Avrupa Birliği Dersi 1. Ünite Özet
Avrupa Birliği’Nin Bütünleşme Teorisi
- Özet
Giriş
Avrupa’nın birleştirilmesine yönelik fikirlerin ortaya çıkışını, Eski Yunan’a kadar götürmek mümkün olsa da birleşik bir Avrupa’nın yaratılması kavramının ilk kullanılmaya başlaması Ortaçağ’a rastlamaktadır. Daha sonraki dönemlerde de Birleşik Avrupa kurulması yönünde pek çok görüş ileri sürülmüşse de bu düşünceler 19. yüzyıla gelinceye kadar pratiğe yansımamıştır. Avrupa devletlerinin birleştirilmesine yönelik bir Avrupa Birliği’nin (AB) oluşturulması düşüncesi gerçek anlamda 19. yüzyılda şekillenmiştir. 1819 yılında Prusya’da dâhili ticarete ilişkin engellerin kaldırılması ve 1834 yılında Alman devletleri arasında Gümrük Birliğinin kurulması, Avrupa bütünleşmesi konusunda ileride atılacak adımlara örnek teşkil etmiştir.
Uluslararası İşbirliği
AB kurumlarıyla, hukukuyla, politikalarıyla, müktesebatıyla günümüzde uluslararası politikanın oldukça önemli bölgesel ve küresel aktörlerinden biridir. Bununla beraber, AB’nin fikrî temelleri yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. Yine AB’nin bütünleşme aşamaları 1950’lerden günümüze, zaman zaman aksayarak olsa da evrilerek gelişmiştir. Bu çerçevede ünitemiz AB’nin söz konusu evriminin aşamaları üzerine yoğunlaşarak onu anlamaya ve anlatmaya gayret gösterecektir. Bu gayretin temelini ise AB’yi bugünlere taşıyan siyasal bütünleşme teorilerinin analizi oluşturacaktır. Bu nedenle, öncelikle uluslararası ilişkilerde ulus-devletler bakımından bütünleşme kavramının ne anlama geldiğini açıklamamız gerekmektedir. Ancak bütünleşme kavramına geçmeden önce kısaca uluslararası ilişkilerde ulus-devletler arasındaki işbirliklerini tarif etmek de gerekmektedir. Çünkü söz konusu bütünleşme kavramı, sonuçta bir işbirliği sürecidir.
Ulus-Devlet ve Uluslararası Örgütler
Ulus-devletlerin ekonomik, siyasal, kültürel ve askeri alanlarda birbirleriyle gerçekleştirdikleri işbirlikleri genel olarak kendi aralarında oluşturdukları örgütlenmeler, diğer bir deyişle uluslararası örgütler şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu tür örgütlenmelerde kararlar katılımcı aktörlerin, yani ulus-devletlerin doğrudan kendilerince alınır. Buna göre, uluslararası örgütlerin katılımcılarının onaylamadıkları bir kararın alınması mümkün değildir (Çaman, 2007: 167). Söz konusu alandaki bir diğer işbirliği süreci olan bütünleşme kavramı ise egemen devletlerin birarada yeni bir siyasal, ekonomik, sosyal veya kültürel alanda bir birlik meydana getirmeleri şeklinde açıklanabilir. Bu yaklaşımla bütünleşme, gerek katılımcı aktörler arasında gerekse de bölgesel ve küresel anlamda, uzlaşı ile ortak değerlerin, kuralların, hedeflerin ve çıkarların korunduğu, temelde ise barışın sürdürülebilir kılınmasını hedefleyen siyasal bir topluluğun uluslararası arenadaki varlığına işaret etmektedir (Haas, 1958: 16).
Uluslararası İşbirliği ve Örgütlenmeye Teorik Yaklaşımlar
Bu anlamda ulus-üstü yönetim biçimleri, karşılıklı çıkarları hakkında devletlerin ortak eylem ve işbirliği yapmasına olanak tanıyan bir yönetişim kavramıdır. Bu bakımdan ulusüstücülük, ulus devletin otoritesinden daha üstün ve iradesini ulus-devlete kabul ettirebilme kapasitesine sahip bir otoritenin varlığına işaret etmektedir. Bu bağlamda ulusüstücülük, egemenliği ve karar verme yetkisini kurucu devletlerden alıp bu niteliğe sahip bölgesel bir örgüte aktarmaktadır. Ulus-üstü bir organın ayırıcı özelliği de onun sadece bir ülkede değil birçok devleti içine alan uluslararası alanda yargı yetkisini kullanmasından gelmektedir. Bunu da ortak kurumlar ve bürokratik yapılar geliştirerek yaparlar. Ulusüstücülüğün gelişmesi ise küresel siyaset içindeki genel bütünleşme eğiliminin bir parçası olarak görülmektedir (Heywood, 2014a: 541).
