İktisat Tarihi Dersi 7. Ünite Özet
Sanayileşmenin Yayılması Ve Etkileri
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Sanayileşmenin Yayılması
Sanayi Devrimi 18. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de başladı ve 19. yüzyıl boyunca Avrupa’nın diğer kısımlarına yayıldı. Sanayileşme farklı bölgeleri değişik zamanlarda etkiledi. Sanayi Devrimi’nin özünü oluşturan mekanizasyon, iki yüzyıl boyunca sürekli olarak yeni coğrafi alanlara ve yeni sanayilere girdi.
Sanayi Devrimi, Tarım Devriminin aksine çok kısa sürede yayılma gösterdi. 1850’ye kadar Belçika, Fransa, Almanya, İsviçre ve ABD; 1900’lere doğru ise Kuzey İtalya, Rusya ile Japonya sanayileşmeye başladı. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında ise Asya’nın önemli bir kısmı sanayileşme sürecine katıldı. Böylece sanayileşmenin başlangıcından iki yüzyıl sonra dünya nüfusunun yarısı modern ekonomik büyüme ile tanışmış oldu.
19. yüzyılın ortalarına kadar sanayileşme açısından kömür kaynakları önemliydi. Nitekim Belçika’nın sanayileşmesi, kömür kaynaklarının zenginliği ile yakından ilgiliydi. Ancak 19. yüzyılın ortalarından itibaren kömürün taşıma maliyetinin düşürülmesi ve alternatif enerji kaynaklarının ekonomik kullanımı ile kömür yatakları sınırlı bölgelerin de sanayileşmesi mümkün oldu.
19. yüzyıldaki sanayileşme tecrübeleri arasında önemli bölgesel farklılıklar görülmüştür. Bu yarışa katılan ülkelerin sanayileşme hızı, sanayileşme potansiyelleri ile sanayileşme düzeyleri arasındaki farka bağlı olmuştur. Bir başka ifadeyle geri kalmışlığın avantajını iyi kullanabilen disiplinli ve özverili toplumlar çok daha hızlı ve başarılı bir sanayileşme süreci yaşamışlardır. Sanayileşmeye İngiltere’den daha sonra başlayan ülkeler hem avantajlı, hem de dezavantajlı bir durumdaydılar.
Avantajları önlerinde izleyecek açık bir örneğe sahip olmalarıydı. Bir ülke sanayileşmeye geç başladığı ölçüde yararlanabileceği teknolojik bilgi hacmi daha geniş ve kendinden önce gelenlerin başardığı üretkenlik düzeyine ulaşabilmek için katlanacağı zaman alıcı ya da boşa giden tecrübenin maliyeti çok daha azdır. Öte yandan ilk sanayileşen ülke olarak İngiltere rekabetin mevcut olmadığı bir ortamda bunu başarmıştı.
Yeni sanayileşen ülkelerin dezavantajları İngiltere gibi büyük bir sınai güçle rekabet etmek zorunda kalmalarıydı. Buna rağmen 1870’lere doğru Almanya, İngiltere’ye rakip bir sınai güç olarak ortaya çıktı. Yüzyılın sonunda Alman sanayii, pek çok alanda İngiltere’yi geride bıraktı ve sınai kapasite ve organizasyon bakımından Avrupa’da ilk sıraya yükseldi.
ABD de, 1890’lara doğru Almanya gibi güçlü bir sanayi ülkesi haline geldi. 1750 ’de dünya sanayi üretiminin dörtte üçü Avrupa dışındaki ülkelerde gerçekleşiyordu. Dünya sanayi üretimi içinde Çin’in payı üçte bir, Hindistan’ın payı ise dörtte birdi. 1913’te ise dünya sanayi üretimi içinde Hindistan’ın payı sadece %1.4 ve Çin’in payı %3.6 iken Avrupa ve Kuzey Amerika’nın payı %89.8 düzeyine yükselmişti.
İngiltere
İlk sanayi devleti olan İngiltere, 19. yüzyılda dünyanın en önde gelen sınai ve ticari gücüydü. 1815’te İngiltere, toplam dünya sınai üretiminin dörtte birini gerçekleştiriyordu; toplam uluslararası ticarette dörtte bir ile üçte bir arasında değişen bir paya sahipti. İngiltere, 19. yüzyılın büyük bir bölümünde bu sınai ve ticari üstünlüğünü korudu.
