanın yazılmış olduğunu gösterir.
2. Nüfus Sayımı Tutanağı: Hz. Peygamber -sallellahu aleyhi ve sellem- Medîne-i Münevvere’ye hicret ettikten sonra bir nüfus sayımı yaptırmıştı. Buhârî’nin bu konudaki haberi şöyledir: Huzeyfe’nin -Allah ondan razı olsun!- rivayetine göre Hz. Peygamber -sallellahu aleyhi ve sellem-; “Bana Müslüman olan insanları yazıverin” buyurmuş, sahâbe de ona bin beşyüz kişinin ismini yazmıştı (Buhârî, “Cihâd”, 181). Bu sayıya kadın, erkek, genç, ihtiyar herkes dâhil olmalıdır.
3. İmtiyâz Belgeleri: Hz. Peygamber’in -sallellahu aleyhi ve sellem-, hicretten önceden başlayarak bazı şahıslara imtiyâznâmeler verdiğini gösteren haberler vardır. Bu cümleden olarak Temîm ed-Dârî’ye, Surâka b. Mâlik’e ve Dûmetu’l-Cendel reisi olan Ukeydir’e imtiyâz belgelerinin verildiği nakledilir.
4. Yahûdîlerle Yapılan Yazışmalar: Hz. Peygamber bu iş için Zeyd b. Sâbit’e İbrânî yazı ve dilini öğrenmesini emretmiş, o da bu emri kısa zamanda yerine getirerek yazışmaları sağlamıştı.
5. Dîne Çağrı Mektupları: Hz. Peygamber -sallellahu aleyhi ve sellem- muhtelif devlet başkanı ve yöneticilerine mektuplar göndererek onları Müslüman olmaya davet etmişti. Bu mektuplardan Mısır hükümdarı elMukavkıs’a, Bahreyn emîri el-Munzir b. Sâva’ya, Habeşistan hükümdarı enNecâşî’ye, Bizans imparatoru Hirekl’e (Herakliyus), İran hükümdarı Kisra Pervîz’e ve Umân emirleri Ceyfer ve Abd’a gönderilenler aslî şekilleriyle günümüze kadar gelmişlerdir.
6. Görevlilere Verilen/Gönderilen Tâlimatnâmeler: Hz. Peygamber, değişik yerlere gönderdiği memurlarına veya oralara tayin ettiği yöneticilere de, muhtelif konulardaki emirlerini ihtiva eden yazılı tâlimatnâmeler vermiş veya göndermiştir. Bunlar arasında vergi tarife ve hükümlerini ihtiva edenler, sadakât hadîsleri diye meşhurdurlar. Ömer b. Abdülazîz Medîne valisine gönderdiği meşhur mektubunda, Amr b. Hazm’dan rivayet edilen sadakât hadîslerini özellikle zikretmiş ve onların istinsah edilmesini istemişti.
7. Hz. Peygamber’in Mekke’nin fethinde okuyup da Yemen’li Ebû Şâh’ın isteği üzerine yazılıp bu sahâbîye verilen hutbe.
8. Abdullah b. Amr b. el-Âs’ın yazdıkları: Bu sahâbînin Hz. Peygamber’den şahsen izin alarak hadis yazdığı meşhurdur. O bunun üzerine, Hz. Peygamber’den bizzat duymuş olduğu hadislerden bir sahîfe meydana getirmiş ve ona es-Sahîfetu’s-sâdıka ismini vermişti. Sahîfe kelimesi Türkçedeki sayfa ile karıştırılmamalıdır. Sahîfe (???????) kelimesinin Arapçadaki anlamı daha geniştir ve hem sayfa anlamına hem de yazılmış şey, yazılı notlar, defter, küçük kitap gibi anlamlara gelir. Burada söz konusu edilen sahîfe, yazılmış şey anlamınadır.
9. Enes b. Mâlik’in yazdıkları: On yıl Hz. Peygamber’in hizmetinde bulunmuş olan bu sahâbî, ondan duyup yazdığı, sonra da huzurunda okuduğu bazı kitaplara yani yazılı evraka sahipti.
10. Hafızasının zayıflığından şikâyet eden bir sahâbînin yazdıkları: Bir sahâbînin Hz. Peygamber’e hafızasının zayıflığından dert yandığı, Hz. Peygamber’in de ona, “Hafızana sağ elinle yardım iste (yani yaz!)” tavsiyesinde bulunduğu nakledilir. Yazı yazmayı bildiği anlaşılan bu sahâbî de hadis yazmış olmalıdır.