Ulus-devletler bakımından federalizmde egemenlik, merkez ve çevreden oluşan iki seviyeli yönetim arasında paylaşılır. Fakat bu yönetim şeklinde asıl egemenlik anayasadadır. Ulus-üstü yaklaşım açısından ise federalizm, devletler arasındaki sorunların çözümünün ve işbirliğinin temelini ulusal düzeyden almaktadır. Aralarındaki sorunları çözmek ya da işbirliğini geliştirmek amacıyla biraraya gelen iki veya daha fazla devlet, egemen güç olarak tek başlarına yetki kullanımından feragat ederek bu yetkilerin kendilerinin üstünde olan bir otorite tarafından kullanılmasını kabul etmektedirler. Bu nedenle de temel özelliği egemenliğin paylaşılması fikridir. Bu da anayasal bir düzen çerçevesinde gerçekleştirilir. Nasıl ki federal yapıya sahip ulusdevletler oluşturdukları anayasalara bağlı şekilde hareket etmektedirler, burada da federalizm altında biraraya gelen devletler kendi aralarında oluşturacakları anayasaya bağlı şekilde hareket edeceklerdir. Karar alma süreçleri de bu anayasa metni ile belirlenmiş olacaktır. Bu durum da devletler arasında bir birlik meydana getirecektir (Heywood, 2014b: 115 ve 139). İşte ortaya çıkan bu yeni birlik ulus-üstü veya ötesi olarak adlandırılmaktadır. Bu tür federasyonların en önemli boyutu, savaş gibi uluslararası sistemdeki kalıcı sorunlara çözüm getirme potansiyelidir. Eğer savaş durumuna yol açan temel neden, ulus devletlerin kendi çıkarlarını diğer devletlerin ve aktörlerin çıkarlarının üstünde tutması ise; barış ancak ulus devletlerin belirli ölçüde egemenliklerini daha üst bir otoriteye (federal organa) devretmeleri halinde sağlanabilecektir. AB bütünleşmesi açısından federalizm, AB üyeleri arasında tam bir bütünleşme konusunda istekli ve umutlu olduğu için “iyimserlik” (optimism) yaklaşımı olarak da nitelendirilmekte ve federalistler de “iyimserler” olarak adlandırılmaktadır.
Bu yaklaşıma eleştiri ise hükümetlerarasıcılık (intergovernmentalizm) üzerinden gelmektedir. Hükümetlerarasıcılık, genelde ulusüstücülük yaklaşımına ve özelde de federalizme karşı bir söylemdir. Hükümetlerarasıcılık, devletler arasında egemen bağımsızlık temelinde gerçekleşen karşılıklı ilişkileri ifade etmektedir. Bu bakımdan hükümetlerarasıcılık ulusdevletten daha üstün bir otoritenin olduğu ulusüstücülük yaklaşımından ayrılmaktadır. Hükümetlerarası nitelikteki örgütlenmelerin temel felsefesi, her üye devletin en azından hayati önemde gördüğü konularda itiraz (veto) hakkına sahip olmasıyla devletlerin egemenliğinin korunacağıdır. Bu yaklaşımın bilinen en yaygın şekli ülkeler arasındaki ikili antlaşmalar ve ittifaklardır. Bu antlaşma ve ittifaklar; ekonomik, askeri, siyasi ve güvenlik gibi özel bir alanda olabilir. Hükümetlerarasıcılık yaklaşımına göre, devletler bu tür uluslararası ilişkiler içine girmeleri nedeniyle ulusal egemenliklerinden vazgeçmiş olmazlar. Aksine, ulusal çıkar elde etmek için devletler antlaşmalar ya da ittifaklar yaparlar. Ayrıca, devletler ulusal çıkarlarına hizmet ettiği sürece antlaşmaya riayet ederler.
