aofsoru.com

İslam Sanatları Tarihi Dersi 7. Ünite Özet

Cilt Ve Ebru Sanatı

Giriş

İslâm coğrafyasında sağdan sola yazılan Arap asıllı harfleri kullanan ülkelerde, kitabın sayfa düzeni de sağdan sola doğru olur. Osmanlı Türkleri’nde kitabın başladığı sayfaların önündeki kaba üst kap, bittiği yerdekine de alt kap adı verilir. Üst ve alt kabın kısımları aynıdır. Her iki kap, beraber olarak, Arapça’dan geçen “deffeteyn” adıyla da bilinir.

Kap üstlerine kalıp yardımıyla basılan bölümler şunlardır: Ortadaki beyzî (yumurtamsı) şekilli bölüme şemse denilir.

Kitap boyu kareden dikdörtgene dönüştükten sonra, şemsenin şekli beyzîye çevrilmiş olsa da, üstünde ve altında kalan boşlukları doldurmak için buralara eklenen parçalara salbek (selbek) adı verilmiştir.

Bir kapta, şemse ve salbekin dışında tabii deri olarak bırakılan boşluktan sonraki dört köşeyi bağlayıcı nitelikte yer alan bölümlere köşebend denilir. Şemse, salbek ve köşebend bölümlerinin kenarları önceleri düz bırakılırken, zamanla dendan denilen yuvarlak çıkıntılarla daha cazip hale getirilmiş, bunların çukur yerlerine zermürekkeple küçük tığlar çekilmiştir.

Kenar suyundaki desenler kesintisiz işlendiyse yekpâre su , yuvarlak veya mekik biçimli şekillerle bölündüyse parçalı su (paftalı su) adını alır. Desen yerine hat kullanıldığında buna da kitâbeli su denilir.

Alt kaba bağlı olarak pek çok kitap kabında görülen beşgen şekilli kısım mıkleb adıyla bilinir. Şemse kalıbı mıklebe sığmayacağı için ya kısmen aynı, yahut bir başka yuvarlak küçük kalıp basılır; buna mıkleb şemsesi denilir.

Kitabın boğaz adı verilen kalınlığı ölçüsünde genişliği bulunan kısım da, miklebi alt kaba bağlayan sertâb dır. Sertâb, kitabın boğazını dış tesirlerden de korur. Bu kısmın rahat hareketlendirilmesini temin için her iki uzun kenarında bırakılan, deriden ibaret yumuşak kısımlara dudak denilir.

Doğu cildi, Batı tarzı ciltle aralarında bir karşılaştırma yapılırsa: Kitap gövdesiyle üst ve alt kabın boyları Doğu cildinde aynı olup Batı cildinde kap sırt dışındaki üç tarafından birkaç milimetre taşkınlık gösterir. Doğu’da kitap rafa yatık durumda, birkaç adedi, biri diğerine ağırlık vermeyecek şekilde üst üste yerleştirilir. Şîrâze, Doğu ciltlerinde örme usulüyle yapılır. Batı cildinde üst ve alt kaplarla sırt birlikte hazırlanır, kitap gövdesi yan kâğıdı yardımıyla kap içine yapıştırılır. Doğu’da üst ve alt kap ayrı ayrı taslanıp, sırt (dip) için geniş bırakılmış deri uzantıları (muhat payı) buraya yapıştırılarak tutturulur Batı kitap cildi sırta yapışmadan bombeli olarak bırakılır. Doğu’da ise deri sırt (dip), kitap gövdesine yapışık ve düzdür; herhangi bir yazı veya desen bulunduğuna ender rastlanır.

Ciltlenme usulüne bakıldığında ilk iş olarak, sahtiyan (keçi derisi) veya meşin (koyun derisi), hangi deri cinsi tercih edilecekse, debbâğhânede önceden temizlenip kahverengi, siyah, vişneçürüğü veya ördekbaşı yeşili bir renge ılık banyoda boyanmış olmalıdır.

Derinin tıraşlanması işleminden sonra alt ve üst kap olarak kitabın eni ve boyuyla aynı ölçüde kesilmiş iki mukavvanın üstüne bu deri, sırt dışındaki üç tarafından içeriye kıvrılarak bütünüyle gergin bir şekilde yapıştırılır.