11. Ebû Râfi’in yazdıkları: Mısır kökenli bir sahâbî ve Hz. Peygamber’in âzâdlısı olan Ebû Râfi‘ de Hz. Peygamber’den hadis yazımı için izin istemiş ve kendisine izin verilmişti.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra sahâbe döneminde yazılan hadislerin meşhurları hangileridir?
Bu dönemde yazılanların meşhurları da şöylece sıralanabilir:
1. Hz. Ebû Bekir’in beşyüz kadar hadisi yazdığı fakat sonra bunları imha ettiği nakledilmektedir. Hz. Âişe’nin konuyla ilgili haberi şöyledir: Babam, Resûlullah’dan -sallellahu aleyhi ve sellem- gelen hadisleri bir araya toplamıştı. Bunlar beş yüz hadis idi. Sonra geceyi (yatağında) sağa-sola çokça dönerek geçirmiş, sabah olunca da; “Kızım, yanındaki hadisleri getir!” demişti. Bunun üzerine ben onları getirmiştim de o, ateş isteyip onları yakmıştı (Zehebî, Tezkiratü’l-huffâz, I, 5).
2. Hz. Ömer’in de hadisleri yazma teşebbüsü olmuştu. Ancak o, bir ay süreyle yaptığı istişare ve istiharelerden sonra, önceki ümmetlerin, Allah’ın Kitabı yanında başka kitaplar edinerek saptıklarını söyleyerek süneni yazmaktan vazgeçmişti. Bununla beraber bazı memur ve akrabalarına gönderdiği mektuplarında bir kısım hadisleri yazdığı da vakidir. Meselâ Utbe b. Ferkad’a bazı hadisleri yazıp gönderdiği nakledilmektedir (İbn Hanbel, elMüsned, I, 261).
3. Hz. Ali’nin, içinde bazı hadislerin yazılı olduğu bir sahîfesi vardı ve bunu, kılıcına takılı olarak yanında taşırdı. Bu sahîfede bulunan hadisler hakkında birçok haber vardır. Bunlardan birine göre onda; diyet, esirlerin bırakılması ve herhangi bir gayr-ı müslimin yerine bir Müslümanın öldürülemeyeceği konularında bilgiler varmış.
4. Ebû Hüreyre’nin de hadis sahîfeleri vardı. En çok hadis rivayet etmiş sahâbî olan Ebû Hüreyre’nin pek çok yazılı hadis malzemesine sahip olduğu nakledilmektedir. Ancak bunları bizzat kendisinin mi yazdığı yoksa bazı kâtiplere veya öğrencilerine mi yazdırdığı kesin olarak tespit edilememiştir. Onun talebelerine hadis yazdırdığı bilinmektedir. Meselâ talebelerinden Beşîr b. Nehîk ondan hadis yazmış, sonra da yazdıklarını ona okuyarak rivayet hakkı almıştı. Hemşehrisi Hemmâm b. Münebbih de Ebû Hüreyre’nin talebesi idi. Bu zatın ondan yazıp rivayet ettiği ve içinde yüz otuz sekiz hadis bulunan sahîfe günümüze kadar ulaşmış ve basılmıştır. Bu sahîfe, yazanına nisbetle Hemmâm b. Münebbih’in Sahîfesi ismiyle bilinmektedir. Muhammed Hamîdullah’ın, hadis tarihiyle alâkalı mühim bir girişle neşrettiği bu kitapçığın Türkçeye üç ayrı tercümesi yapılmıştır. Ebû Hüreyre’ye nisbet edilen es-Sahîfetu’s-sahîha isimli hadis kitapçığı da, bu sahîfe olmalıdır.
5. Abdullah b. Abbâs eline yazı malzemeleri alarak sahâbîleri kapı kapı dolaşmış ve onlardan duyduğu hadisleri yazmıştı. O böylece diğer sahâbîlerden duyup yazdığı hadislerle birçok hadis sahîfesi meydana getirmişti. Kendisi bizzat yazdığı gibi, Sa‘îd b. Cübeyr, Mücâhid ve İkrime gibi talebelerine de hadis yazdırmıştı. İbn Abbâs’ın, bir deve yükü kadar olduğu nakledilen kitapları oğlu Ali’ye, ondan da hadisçilere intikal etmişti.