Avrupa bütünleşmesine olumsuz ve umutsuz yaklaşımı açısından “kuşkuculuk” (Euroscepticism) veya “kötümserlik” (pessimism) olarak da ifade edilen bu bakış açısı, AB bütünleşmesinin ulus-devletin egemenliğini zayıflattığı, bu nedenle bütünleşmenin yavaşlatılmasını, durdurulmasını ve bazen de bu süreci bitirecek adımların atılmasını desteklemektedir. Uluslararası sistemde ulusdevletleri merkezi aktörler olarak değerlendiren realist söylemden de etkilenen AB kuşkucuları, AB bütünleşmesinin daha ileri boyutlara taşınması anlamına gelecek olan bayrak, marş, pasaport ve para gibi ortak sembollerin ulusal kimlikleri eritmeye yönelik hamleler olduğunu savunmaktadırlar. AB içindeki çıkarların çatışma potansiyelinin varlığı ve AB vatandaşlarının önemli bir kesiminin bazı alanlarda ulusal egemenliğin Brüksel’e devri konusunda yaşadığı söz konusu endişeler, AB’nin bütünleşme yönünde hangi yöne doğru gideceğini de önemli ölçüde etkilemektedir. Kaldı ki AB’nin işlerliğini koruyabilmesi ve bütünleşme sürecini devam ettirebilmesi kurumsal gelişimini başarıyla tamamlayabilmesine bağlıdır. Bu süreç ise AB bütünleşmesinin hükümetlerarasıcılık mı, ulus-üstü mü, yoksa ikisinin arasında bir yaklaşımla mı sürdürüleceğinin cevabıyla yakından ilgilidir. Bu sorunun cevabı henüz tam olarak kesinleşmemiş olsa da federalizmhükümetlerarasıcılık tartışmasının kendisi AB bütünleşmesinin teorik çalışmalarına önemli katkılar sağlamıştır. Belki de en önemli katkısı, bu iki yaklaşımı dengelemeye çalışan yeni bir yaklaşımın ortaya çıkmasına zemin hazırlamasıdır. Bu yaklaşım ise Yeni Kurumsalcılık olarak adlandırılmaktadır. Yeni Kurumsalcılığın temel varsayımı, siyasal aktörlerin davranış ve kararlarını belirlemede kurumların önemli olduğudur (March ve Olsen, 1984: 78). Bu bakımdan Yeni Kurumsalcılık, karar alma süreçlerinde ve AB’nin işleyişinde, kurumların resmî yapısının yanı sıra, taşıdıkları değerlerin ve fikirlerin de önemli olduğuna işaret etmektedir. Bu yaklaşıma göre, AB kurumlarının taşıdıkları değerler ve fikirler bütünleşme sürecinin de belirleyicisidir.
AB Komisyonu, Avrupa Parlamentosu (AP) ve Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) gibi ulusüstü niteliklere sahip kurumlar, AB düzeyindeki politikaların yerleşmesinde oldukça etkilidirler. Bu politikalar için en somut örnek, AB hukukunu ihlal ettiği iddiasıyla Komisyonun üye devletleri ABAD’a götürebilmesi, yani devletler aleyhine dava açabilmesidir. Parlamentonun Bakanlar Konseyi (Konsey) ile birlikte AB yasalarını onaylaması, değiştirebilmesi ya da reddedebilmesi de diğer bir örnektir. AB düzeyindeki politikaların geliştirilmesinde bir diğer örnek ise genişleme konusundan verilebilir; zira AB’ye aday ülkelere yönelik gerek ilgili AB kurumu gerekse de AB için genel anlamda geçerli olan adayların bütün kriterleri eksiksiz yerine getirmesinin denetlenmesi (şartlılık-conditionality) ilkesi bulunmaktadır. AB kurumlarının ortaya koyduğu kriterlerin, politikaların aday ülkelerce benimsenip benimsenmemesi onların AB’ye üyelik sürecini doğrudan etkilemektedir. Bu itibarla kurumların ortaya koyduğu politikalar, bu politikalara muhatap olanlar açısından bir uyum zorunluluğu yaratmaktadır.
Diğer bir ulus-üstü yönetim biçimi ise konfederasyondur. Konfederasyon oybirliğiyle karar alınan bir yapı sunar. Dolayısıyla konfederasyon, üye devletlerin egemenliklerinin oy hakkı yoluyla korunduğu bir siyasal birliktir. Konfederasyonlar, egemenlik gücünü öncelikle çevre kurumlarına (yani devletlere) vererek oldukça gevşek bir merkezî birliği öngörmektedir. Bu yapılarıyla konfederasyonlar, federasyonlardan çok daha düşük yoğunlukta bir birlik yaklaşımıdır. Konfederasyonlarda belirli amaçlar etrafından birleşen devletlerin, uluslararası hukuk açısından varlıklarını devam ettirmelerine ve birliğin amacı dışındaki bütün uluslararası yetkilerini doğrudan kullanmalarına karşın, federasyonda iç içe geçmiş kurumlar ilke olarak uluslararası varlığa sahip değillerdir (Pazarcı, 2007: 177).
Düşünsel Anlamda Avrupa’da Birlik ve Bütünleşme
Birleşik Avrupa’nın kurulması çerçevesinde görüşler belirten ilk düşünürler, Dante (Durante degli Alighieri) ve Pierre Dubois olmuştur. 310 yılında kaleme aldığı Monarchia başlıklı yapıtında “birlikten” söz eden Dante’ye göre, Avrupa’da savaşların önlenmesi ve Roma’nın yeniden canlandırılması bu kıtada tek bir yönetimin kurulmasıyla gerçekleştirilebilecekti. 14. yüzyılda Pierre Dubois dönemin prensliklerine yaptığı birlik çağrısında ise ortak bir konseyin kurulması ve prenslikler arasındaki bütün uyuşmazlıkların çözümünde bu konseyin aracı olmasını önermiştir.