Gömme şemse tekniğiyle yapılacak kaplarda: Yine kitap ölçülerinde olmak üzere, üst ve alt kaplar için ikişer mukavva hazırlanır. Basılacak kalıpların sınırı mukavvaların sadece ikisi üzerinde çizilerek görünür hale getirilir. Dendan çivisi ile bu çizgilerin üstüne çekiçle vurularak kullanılacak kalıpların ölçüsüne göre mukavva üzerinde pencereler açılır.

Gömme şemse için kullanılacak kalıpların hazırlanmasına, tarrah denilen sanatkârlar tarafından desenlerinin çizilmesiyle başlanır. Daha sonraları, bunun yerine dayanıklılığı fazla olan sarı pirinç madeninden kalıplar yapılmıştır. Doğu’nun ortak malı sayılan hatayî gurubu çiçekler, rûmî çeşitleri, bulut gibi tezyinî unsurlar şemse, salbek, köşebend, kenar suyu bölümlerinde yerine ve usulüne göre kullanılmışlardır.

Sırtı tutkallanan cüzler, artık şîrâze örmeğe hazır hâle getirilir. Kitap sırtının üst ve altına, çoğu zaman çift renkle dağılmayı önlemek için örülen şîrâzenin farklı isimlerle anılan çeşitleri vardır: Geçmeli, tek baklava, çift baklava, sağ sol yolu, sıçan dişi, alafranga...Şîrâze örülmeden önce her bir cüzün içinden bir ibrişim atılır. Bundan sonra kitabın sırtına dip kösteği denilen bir deri yastık yapıştırılır, buna dip tutmak denilir. Evvelden hazırlanmış olan kaplar, dipteki uzantılarından kitabın sırtına önce alt kap, sonra da üst kap sırasıyla bağlanır. Bunun için cendere denilen âlet kullanılır.

Birbirinden ayrı iki tarz tezyinî :

  1. Ezilip jelatinli suyla karıştırılarak elde edilen zermürekkep (altın mürekkebi) ile deriyle kaplanmış kabın üzerine fırçayla desenler işlenilip parlatılır. Bunlara yazma kap veya yazma cilt adı verilir. Bu usule bağlı olarak üç farklı uygulama daha görülür:
    • Masif altınlanmış desenlerin üzerinde yekşah demiri yürütülerek çukurlaştırılan ince kanallar açılırsa buna yekşah kap denilir.
    • Zermürekkeple kabın üstüne kafes tarzında geometrik çizgiler çizilip kesişen yerler nokta demiriyle çukurlaştırılırsa buna zilbahar kap denilir.
    • Bilhassa XIX. yüzyılda zermürekkep ve gerektiğinde ilâve renklerle ve fırçayla işlenen Batı tarzı çiçeklerin yer aldığı yazma kaplara da şükûfe cilt (şükûfe kap) denilmektedir.
  2. Kalıbın, belirli kısımlara oturtulacağı derinliğe sahip, deriyle kaplanmış olan kitap kabına yapılan uygulama. Çeşitleri:
    • Motifler altın sürülmeden deri renginde bırakılırsa, buna soğuk şemse denilir.
    • Kalıp basılmakla çökertilmiş yerlere fırçayla zermürekkep sürülüp buralar zermühre ile parlatılırsa, kabartma olan desenler deri rengiyle bırakılmış olur. Buna alttan ayırma şemse denilir .
    • Kabartma desenlere altın sürülüp, çökertilen kısımlar deri haliyle kalırsa, buna üstten ayırma şemse adı verilir.
    • Kalıpla basılmış desenlerin hem girintili hem çıkıntılı yerlerine fırça ile zermürekkep sürülüp parlatılırsa buna mülemma‘ şemse denilir .Eğer desen kabın bütününü kaplıyorsa buna mülemma‘ kap adı verilir.
    • Şemse kalıbını basmak yerine, evvelce hazırlanmış basılı şemse, salbek ve köşebendlerin, düz deri kabın üzerinde gerekli yuvalar açılarak, buralara yerleştirilip yapıştırılması
    • Kitap kabında deri renginden başka, fazladan bir veya birkaç renk de yer alıyorsa böyle kaplara mülevven şemse adı verilir.
    • Desenler kabın bütününü kaplıyorsa bunun adı sıvama veya yekpâre kap olur..
    • Kabın üstünde desenin belirli noktalarına çakma yoluyla kıymetli taşlar da yer alıyorsa murassa‘ kap adını alır.
    • Desenler mukavvaya henüz yapıştırılmamış olan deri üzerine altın iplikle işlendiyse zerdûz, gümüş iplikle işlendiyse sîmdûz kap denilir.
    • Kabın iç tarafında kullanılan deri üzerindeki desenler oygu şekliyle işlenmişse ve sonra, zemini zermürekkep veya boya ile renklendirilmiş olan mukavva üzerine yapıştırıldıysa, buna müşebbek şemse denilir .
    • Kabın etrafı yaklaşık 1 cm. genişliğinde deriyle çevrilmekle beraber, ortası ebru kâğıdıyla kaplanmışsa, buna ebru kap denilir.
    • Ebru kâğıdı yerine kadife cinsi kumaş kaplanmışsa buna kumaş kap adı verilir.
    • Ruganî kap yapılmak istenirse, etrafı ince deri, üstü kâğıt ile kaplanmış kabın zeminine üstübeçle astar çekilir.