6. Semüre b. Cündeb’in de, içinde “pek çok ilim” bulunan bir sahîfesi vardı. O bu kitapçığını, Resûlullah’dan -sallellahu aleyhi ve sellem- bizzat duymuş olduğu hadisler ile sahâbîlerden öğrenmiş olduğu hadislerden meydana getirmişti. Bu sahîfe Semüre’nin çocukları tarafından rivayet edilmiştir. Bu cümleden olarak Süleyman b. Semüre’nin, babasından büyük bir nüsha rivayet etmiş olduğuna dair haberler vardır. Semüre’nin bu sahîfesini Hasan-ı Basrî de rivayet etmiştir.
7. Câbir b. Abdullah, Mescid-i Nebî’de ders halkası olan ve hadiste yetkili bir âlim sayılan bir sahâbî idi. Onun da hacla ilgili bir kitabının olduğu nakledilmektedir. Bu kitabın da kâtibi kesin olarak belli değildir.
8. Abdullah b. Ömer’in de hadis sahîfelerinin olduğu ve evinden dışarı çıkmadan önce onlara göz attığı nakledilmektedir. Ancak bunları bizzat kendisinin mi yazdığı yoksa başkasına mı yazdırdığı kesin olarak bilinmemektedir. İbn Ömer’in eserlerini talebesi ve âzâdlısı Nâfi‘ rivayet etmişti.
9. Cahiliye döneminde yazı bilenlerden olan Sa‘d b. Ubâde’nin bizzat hadis yazıp yazmadığı bilinmemektedir. Ancak bazı haberler onun da yazılı hadislere sahip olduğunu göstermektedir.
Tesbit dönemindeki hadisleri inkar hareketleri hangileridir?
Sahâbîlerin içinde hadisin dindeki yerini ve değerini tartışan, onu kabul etmeme eğiliminde olan hiç kimse görülmemiştir. Bilakis onlarda görülen şey, en basitinden en mühimine kadar bütün konularda Hz. Peygamber’in sünnetini araştırmak, onu öğrenip ona göre hareket etmekti. Ancak sahâbeden sonra gelen Müslümanların arasında, nadiren de olsa, hadisin önemini kavrayamayanlar görülmeye başladı. Bunlardan olan Hâricîler, Kur’ân’da hüküm koyma yetkisinin sadece Allah’a ait olduğunu belirten bazı âyetlere bakarak Kur’ân’da yer almayan hükümler taşıyan hadisleri kabul etmemeye kalkışmışlardı. Oysa Kur’ân-ı Kerîm’i getiren de Hz. Peygamber’di ve onu herkesten daha iyi anlayabilecek olan da ancak o olabilirdi. Bu durumda Hz. Peygamber’den gelen bir hadisin ona ait olduğu kabul edildikten sonra söylenecek hiçbir şey olamaz. Binaenaleyh söz konusu görüşte olan Hâricîler, herhalde, bu muhtevada olan hadislerin Hz. Peygamber’e ait olamayacakları kanaatiyle, öyle düşünmekteydiler. Böyle de olsa bu, Kur’ân’ı bir bütün olarak ele almamaktan kaynaklanan yanlış bir düşüncedir. Çünkü bizzat Kur’ân-ı Kerîm Hz. Peygamber’e hüküm koyma yetkisi vermiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in hüküm koyma işi de Kur’ân-ı Kerîm’in bir hükmüdür.
Bu dönemde, hangi zümreye mensup oldukları belirtilmeyen bazı kişiler de, Hâricîlerinkine benzer görüşlere sahip olmuşlardı. Belki onlar da Hâricî idiler. Anlaşıldığına göre onların bu görüşleri cahillikten kaynaklanmıştı. Bu sebeple mesele kendilerine anlatılınca ondan vazgeçiyorlardı. Hasan elBasrî’nin anlattığı şu olay buna örnek olarak zikredilebilir: Bir ara sahâbî İmrân b. Husayn (ö. 52/672), Peygamberimizin sünnetinden bahsediyordu. Adamın biri ona künyesiyle hitap ederek şöyle dedi: “Ebû Nuceyd! Bize Kur’ân’dan bahset!”. İmrân şöyle cevap verdi: “Sen ve arkadaşların Kur’ân’ı okuyorsunuz. Bana namazdan, içindekilerden, sınırlarından bahsedebilir misin? Bana altının, devenin, sığırın ve muhtelif malların zekâtından bahsedebilir misin? Fakat sen yok iken ben (bunların açıklamalarına) şahid olmuştum!”. İmrân sonra sözüne şöyle devam etti: “Resûlullah -sallellahu aleyhi ve sellem- bize zekât hususunda şöyle şöyle farz kıldı”. O zaman adam, “Beni ihya ettin, Allah da seni ihya etsin!” dedi. Bu olayı nakleden Hasan el-Basrî demiş ki, “Bu adam, sonunda Müslümanların fakîhlerinden oldu!” (Hâkim, el-Müstedrek, I, 109-110).