1870’lere gelindiğinde hala uluslararası ticaretin ve dünya üretiminin üçte biri İngiltere’nin elindeydi. Ancak 1880’lerde ABD ve 20. yüzyılın başında Almanya, toplam sınai üretimde İngiltere’yi geride bıraktı.
Birinci Dünya Savaşı arifesinde ise İngiltere ticari liderliğini korumakla birlikte artık toplam dünya ticaretindeki payı altıda bire düşmüştü ve Almanya ile ABD bu açıdan onu yakından izliyordu. Organik kimya, elektrik, optik ve alüminyum gibi yüksek teknolojili sanayilerde yeniliklerin çoğu İngiliz mucitlere ait olmasına rağmen, İngiltere’ye gecikmeli ve gönülsüz bir şekilde aktarılması, müteşebbis başarısızlığının bir göstergesiydi. Hatta İngiltere’nin liderliğini yaptığı pek çok temel sanayide bile İngiliz müteşebbisleri yeniliklere kayıtsız kalmışlardı: Mesela dokuma sanayiinde ABD’de ve Kıta Avrupa’sında icat edilen daha üstün iplik ve dokuma makinelerinin İngiltere’ye girişine uzun süre mukavemet etmişlerdi.
İngiliz sınai gelişme hızının yavaşlığı ve teşebbüs yetersizliği, kısmen İngiliz eğitim sisteminin geriliğiyle de alakalıydı. Bütün bunlara rağmen 1850 ile 1914 arasında İngilizlerin kişi başına reel gelirleri 2.5 katına çıkmıştı. 1914’te ortalama gelir düzeyinde bir İngiliz, Avrupa’nın en yüksek hayat standardına sahipti.
ABD
19. yüzyıldaki en çarpıcı ekonomik büyüme örneklerinden birisi ABD’nin ekonomik gelişmesiydi. 1790’da 4 milyon insanın yaşadığı bu ülke 1870’te 40 milyon nüfusa ulaşmıştı. Bu, Rusya dışında Avrupa’nın tüm ülkelerinin sahip olduğundan daha büyük bir nüfustu.
1915’te ise nüfus 100 milyonu aştı. Nüfus artışının nedeni oldukça yüksek hızlı doğal nüfus artışı yanında Avrupa’dan yapılan kitlesel göçlerdi. Ülkeye gelen göçmenlerin sayısı 1820-25’lerde yıllık olarak 10.000’den daha azken, 20. yüzyılın başlarında 1 milyonu aşmıştı. Ülkenin gelir ve serveti nüfusundan çok daha hızlı arttı.
1500-1820 döneminde Kuzey Amerika dünyada kişi başına gelirlerin en hızlı arttığı bölge olarak Batı Avrupa’nın gelir düzeyini yakaladı. Toprağa ve diğer kaynaklara göre emeğin nispi kıtlığı, yüksek ücretlere ve dolayısıyla Avrupa’dan daha yüksek bir hayat standardına yol açtı.
ABD’de 1860-69’da kişi başına düşen tarım alanı İngiltere’dekinin 10 katı idi. Geniş topraklar ve zengin doğal kaynaklar, ABD’nin Avrupa’dan çok daha yüksek bir kişi başına gelir düzeyine ulaşması için yeterliydi.
Hızlı teknolojik gelişme ve artan bölgesel ihtisaslaşma, ABD’nin ekonomik büyüme oranı itibariyle de Avrupa’yı geride bırakmasına yol açtı. 19. yüzyıl boyunca zirai ürünler Amerikan ihracatına hakimdi.
Ancak 1880’lerde tarım dışı iş gücü, tarımda çalışanların sayısını ve sonraki 10 yıl içinde de sınai gelirler zirai gelirleri aştı. 1890’larda ABD dünyanın en güçlü sanayi ülkesiydi. 1913’te dünya gayrisafi hasılasında %17 gibi önemli bir paya sahip olan ABD ekonomisi en zengin ekonomiydi.