Hem işlenen nakışlara albeni kazandıran, hem de dış tesirlerden koruyan rugan maddesi dolayısıyla bunlara ruganî (son devirde de lake) kap denilmiştir . XVII-XVIII. yüzyıllarda bu tarz Edirne’de yaygın olduğu için Edirnekârî kap adıyla da bilinir.

Ciltlenmiş kitabın dış tesirlerden muhafazasını temin için kutu görünümünde, yanda kapağı bulunan mahfazalar da yapılmıştır. Kitap muhafazası denilmesi yanlıştır, doğrusu “kitap mahfazası” dır.

Cilt sanatının tarihi seyrine bakıldığında Türklerde cilt sanatının iki safhası vardır:

  1. İslâmiyet’e giriş öncesi: Doğu Türkistan’daki Uygur Türkleri’nden kalma bazı eserlerde, sanki sonradan geliştirilen ciltleme tekniğinin ilkel şeklini hatırlatan izlere rastlanmıştır.
  2. İslâmiyet’in doğduğu saha olan Güney Arap yarımadasında dericilik ilerlemiş olmasına rağmen, bunun kitap kaplarında kullanılışı Mısırlı Hristiyan Koptlarla başlamıştır. İslâm’dan sonra da Mısır, bu sanatta ilk hatırlanacak ülkedir.Tolunoğulları, Memlükler gibi Mısır’da hüküm süren Türk devletleri kitap kaplarında geometrik desenlerden başka, soğuk damga veya ısıtılmış aletlerle deri üzerinde baskılı şekiller, hatta kitâbeli kuşaklar oluşturuyorlardı. İslâm tarihi boyunca hat ve buna bağlı olarak bezeme ve cilt sanatlarına bu derecede önem verilmesi, Kur’ân-ı Kerîm’in en güzel ve mükemmel şekliyle mushaf hâline getirilmesi gayesinden kaynaklanmıştır.

Asya kıtasında cilt sanatı denilince Timurlular’ın bıraktığı Herat ciltleri hiç unutulmayacak örneklerdir. Timur’un torunu Baysungur (1397-1433) “Kitaphâne” ismiyle kurduğu sanat atölyesinde hat, tezhip, minyatür gibi sanat dalları arasında mücellitliği de ön planda tutmuştur.

Tebriz, Şîraz ve İsfahan merkezlerinde, kalıpla basılarak yapılan kitap kapları da, ruganî cinsleri gibi göz alıcıdır. Anadolu Selçukluları devrinden zamanımıza intikal eden cilt örnekleri fazla değildir.

Osmanlı devri kitap kaplarının ilk örneklerinde Selçuklu tesiri belirgindir. Fâtih Sultan Mehmed devrinde (1451- 1481) yapılan ciltlerde Timurlu, Akkoyunlu ve Karakoyunlu tesirleri de görülür. Sultan II. Bâyezid döneminde (1481-1512) saray çevresindeki nakkaşhânenin imâlatı olan enfes kitap kapları görülür. Kanûnî Sultan Süleyman (1520-1566) ve kitap meraklısı Sultan III. Murad (1574-1595) devirlerinden şahane örnekler zamanımıza gelmiştir. Kabın üstünün tamamen desenlerle dolu olması yerine, arada boşluk bırakmayı tercih eden Osmanlı mücellitleri şemse, salbek, köşebend ve gerektiğinde kenar suyu bölümlerinin yer aldığı kapları tercih etmişler, farklı ve bol desenli kalıplar kullanmışlardır.