Dinsel Düşünce ile Avrupa’da Birlik ve Bütünleşme Fikirleri Arasındaki İlişki
Avrupa’nın kendini algılayışı olarak Hıristiyanlık, 15. ve 16. yüzyıllarda yani Rönesans boyunca da dönemin anahtar fikri konumunda olmuştur (Hale, 1993: 46). Bu dönemde düşünsel anlamda “Avrupa’da birlik ve bütünleşme” kavramları yine Hıristiyan cumhuriyet, Hıristiyan birliği ve Hıristiyan dünya, “Batı Avrupa” da Roma Katolik kilisesine ait insanların kilisesi olarak anılmıştır. Ayrıca, 17. yüzyıla kadar Avrupa ve Hıristiyanlık kavramlarının, birbirlerinin yerine kullanılan kavramlar olduğu görülmektedir (Nexon, 2006: 260). Bununla birlikte, Doğu Avrupa Ortodoks kilisesi ve diğer Hıristiyanlar bu birlikten dışlanmış ve din Batı birliğinin temeli olarak görülmüştür. Hıristiyan dünyanın sınırları ise İngiltere, İspanya, İtalya, Fransa gibi Latin Hıristiyanlarının yaşadıkları Batı Roma İmparatorluğu’nun ve Orta Çağ Latin Kilisesi’nin egemenlik alanları ile çizilmiştir. Örneğin, Papa II. Pius, 23 Eylül 1463’te kardinallere yaptığı konuşmasında ‘Respublica Christiana’ kavramını kullanmıştır (Schwoebel, 1967: 71). Ona göre Avrupa, dinsel bir bütündü ve kimliğini de buna göre tanımlamalıydı. Avrupa coğrafi bir anlam taşımamaktaydı; çünkü Avrupa’nın Hıristiyan olmayanlara karşı elde ettiği zaferler, Hıristiyanlara varlığını Akdeniz’in ötesine taşıma olanağı sunmaktaydı. Böylece Papa II. Pius, coğrafi sınırlardan ziyade manevi sınırlarla Avrupa’yı çizmişti. Bu bağlamda da Avrupa; fiziki alanıyla değil, kültür alanının kapsamıyla tanımlanmıştır (Semprun ve Villepin, 2006: 35).
Ortaçağ sonrası dönemde Avrupa’da ulusal monarşiler, kent devletleri ve Kutsal Roma İmparatorluğu arasında yapılan savaşlar ve imzalanan barış antlaşmaları sırasında Avrupalıların birlikteliği ve örgütlenmeleri tekrar gündeme getirilmiştir. Fransa ile İngiltere arasında bir daha savaş yaşanmaması yolundaki çabalardan ilham alan William Penn’in 1693’te yazdığı “Avrupa’nın Şimdiki ve Gelecekteki Barışı Üzerine Deneme” başlıklı kitap, bu döneme ait bir Avrupa örgütlenmesi planıdır. Benzer şekilde, 1713 yılında Avrupa örgütlenmesi teklifinde bulunan Fransız Katolik Charles-Irénée Castel de SaintPierre (abbé de Saint-Pierre), “Avrupa’da Kalıcı Barışın Sağlanması İçin Bir Proje” başlıklı eserinde bu örgütlenmenin Hıristiyan devletleri kapsamasının şart olduğunu ileri sürmüştür (Daltrop, 1986: 1). 24 Hıristiyan devleti kapsayan ve Osmanlı İmparatorluğu’na yer verilmeyen bu projeye göre, bir senato kurulacak ve bu senatonun emrinde bir ordu olacaktı (Ortaylı, 2007: 9).
Aydınlanma ve Sanayi Devrimi Dönemlerinde Avrupa’da Birlik ve Bütünleşme Fikirleri
18. yüzyıl ise modern ve uygar kavramlarıyla kendisini tanımlayan Avrupa’nın dünyanın yeni merkezi olarak ortaya çıktığı bir dönemdir. Söz konusu dönemde Avrupa kendini; akılcılık, bilim ve hürriyetin üstünlüğü kavramları ile özdeşleştirmiştir. Dolayısıyla Avrupa için Aydınlanma dönemi; akılcı düşünceyi vurgularken, geleneksel ve değişmez kabul edilen varsayımlardan, önyargılardan ve ideolojilerden arınmak, bu sayede de skolastik düşünceden ve kilisenin etkisinden kurtulmak anlamına gelmiştir. İspanya Veraset Savaşları’nı sonlandıran ve günümüz Avrupa’sının temellerini atan 1713 tarihli Utrecht Antlaşması ise Avrupa’da Respublica Christiana teriminin geçtiği son uluslararası antlaşma olmuştur (Nexon, 2006: 260). Bundan sonra Avrupalılık bilinci, salt Hıristiyanlık bağı ile ele alınmaktan vazgeçilmiştir.
Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi’nin düşünsel altyapısı da bu çerçevede oluşmuştur (Roessler ve Miklos, 2003: 84-88). İngiltere’de 18. yüzyılın ikinci yarısında sanayi devriminin başlaması ve bütün Kuzeybatı Avrupa’ya yayılması, Avrupa’nın yeni kimliğinin belirleyici unsuru olmuştur. Avrupa’nın köklü ekonomik, politik ve sosyal alanda değişimi sanayi devrimi ile ivme kazanmış, özellikle üretilen sanayi mallarına pazar yaratma fikri önemli bir itici güç olmuştur. Bu bağlamda ilk olarak 1786 yılında, Fransa ile İngiltere arasında bir ticaret anlaşması imzalanmıştır (Henderson, 1957: 104-112). Ayrıca sanayi devrimiyle bir dizi teknolojik yeniliğin üretimde kullanımı, ekonomik, sosyal, politik ve kültürel alanlara da yansımıştır (Pancaldi, 2003). 1789 Fransız Devrimi ile sonrasındaki modernleşme süreçlerinin düşünsel anlamda kökenleri de aydınlanma felsefesine dayanmaktadır. Yeniçağ ile Batı Avrupa’da gelişen ulus-devlet olgusu, 19. yüzyılda tüm Avrupa’ya yayılmıştır. Ortak bir kimlik bilincinin oluşturulmasında dinin önceliğini yıkan ulusçuluk, ortak kimlik yaratılmasında en belirleyici unsur olmuştur (Yurdusev, 1997: 38). Kıta Avrupası’nda bir tür “Avrupa Birliği” oluşturulması fikri de, Fransız Devrimi’nin yarattığı etkilerden olan ulus-devletlerin güçlenmesi süreciyle eş zamanlı olarak gelişmiştir. Bu çerçevede, Ortaçağ’da Avrupa kıtasındaki savaşların bitiminde merkezi krallıklar arasında yapılan barış anlaşmaları, Avrupa’da bir birlik oluşturulması çabalarının temelini oluşturmuştur.
1819-1945 Arası Avrupa’da Birlik ve Bütünleşme Arayışları
Avrupa’nın bütünleşmesine yönelik planlar, 19. yüzyıla kadar sadece düşünceden ibaret kalmıştır. 19. yüzyılın başlarında gerçekleşen iki ayrı birleşme hareketi ise Avrupa bütünleşmesi konusunda ileride atılacak adımlar için örnek teşkil etmiştir. Bunlardan ilki 1819’da Prusya’da Maasen Tarifesi’nin kabulüyle iç ticaret engellerinin ilk kez kaldırılmasıdır (Henderson, 1975: 93). İkincisi ise 1834 yılında Alman devletleri arasında Gümrük Birliği’nin (Zollverein) kurulmasıdır (Henderson, 1975: 36). Sanayi devrimiyle birlikte ulus-devletlerin daha fazla üretim yapabilir hale gelmesi fakat elde edilen ürünlerin satılması için yurtiçi pazarların yeterli büyüklükte olmaması, ticari engellerin bulunmadığı ve serbest ticarete dayalı bir ekonomik birlik oluşturma düşüncesini doğurmuştur. Bu kapsamda aşamalı bir ekonomik bütünleşmeyi hedefleyen Alman Gümrük Birliği, ilk defa devletler-üstü bir otorite meydana getirmiştir (Bozkurt, 2001: 45). Aynı yüzyıldaki bir diğer önemli birlik girişimi de milliyetçilik duygularıyla hareket eden İtalyan düşünürleri ve yazarlarının İtalya’yı Avusturya egemenliğine karşı korumak ve İtalyan birliğini sağlamak yolundaki çabalarıdır. Nitekim İtalya birliği fikri, 1838-1870 yılları arasında uygulamaya konulmuştur. 19. yüzyılın ortalarında Almanya’da ve İtalya’da yaşanan bu bütünleşme çabaları ünlü Fransız edebiyatçı Victor Hugo’ya da esin kaynağı olmuştur.