Almanya
Almanya; İngiltere, ABD, Belçika ve Fransa’dan daha sonra sanayileşme yarışına giren bir ülkeydi. Almanya 19. yüzyılın ilk yarısında politik olarak bölünmüş, geri ve yoksul bir tarım ülkesiydi. Bazı küçük sanayi merkezleri vardı ancak bunlar el sanayii düzeyindeydi. Taşıma imkânlarının yetersizliği ekonomik gelişmeyi engelliyordu. Politik bölünmüşlüğün sonucu olan ayrı para sistemleri ve para politikalarıyla diğer ticari engeller gelişmeyi daha da geciktiriyordu. 19. yüzyıl başında Almanya 40 civarında gümrük tarifesi bölgesine ayrılmıştı.
Alman Gümrük Birliğinin Doğuşu ve Etkileri
19. yüzyıl Alman ekonomik tarihi kabaca üç döneme ayrılabilir. İlki yüzyılın başından 1833’te Zollverein’in teşekkülüne kadar süren dönemdir. Bu dönemde İngiltere, Fransa ve Belçika’da olan ekonomik değişmelerin farkına varıldı ve modern sınai düzene geçişin fikri ve hukuki şartları oluşturuldu.
1870’lere kadar süren ikinci dönemde bilinçli bir taklit ve ödünç alma politikası ile sanayi, taşımacılık ve maliye alanlarında modern bir yapının maddi temelleri atıldı. Son dönemde ise Almanya Kıta Avrupa’sının sınai liderliğine yükseldi.
Bütün bu dönemlerde yabancı etkisi önemli rol oynadı. Başlangıçta değişmeler kadar etkiler de fikri ve hukuki idi. İkinci döneme yabancı sermaye, teknoloji ve teşebbüs akışı damgasını vurdu. Son dönemde ise Alman sınai gelişmesinin yabancı pazarları etkilemesi söz konusuydu.
Almanya’nın ekonomik gelişmesi açısından önemli bir dönüm noktası, 1833’te Prusya’nın önderliğinde, Alman devletleri arasında kelime olarak gümrük birliği anlamına gelen Zollverein ’in kurulmasıydı. Bu sayede ülke içinde tüm iç gümrük engelleri kaldırılmış, bir Alman ortak pazarı yaratılmış ve dışa karşı ortak bir gümrük tarifesi uygulanmaya başlanmıştı.
Birleşik bir Alman ekonomisini mümkün kılan Zollverein ’di. Ancak onu fiilen gerçekleştiren demiryollarıydı. Alman devletleri arasındaki rekabet, demiryollarının hızla gelişmesini sağladı. Demiryolları ülkeyi bütünleştirmesi, iç ve dış ticaretin gelişmesini teşvik etmesi yanında sanayinin gelişmesine de çok büyük katkıda bulundu.
Alman Sanayiinin Özellikleri kısaca şöyle sıralanabilir:
- Alman sanayiinin en dinamik sektörleri yatırım ve ara malları üreten sektörlerdi.
- Alman sanayiinin nihai bir özelliği de kartellerin ekonomiye hakim olmasıydı. Karteller fiyatların tespiti, üretimin sınırlandırılması, pazarların paylaşılması gibi tekelci uygulamaların gerçekleştirilebilmesi için bağımsız firmalar arasında yapılmış anlaşmalardı.
Fransa
Geçmiş literatürde Almanya’nın sanayileşmesi başarılı, buna karşılık Fransa’nın sanayileşmesi başarısız bir örnek olarak değerlendirilmiştir. Ancak yeni çalışmalar bu değerlendirme yanlışının, Fransız ekonomik büyümesinin İngiltere’den ve diğer ilk sanayileşen ülkelerden farklı özellikler göstermesinden kaynaklandığını ortaya koymuştur.
Fransız Ekonomisinin Özellikleri
Fransız ekonomik büyümesi bazı kendine özgü özellikler göstermiştir:
- Fransa sanayileşen ülkeler arasında en düşük şehirleşme oranına sahip olanıdır.
- Fransız ekonomisinin ikinci özelliği işletmelerin ölçeğiyle ilgiliydi.
- Fransız ekonomisinin son bir özelliği de doğal kaynaklar açısından nispeten yoksul olmasıydı.