XVIII. yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı tahtında yirmi yedi yıl kalan Sultan III. Ahmed (1703-1730) Topkapı Sarayı’nda müstakil kütüphane inşa ettirecek derecede bir kitap tutkunudur. Artık Batı ile yüzyüze gelen Osmanlı sanatında bunun tesirleri görülmeye başlamakla beraber, yine de kimliğini koruyan şaheserler verilir.

XIX. asır, klasikle münasebetlerin tamamen koparıldığı bir çağdır. Artık işin kolayına kaçıldığı için yazma kap tarzı daha yaygındır. Zilbahar adıyla bilinen basit uygulamanın yanı sıra, şükûfe kaplara da daha çok rastlanır.

Sair sanatları da içine alan ehl-i hiref (sanat ehli) teşkilâtında Cemâat-i Mücellidân-ı Hâssa (padişaha mahsus mücellitler topluluğu) adıyla anılan mücellitler, şâkirdleri (çırakları) ile sanatlarını icra ederlerdi. Aralarında sermücellit (mücellitbaşı), serbölük, seroda, serkethüda, kethüda unvanlarıyla rütbelendirilenleri vardı.

Sermücellitlerin bazıları sıralanırsa: Yedikuleli Alâeddin, Mehmed Çelebi, Süleyman Çelebi (XVI. yüzyıl); Karamehmed, Abdi, Mehmed Yâdigar, Pîr Dâvud, Câfer Eyyûbî, Ali Yûsuf, Süleyman (XVII. yüzyıl); Hasan, Mehmed Halîfe, Hâtif Ali (XVIII. yüzyıl).

Ruganî kap yapanlar arasında Yûsuf Mısrî, Ali Üsküdarî, Ahmed Hazine, Çâkerî XVIII. yüzyıldan hatırlanacak mühim isimlerdir.

Yukarıda ismi verilenler dışında kayda değer Osmanlı mücellitleri şunlardır: Solak Süleyman, Hüseyin Çelebi, Mustafa Çelebi, Hacı Said, Âşık Osman, Kasımpaşalı Hâfız, Kasımpaşalı Tosun, Salih, Râgıp, Hacı Ahmed, Tevfik, Hidâyet, Nûreddin, Kadri…

Klasik ciltin unutulduğu son yüzyılda bunu Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğreten Bahaddin Tokatlıoğlu (1866-1939), Necmeddin Okyay (1883-1976), Sacid Okyay (1914-1999) sıralanabilir. Bugün aynı mesleği İslâm Seçen (d.1936) ve onun yetiştirdikleri yürütmektedir.

Ebru

Ebru, kitreli su üzerine serpilen boyalarla bezenmiş kâğıt ve bunu hazırlama sanatıdır. VIII. asırdan itibaren Çin’de liu-şa-şien, XII. asırdan itibaren Japonya’da suminagaşi adıyla sulu vasatta yapılan bir takım çalışmaların mevcudiyeti, daha sonraki asırlarda Çağatay Türkçesiyle ebre adını alarak Türkistan’da ortaya çıkan bu sanatın tarihî gelişimi hakkında, müphem de olsa bir fikir vermektedir. Osmanlı ülkesinde de revaç bulan aynı isim, telaffuz zorluğundan dolayı son yüzyılda Türkçe’de ebruya dönüşmüştür. Şimdilerde ebruculuğun İran’daki ismi ebrbâddır.

XVI. asır ortalarında ebruculuk, Hindistan üzerinden İran’a ve sonra da İstanbul’a kadar yayılmıştır. Aynı yüzyılın sonlarında, İstanbul’dan Avrupalı seyyahlar tarafından kendi memleketlerine götürülen ebru kağıtları önce Almanya’da, sonra da Fransa ve İtalya’da mermer kâğıdı veya Türk mermer kâğıdı , hatta sadece Türk kâğıdı adıyla tanınıp benimsenmiş ve oralarda da yapılmaya başlanmıştır. Bu sanat, su üzerine boyaların serpilmesiyle gerçekleştirilir.