Avrupa’da Federal Düşüncenin Gelişimi
Böylece, Avrupa devletlerinin birleştirilmesine yönelik bir AB düşüncesi gerçek anlamda 19. yüzyılda şekillenmiştir. Bu şekillenme ise bir siyasi bütünleşme ve örgütlenme modeli olan federalizm ve onun vücut bulmuş hali olan federasyon biçiminde tezahür etmiştir. Yukarıda açıklandığı üzere, federalizm ulus-devletin uluslararası sorunları çözmekte yetersiz kaldığı tezini savunarak, uluslararası sistemde özellikle de bölgesel anlamda kalıcı barışın ancak anayasal bir düzen eksenindeki federal karakterli bir oluşumun varlığı ile sağlanabileceğini iddia etmektedir. Federalizm, Birinci Dünya Savaşı’ndan büyük yara alarak çıkmış Avrupa’da yeni bir savaşın nasıl önlenebileceği ve barışın yeniden nasıl tesis edilebileceği üzerinde durmuş; bunun cevabını da “en yüksek düzeyde bütünleşme” fikrinde bulmuştur. (Dedeoğlu, 2005). Victor Hugo’nun da “bir birimin şemsiyesi altında birleşeceksiniz” şeklinde vurguladığı söylem, ulusal egemenliğin tek başına idame ettirilmesinden ziyade, ulusal egemenliğin ulus-devlet ile diğer üye devletler arasında paylaşıldığı bir bütünleşme modelini işaret etmektedir. Çünkü federasyonun temelini, ortak çıkarlarını gerçekleştirmek ve ortak faydalar elde etmek üzere devletlerin gönüllü olarak bir araya gelmesi oluşturur.
Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Avrupa bütünleşmesi girişimleri, federalizm çerçevesinde gelişmiştir. Her ne kadar birlik sağlama yönündeki çabalar Avrupa’daki çatışma ve savaşları sonlandıramamışsa da savaşın yıkıcı etkileri bazı Avrupalı aydın ve devlet adamlarının bütünleşmeye olan inançlarını güçlendirmiş, savaş sırasında kesintiye uğrayan bütünleşme hareketlerine hız verilmesine neden olmuştur. Nitekim 1924 yılında Pan-Avrupa Hareketi (Pan-European Movement) kurulmuştur. Hareket, federalist kimliğe sahip Avrupa’da “barış için birleşme” çabalarının başında gelmektedir. Kutsal Roma İmparatorluğu’nu yeniden kurmayı hedefleyen Avusturyalı siyasetçi ve filozof Kont Richard von Coudenhove-Kalergi 1923’de yayınlanan Pan Europa başlıklı kitabında, Fransa ve Almanya’yı merkez alan, İngiltere ve Rusya’yı ise dışarıda bırakan federal bir Avrupa öngörmekteydi (Dinan, 2008: 19). Pan-Avrupa Hareketi, diğer bölgesel birlik çabalarını da teşvik edeceği ve böylece dünya barışının tesis edileceği yönünde kurgulanmıştı.
Her ne kadar Pan-Avrupa Hareketi ile Avrupa Federal Birliği Rejiminin Organizasyonu Hakkında Memorandum girişimi kısa ömürlü olmuşsa da Avrupa’da bu dönemde somut sonuçlara ulaşan bütünleşme girişimlerine de tanık oluyoruz. Bunlardan ilki 1932 yılında Belçika, Hollanda ve Lüksemburg arasında imzalanan Ouchy Sözleşmesi ile oluşturulan Benelüks ülkeleri grubudur. Daha sonra bu ülkeler arasında ekonomik bütünleşmeye giden düzenlemeler ortaya konulmuş; nihayet 1958 yılında Benelüks Ekonomik Birliği kurulmuştur. Bir diğer benzer gelişme de Kuzey Avrupa’da yaşanmıştır. İskandinavya coğrafyasında NATO’nun kurucu ülkeleri arasında yer alan Norveç, İzlanda ve Danimarka; yanlarına tarafsız devlet olan İsveç’i de alarak Kuzey Konseyi’ni (Nordic Council) 1952 yılında kurmuşlardır. Bir diğer tarafsız devlet olan Finlandiya ise Fin-Sovyet ilişkilerinin normalleşmesinin ardından, 1955 yılında Konsey’e katılmıştır.
Diğer taraftan, federalizme bazı eleştiriler de getirilmiştir. En ciddi eleştiri ise siyasal egemenliklerini bir federal yapıya bırakmak konusunda ulus-devletlerin duyduğu endişeyi federalizmin göz ardı etmesiydi. Yukarıda değinildiği gibi, Pan Avrupa Hareketi’nin ve Avrupa Federal Birliği Rejiminin Organizasyonu Hakkında Memorandum girişiminin etkisiz kalma nedeni de temel olarak bu eleştirilerdi. Bununla birlikte, federalizme yönelik bu temel eleştiriler İşlevselciliğin ortaya çıkmasına katkı sağlamıştır.