Rusya
20. yüzyılın başında Rus İmparatorluğu, nüfus ve toprakları itibariyle Avrupa’nın en önde gelen ülkesiydi. Toplam rakamlar ölçü alındığında ekonomik olarak da oldukça büyüktü. Toplam sınai üretim bakımından dünyada ABD, Almanya, İngiltere ve Fransa’nın ardından beşinci sırada bulunuyordu. Başta pamuk ve keten olmak üzere yaygın bir dokuma sanayii yanında kömür, ham demir ve çelik gibi ağır sanayilere sahipti. Petrol üretiminde ABD’nin hemen ardından geliyordu.
Japonya
19. yüzyılda sanayileşme yarışına katılan bir diğer ülke Japonya idi. Japonya’yı sanayileşme tecrübesi açısından ilginç kılan önemli özelliği tamamen Batı geleneği dışında olduğu halde oldukça erken bir tarihte sanayileşmeyi başaran tek ülke olmasıydı.
Meiji Dönemi ve Japonya’nın Sanayileşmesi
1853 ve 1854’te ABD’nin askeri tehdidiyle Japonya, dışa kapalılık politikasını değiştirerek Batı ülkeleriyle diplomatik ve ticari ilişki kurmak zorunda kaldı. Bu ülkelere tanınan imtiyazlar, Japon hükümetinin %5’ten daha fazla gümrük vergisi koymasını yasaklıyor ve yabancılara Japon yasalarına tabi olmama imkânını tanıyordu. Batı nüfuzu karşısında hükümetin çaresiz kalması, ülkede yaygın yabancı düşmanı ayaklanmalara neden oldu. Siyasi gelişmeler sonucunda daha önce temsili bir nitelik taşıyan imparator yönetimin en güçlü kişisi durumuna geldi. 1867’de genç, ihtiraslı ve akıllı bir imparator olan Mutsihito iktidarı eline geçirdi. Modern Japonya, 1912’ye kadar hüküm süren bu imparatorun yönetiminde (Meiji dönemi ) doğdu.
1850’lerin geri ve geleneksel Japon ekonomisinin, Birinci Dünya Savaşı öncesinde büyük bir sınai güç haline gelmesi şaşırtıcı bir olaydır. Japonya’nın gayrisafi milli hasılasında 1870’lerden savaş arifesine kadar görülen ortalama yıllık %3 oranındaki büyüme, Avrupa ülkelerinin üzerinde ya da en azından onların düzeyindeydi. Ayrıca bu büyüme nispeten istikrarlıydı. Bazı dalgalanmalar görülmekle birlikte ABD’de ve Avrupa’daki şiddetli depresyon ve durgunluklarda olduğu gibi ekonomik büyüme oranı, Japonya’da hiçbir zaman sıfıra inmedi.
19. Yüzyılda Osmanlı Ekonomisiyle İlgili Gelişmeler
Osmanlı Devleti’nin son 150 yıllık siyasal tarihini iki etki şekillendirmiştir:
- Türk olmayan unsurların milli bağımsızlık hareketleri ve
- Büyük güçlerin sürekli baskıları.
Bu tehlikelere karşı koymak için imparatorluk kendini sürekli savaş içinde bulmuştur. 19. yüzyılda Fransa bir yana bırakılırsa imparatorluk dünyanın diğer herhangi bir ülkesinden daha sık savaş içinde kalmıştır. Bu çatışmaların maliyeti bile tek başına bu dönemdeki ekonomik gelişmenin yetersizliği için yeterli bir açıklama sağlar. Bütün savaşlar yenilgi ile sonuçlandı. Sonuç devletin sınırlarının devamlı küçülmesiydi.
1800’de 3 milyon km2 ’lik bir alana yayılan imparatorluk, 1880’de 1.5 ve 1914’te de 1.3 milyon km2’lik alana sahipti. Bu ayakta kalma mücadelesinde Osmanlılar kurtuluşu modernleşme ve merkezileşmede buldular. Modernleşme gerekli insani ve ekonomik kaynakları ortaya çıkartacak, merkezileşme ise hükümete olayların kontrolünü eline geçirme ve kaynaklardan daha fazla pay alma imkânını verecekti.