Âlet ve malzemeler şu şekildedir:

Boyalar: Ebruculukta tabiattaki renkli kaya ve topraklardan elde edilen ve toprak boya denilen boyalar kullanılır; bunlar suda erimez ve yağ barındırmazlar. Önce dövülerek sonra da mermer üstünde biraz su ilâvesiyle dış bükey bir el taşı (dest-seng) ile inceltilerek bu boyaların zerrelerine ayrılmaları sağlanır. Klasik ebruculukta kullanılan boyalar:
Sarı renk için zırnık (arsenik sülfür); mavi renk için çivit ağacından elde edilen ve en makbûlü Pakistan’ın Lahur (Lahor) şehrinden gelen Lâhur çividi; siyah renk için is mürekkebinin de ana maddesi olan balmumu isi veya beziryağı isi; lâciverd renk için Afganistan’daki Bedahşan’dan gelen ve lâcivert taşı (lapislazuli) adıyla bilinen Bedahşî lâciverdi; beyaz renk için isfidaç (üstübeç, bazik kurşun karbonat); tuğla kırmızısı renk için gülbahar (demir oksitleri fazla olan bir toprak boya cinsi); morumsu vişneçürüğü renk için Hindistan’da bazı dalların üstünde şebnem şeklinde oluşan lök (lak) maddesi; tütün rengi için Çamlıca toprağı.

Ebru Teknesi: Kullanılacak kâğıdın en ve boyuna uygun ölçüde ve 6 cm. derinliğinde, çinko veya galvanizden hazırlanmış, dikdörtgen şeklinde bir teknedir.

Kitre: Teknenin içine konulacak suya kıvam vermek, böylece serpilen boyaların çökmesini önlemek için kullanılan ve geven isimli çalı sınıfından bir Anadolu bitkisinin salgısı olan bu madde, krem renginde düzgün olmayan plakalar veya şeritler halindedir . Kitre yerine keten tohumu, sahlep, ayva çekirdeği, hilbe (boy tohumu) gibi maddeler de Osmanlı ebruculuğunda kullanılmıştır.

Öd: Kitreli suyun üstüne serpilen renklerin dibe çökmemesi ve birbirine karışmadan yayılması lâzımdır.

Fırça: Gül ağacından kesilip çıkarılmış ince ve düz bir çubuğun çevresine gevşek olarak sarılmış at kuyruğu kılından yapılma fırçalar kullanılır.

Tarak: Tahta çıta üstüne belirli sıklıktaki ince çiviler saplanmakla taraklı ebru yapılmasında kullanılacak tarak hazırlanmış olur.

Tel çubuk: Serpilmiş boyalara şekil vermek için ince, boya damlatmak için kalınca tel (biz) çubuk kullanılır.

Tekneye konulan, evvelden hazırlanıp süzülmüş kitreli suyun üstüne, öd ilâve edilmiş olan boyalar, fırça yardımıyla ve her tarafa aynı sıklıkta serpilmeye başlanır; renkler suyun sathına bulut kümeleri gibi yayılır. Her yeni atılan renk, içindeki öd miktarına göre daha evvel atılanları itip sıkıştırarak kendisine yer açar, bu tarzdaki ebruya battal ebrusu adı verilir . Aynı tarzın somaki mermerini hatırlatan renkle yapılan cinsine somaki ebrusu denilir.

Renkler battal ebrusu hazırlar gibi serpildikten sonra, ucu kitreli suya dokundurulmak şartıyla ince tel çubuk önce yukarıdan aşağıya veya sağdan sola, sonra da diğer yönde keskin ve muntazam hareketlerle bütün satıhta yürütülürse, ortaya çıkan ebruya tarama (gelgit) ebrusu, tel çubuğun hareketleri düzensiz ve dâiremsi olursa şal örneği, tel çubuk yardımıyla kenardan merkeze doğru helezonî hareketler yapılırsa mutaf ebrusu veya bülbül yuvası adıyla anılan ebrular elde edilir.