Tedvin dönemi nedir?
Bu dönem, daha önce değişik yazı malzemelerine kaydedilerek veya ezberlenerek koruma altına alınmış olan hadislerin kitaplar (dîvânlar) içinde toplandığı dönemdir ve hicrî 1. asrın sonlarından 2. asrın 1. veya 2. çeyreğine kadar süren bir zaman dilimini içine alır.
Aslında değişik sahâbîlerin bildikleri hadisleri onlardan toplayıp yazma faaliyeti daha eskilere dayanır. Abdullah b. Abbâs’ın, sahâbîleri tek tek dolaşarak onlardan sorup öğrendiği hadisleri, yanında taşıdığı yazı malzemelerine yazdığı nakledilir. Bu da bir nevi tedvîn yani toplamadır. Ancak burada tedvînle daha değişik bir durum kastedilmektedir ki bu, hadislerin daha geniş kapsamlı ve bir “kitap/dîvân” içinde toplanmalarıdır. Böyle bir faaliyeti devlet eliyle ilk olarak başlatan kimse, Halîfe Ömer b. Abdülazîz (halifeliği h. 99-101) olmuştu. Bu âdil ve âlim halife, idaresi altındaki muhtelif bölgelerin yöneticilerine mektuplar göndererek bölgelerinde bilinen hadislerin yazılıp gönderilmesini emretmiş, bunun üzerine de hadisler defter defter yazılıp halifelik merkezine gönderilmişti. Bu mühim ilmi faaliyete dönemin birçok âlimi katılmıştı. Ancak onların içinde en büyük gayreti İbn Şihâb ez-Zührî göstermişti. Öyle ki, “İlmi (yani hadisi) ilk tedvîn eden kimse İbn Şihâb’dır!” (Ebû Nu‘aym, Hilyetü’l-evliyâ, III, 363) denmiştir.
Ömer b. Abdülazîz’den önce babası, Mısır valisi Abdülazîz b. Mervân’ın da (ö. 85/704), valiliği esnasında (h. 65-85) hadisleri toplama faaliyetine giriştiğini gösteren bir haber vardır. Buna göre Abdülazîz, Kesîr b. Mürre’ye bir mektup göndermiş ve ondan, Ebû Hüreyre dışındaki sahâbîlerden duyduğu hadisleri yazıp kendisine göndermesini istemişti. Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği hadisleri istememesinin sebebi onların kendisinde bulunmasıydı. Neticesi bilinmeyen bu teşebbüs tedvîn olarak değerlendirilirse, tedvînin başlama tarihi h. 65-85 yıllarına kadar iner.
Bu dönemde yazılan eserlerden hiçbiri günümüze ulaşmamıştır. Muhammed Hamîdullah, ilk dönemlerin yazma eserlerinin hemen hemen hepsinin Bağdad’ın Moğollar tarafından istilası esnasında tahrip edildiğini kaydeder. Gerçi İmam Zeyd b. Ali’nin (ö. 122) Müsned’i günümüze ulaşmış ve basılmıştır. Ancak bu eserin mevcut şeklinin İmam Zeyd’e mi, yoksa eserin râvîsi Ebû Hâlid’e mi ait olduğu tartışmalıdır. Bunun için bu dönemde yazılmış olan eserlerin iç düzenleri hakkında bir bilgiye sahip değiliz. Bununla beraber, gerek ilk çalışmalar olmaları, gerekse müteakip dönemin tasnîf dönemi olması göz önüne alındığında bu dönemde hadislerin kitaplarda, konu, râvî ve sıhhat bakımlarından karışık olarak toplandıkları söylenebilir. Belki belli bir zamandan sonra, namaz, oruç, hac gibi ana konulardaki hadisler müstakil kitaplarda ama yine de kendi içlerinde bir sıraya konulmadan toplanılmış olabilirler. İbn Hacer’in; “(Tâbiûnun son dönemi âlimleri) her konuyu ayrı olarak tasnif ediyorlardı” sözü bunu düşündürmektedir.
Bu dönemde hadislerin rivayetinde sened kullanımı tamamen yerleşmiş ve sened hadisin ayrılmaz bir parçası olmuştu. Artık senedsiz hadis rivayeti, binaya merdiven kullanmadan çıkma olarak değerlendirilecek, sened, hadisçinin sahtekârlara karşı silâhı kabul edilecektir.