İşlevselcilik
Bir uluslararası bütünleşme teorisi olarak İşlevselcilik (Fonksiyonalizm), toplumlararasındaki ve devletlerarasındaki ekonomik, siyasal, kültürel ve askeri ilişkilerin sürekli olarak ilerlediğini savunmaktadır (Bennett ve James, 2015: 312- 313). Bu ilerleyiş ise yeni ve farklı durumlar ortaya çıkarmaktadır. Ortaya çıkan bu yeni durumlar da yeni ihtiyaçları belirlemektedir. Benzer bir durumu Birinci Dünya Savaşı sonrası Avrupası için desöyleyebiliriz. Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım ve trajedi Avrupa toplumları ve ulus-devletleri arasında ekonomik, siyasal, kültürel ve askeri ilişkilerin yeniden kurulmasını zorunlu kılmış, bu durum ise ilgili alanlarda benzer olumsuzlukların bir daha yaşanmasını engelleyecek mekanizmalara olan ihtiyacı doğurmuştur. Unutmayalım ki bu ihtiyaçlar aynı zamanda Avrupa devletlerinin barış ve uzlaşı temelindeki ortak çıkarlarını da yansıtmaktadır.
İşlevselcilik ulusal çıkarlardan arınmış ve aktörler arasında daha yoğun bir işbirliğini hedefleyerek barışın tesisi konusunda işlevsel örgütlenmelerin varlığına vurgu yapmıştır. Ancak, Avrupa’da gerek tam anlamıyla barışın tesisi gerekse Avrupa siyasi bütünleşmesinin hayata geçirilmesi mümkün olmamıştır. Bir taraftan teorik açıdan federalizmin ve İşlevselciliğin bütünleşmeyi sağlamadaki yetersizliği, diğer taraftan pratikte de devletlerin ulusal çıkarlarını gözeterek dış politika yapmaları, barışın tesisi ve siyasal bütünleşme sürecindeki başarısızlıkların temel nedenleri olmuştur. Aynı zamanda bu başarısızlıklar, dünyayı 20.yüzyılda ikinci kez büyük bir yıkıma sürüklemiştir.
İkinci Dünya Savaşı Sonrası Avrupa Bütünleşmesi
İkinci Dünya Savaşı, gerek mağlup gerekse galip ülkelerde büyük tahribata yol açmıştır. Bu bakımdan, savaş sonrası Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı temel sorunların ortaya konulması, Avrupa bütünleşmesi ve AB’nin oluşumu açısından son derece önemlidir (Thody, 1997: 1-23). Savaşın hemen sonrasında Batı Avrupa’nın ekonomik, siyasi ve güvenlik olmak üzere bazı temel öncelikleri bulunmaktaydı.
Savaş Sonrasında Avrupa’da Birlik Oluşturma Düşünceleri
İkinci Dünya Savaşı’nın enkazı üzerinde kurulacak yeni Avrupa’da barış ve istikrarı sürekli kılmak için ulaşılmak istenen temel hedef, ulusdevletler arasındaki tehlikeli rekabetin ve milliyetçiliğin aşılmasını sağlayacak yeni bir ulus-üstü siyasi düzenin kurulmasıydı. Fransa’nın Devlet Planlama Müsteşarı Jean Monnet’ye göre bu proje, “devletler arasında bir koalisyon oluşturmak değil; toplumlar arasında bir birlik kurmak” düşüncesiydi (Shore, 2000: 16). Bu çerçevede bir siyasi bütünleşme ve örgütlenme modeli olan federalizm, 1945-1955 döneminde Avrupa bütünleşmesi fikrinin temel teorisini oluşturmuştur. Diğer taraftan Fransa lideri General Charles de Gaulle, Avrupa’nın ekonomik, askeri ve kültürel alanlarda bir devletler birliği olabileceğini; ancak en azından uzun bir süre Avrupa’nın tek bir ulus olamayacağını ifade etmişti. De Gaulle’e göre, devletler egemenliklerinin bir bölümünün ortak bir kuruluşa devredilmesini kabul edecekler; ancak, bu kuruluş da her biri kendi varlığını, imgelerini ve ruhunu koruyan devletlerden oluşacaktı. Bu çerçevede de Gaulle şunlardan oluşan bir barış planı öngörmüştü (Akalın, 2006: 9).