Teknedeki kitreli su kullanılıp kirlendikçe serpilen renkler bazen kum gibi noktalanmaya başlar, buna kumlu ebru adı verilir. Bu noktalar v harfi şeklinde olursa o zaman kılçıklı ebru denilir. Hafif renkler serpilerek yapılırsa, hafif ebru adıyla anılır.

Bir ebru çeşidi daha vardır ki, Osmanlı devrinin tanınmış ebrucularından Ayasofya Camii hatibi Mehmed Efendi’nin (ö.1773) buluşu olduğu için hatip ebrusu adıyla bilinir. Hattat Necmeddin Okyay (1883-1976) eliyle, tabiî şekline en yakın çiçekli ebruların (lâle, karanfil, hercaî menekşe, gelincik, gonca gül, kasımpatı, sümbül) yapılması başarılmış; Okyay’ın öğrencisi Mustafa Düzgünman da (1920-1990) bu çiçek çeşitlerine papatyayı eklemiştir. Çiçekli ebrular, sanat tarihimizde Necmeddin ebrusu adıyla tanınır.

İstenilen tarzda hazırlanan ebru, teknenin üstüne sağ veya soldan yavaşça yatırılan ve 15 saniye kadar bekletilen kâğıda bütün güzelliğiyle geçer. Ebruyu yapandan tarafa olan iki köşeden tutulup kaldırılan kâğıt öne doğru çekilir ve uzun çıtalar üstüne serilerek gölgede kurumaya bırakılır.

Teknede yapılan nakışlar ancak bir tek kâğıda geçirilebilir, daha başka kâğıda alınamaz. Her ebru, asla kopya edilemeyecek bir sanat eseridir.

Necmeddin Okyay’ın buluşu olarak XX. yüzyılın Türk hat sanatında yer alan yazılı ebrular vardır. Eski yazma kitaplarda kâğıttaki yazı sahasının ayrı, etrafının ayrı renge boyanmasına akkâse, böyle kâğıtlara da akkâseli kâğıt denilir.

Osmanlı ebru sanatkârlarını şöyle sıralamak mümkündür: Şebek Mehmed Efendi: Ebru hakkındaki en eski yazma olan 1017 (1608) tarihli Tertîb-i Risâle-i Ebrî’de bu şahsın hayatta olmadığından bahsedilişi, onun XVI. yüzyılda yaşadığını göstermektedir.

Hatib Mehmed Efendi: Nisan 1773’te Hocapaşa semtindeki evinde çıkan yangın sonucu, eserleriyle birlikte kendisi de yanan Ayasofya Hatibi Mehmed Efendi tarihimizde ebruculuk denilince ilk hatırlanacak isimlerdendir. Battal, şal örneği, tarama, taraklı ebru cinslerinde gösterdiği olağanüstü renk ve desen zevkinin yanında, daha önce anlatılan hatib ebrusu da hâlâ onun lâkabıyla anılmaktadır.

Şeyh Sâdık Efendi: Buhârâ’da öğrendiği ebruculuğu, Üsküdar’daki Özbekler Dergâhı’nda şeyh olarak bulunuşuyla İstanbul’a taşıyan Sâdık Efendi 1846’da vefat etmiştir.

Hezarfen İbrahim Edhem Efendi: (1826-1904) Üsküdar Özbekler Dergâhı’nda doğan Şeyh Edhem Efendi çeşitli sanat ve zenaat dallarındaki başarısından dolayı hezarfen (bin sanat sahibi) lâkabıyla anılır.

Ebru kâğıdı, geçmiş asırlarda yazma kitapların ciltlenmesinde (ebru kap) ve yan kâğıdı olarak, bundan başka kıt‘a ve levhaların iç ve dış pervazlarında, ayrıca koltuk denilen kısımlarında çok kullanılmıştır.

XVII. asırdan itibaren Batı âleminin de ilgisini çeken ebruculuk üzerine Roma’da 1646 yılında “Türk kâğıdı” olarak belirtildiği ilk yayından beri pek çok eser yazılmıştır. Ebruculuk, devrimizde de şevkle devam ettirilen nâdir Osmanlı sanatlarından biridir.


Yukarı Git

Sosyal Medya'da Paylaş

Facebook Twitter Google Pinterest Whatsapp Email