Geleneksel olarak Osmanlı yönetimi ithalatı teşvik edici, buna karşılık ihracatı engelleyici bir politika izliyordu. İster merkantilist ister serbest ticaret taraftarı olsun çağdaş kişileri şaşırtan bu politika ordu ile bürokrasinin menfaatlerinin çiftçi, esnaf ve tüccarın çıkarlarından daha üstün tutulmasının bir sonucuydu. Ayrıca İstanbul’un ve diğer şehirlerin ihtiyaçları, imparatorlukta Avrupa’ya göre fiyatların düşüklüğü nedeniyle Avrupa ile olan ticaretteki ihracat fazlası ve ithalat üzerindeki gümrük vergilerinin imparatorluk maliyesi içindeki önemi de bu politikayı etkileyen ekonomik faktörlerdi. 18. yüzyılın sonlarına kadar ithalat ve ihracat üzerinde %3’lük ortak bir sabit vergi tarifesi uygulanıyordu. Fakat zamanla Osmanlı parasının önemli ölçüde değer yitirmesi ve fiyatların yükselmesi gümrük vergilerinin reel gelirlerinin büyük ölçüde düşmesine yol açtı. Buna karşı başvurulan tedbir ise ihracat malları üzerindeki tekellerin ve yasakların sayısının artırılması ve böylece yeni gelir kaynaklarının yaratılması oldu.
1838’de İngiltere ile imzalanan ticaret anlaşması tüm tekelleri kaldırırken İngiliz tüccarına imparatorluğun tümünde her malı satın alma izni verdi. Anlaşma ithalatın %3, ihracatın %12 ve transit ticaretin %3 oranında vergilendirilmesi esasını getirdi. Ayrıca İngiliz tüccar, ithalatçılar tarafından ödenen diğer iç gümrüklere karşılık olmak üzere %2 ek bir vergi ödeyecekti. 1838’den sonra diğer Avrupa ülkeleriyle de benzer anlaşmalar imzalandı. 1838’den sonra Osmanlı dış ticaret rejimi, dünyanın en liberal ticaret rejimlerinden biriydi. İthalat, ihracattan daha hızlı yükseldiğinden aleyhte bir dış ticaret dengesi söz konusuydu. İthalat açısından dönemin ilk yarısındaki en çarpıcı artış dokuma ürünlerinde, özellikle pamuklu dokumalardaydı.
Osmanlı hükümeti 1856’da Avrupa piyasalarından ilk borcunu almak zorunda kaldı. Devletin borçlanma ihtiyacı daha sonraki yıllarda da artarak devam etti. Çünkü devlet harcamaları ile gelirleri arasındaki dengesizlik kronik hale gelmişti. Bu açıklar iç ve dış borçlanma yolu ile kapatılmaya çalışıldı. 1860 ve 1870 arasında dış yükümlülükleri aşırı boyutlara ulaşan Osmanlı Devleti 1876’da iflasını ilan etmek zorunda kaldı.
1881’de Düyun-u Umumiyye İdaresi kuruldu. Düyun-u Umumiyye’nin onayıyla demiryolları için ve diğer amaçlarla yeni borç sözleşmeleri yapıldı. 1881’de 116 milyon sterlin olarak bağlanan dış borçlar 1914’te 139 milyon sterline ulaştı. Düyun-u Umumiyye’nin amacı Osmanlı hükümeti tarafından kendisine devredilen gelir kaynaklarından imparatorluğun dış borçlarının ve faizlerinin geri ödenebileceği fonları oluşturmaktı.
1881 yılından Birinci Dünya Savaşı’na kadar Düyun-u Umumiyye devlet gelirlerinin dörtte biri ile üçte biri arasında değişen bir oranını denetimi altında tuttu. 1907’de dış borç ödemeleri imparatorluğun ihracat gelirlerinin üçte biri düzeyine ulaşmıştı. Düyun-u Umumiyye İdaresi’nin kurulmasıyla Osmanlı hükümetinin karar alma ve hareket özgürlüğü önemli ölçüde kısıtlandı.
İmparatorluğun en verimli gelir kaynakları Düyun-u Umumiyye’ye verilmişti ve kapitülasyonlar hükümetin geri kalan gelir kaynaklarından etkin şekilde yararlanmasını engellemekteydi. Ancak Düyun-u Umumiyye para istikrarının sağlanmasına katkıda bulundu; Avrupa’da devletin kredi itibarını yükselterek daha elverişli koşullarla borçlanmasını sağladı ve iyi işleyen bürokrasisiyle öşür gelirlerinin artırılmasında önemli rol oynadı.