Savaş Sonrasında Federalizm Söylemleri
Federalizm açısından bu dönemin ilk somut bütünleşme girişimi, 1946 yılında kurulan Avrupa Federalistler Birliği olmuştur. Bu Birlik savaş sonrası yeniden ayağa kalkmanın ancak Avrupa’nın bütünleşmesi ile gerçekleşebileceğini savunmuş ve bu doğrultuda federalizm fikrini önplanda tutmuştur. Yukarıda değinilen devletler arasındaki fikir ayrılıklarının yanı sıra, Avrupa’nın örgütlenme girişimlerinde bir diğer sorun ise İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da iki ayrı bloğun ortaya çıkmış olmasıydı. Bu dönemde Batı Avrupa bütünleşmesinin önemli kilometre taşlarından biri, Winston Churchill’in Zürih’te yaptığı 19 Eylül 1946 tarihli konuşmasıdır. Konuşmasında Churchill, Avrupa ailesinin mümkün olduğunca geniş tutulmasını, bunun bir barış, güvenlik ve özgürlük alanına dönüştürülmesi gerektiğini ileri sürmüş ve bir Avrupa Devletler Birliği oluşturulması görüşünü savunmuştur (Hallstein, 1962: 8). İngiltere ve Fransa’nın savunma amaçlı olarak 9 Mart 1947’de Dunkirk Antlaşması’nı imzalaması, Churchill’in teklifinin ilk somut göstergesi olmuştur. Öte yandan, Sovyetler Birliği’nin Avrupa’da etkinliğinin artması ve Çekoslovakya’da Şubat 1948’de gerçekleşen Sovyet yanlısı darbe, Avrupa’da bir savunma birliği kurulmasına yönelik çabaların artmasına yol açmıştır. Batı Avrupa ülkelerindeki bu tedirginlik, Dunkirk Antlaşması’nın ardından 17 Mart 1948’de bu kez Belçika, Fransa, Lüksemburg, Hollanda ve İngiltere arasında Brüksel Antlaşması’nın imzalanmasını tetiklemiştir. Ayrıca, Avrupa devletlerinin Avrupa savunması konusunda girişimleri ABD yönetimini de etkilemiş ve 4 Nisan 1949’da Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü’nün (NATO) kurulmasına öncülük etmesine yol açmıştır. Ancak NATO’nun oluşumu, Avrupa’nın savunma amaçlı kendi örgütünü oluşturma projesini ertelemesine neden olmuştur. Bu aşamada ikinci girişim ise Avrupa Kongresi’dir. Avrupa bütünleşmesi konusunda çalışanlar; Uluslararası Birleşik Avrupa Hareketi Komitesi şemsiyesi altında, Hollanda’nın Lahey kentinde 7-11 Mayıs 1948 tarihleri arasında Avrupa Kongresi’ni toplamışlardır. 16 ülkenin hükümet-dışı kuruluşlarından yaklaşık bin delegeyi biraraya getiren Avrupa Kongresi’nde bir Avrupa federasyonu oluşturma fikrinden yola çıkılarak kurumlar, parasal birlik ve insan hakları sözleşmesi konuları gündeme gelmiştir. Toplantıya Winston Churchill başkanlık etmiştir. Lahey Kongresi olarak da adlandırılan bu kongre, savaş sonrasındaki Avrupa hareketinin zirve noktası olmuştur. Hareket, yüzyıllardır dillendirilen Avrupa Birliği taleplerinden ilham almıştır. Savaş sonrasında birleşik Avrupa için güçlü bir kamuoyunun yaratılmış olması, hareket üyelerinin de genel bir birleşik Avrupa amacını benimsemelerine cesaret vermiştir. Ancak buradaki temel sorun, birleşik Avrupa’nın nasıl gerçekleşeceği konusunda anlaşmazlık içinde olmalarıydı.
Kongre’de ortaya atılan fikirler Churchill’in projesinin ikinci somut ayağını da içeren Avrupa Konseyi’nin 1949 yılında oluşturulmasına giden yolu da açmıştır. Lahey (Avrupa) Kongresi’nin günümüze kadar varlığını devam ettiren boyutu ise, kongreyi örgütlemiş olan Uluslararası Birleşik Avrupa Hareketi Komitesi’nin Avrupa Hareketi adı altında bir örgüte dönüşmüş olmasıdır. Söz konusu bu yeni örgüt, Ekim 1948’de Churchill, Leon Blum, Alcide de Gasperi ve Paul-Henri Spaak’ın ortak başkanlığında kurulmuştur. AB bütünleşmesine ilişkin çalışmaların siyasal ve akademik dünyada devamından yana olan bu yapı, Belçika’nın Bruges (Brüj) kentinde 1950 yılında “College of Europe”un kapılarını açmıştır.
Güvenlik Toplumu
Bu aşamada, Karl Deutsch tarafından 1957 yılında ortaya atılan Güvenlik Toplumu yaklaşımına değinmek yerinde olacaktır. Deutsch devletler arasında salt ekonomik boyutlu bütünleşme sürecinin, uluslararası politikada temel amaç olan savaşın önlenmesi için yeterli olmayacağını iddia etmektedir. Uluslararası örgütlerin ve mekanizmaların ortaya çıkışını daha çok teknik ihtiyaçlara ve alanlara indirgediğini düşündüğü İşlevselciliği eleştiren Güvenlik Toplumu yaklaşımı, uluslararası örgütlerin ve mekanizmaların ortaya çıkışında ve savaşın önlenmesinde devletler arasında ortak kimlik ögelerinin ve ortak değerlerin geliştirilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu bakımdan güvenlik toplumunda devletler arasında ortak değer yargıları bulunmaktadır. Devletler de bu ortak değer yargılarını paylaşarak kendilerini o topluluğun bir parçası olarak addederler. Ayrıca, olaylar karşısında devletler bu değerlerle uyumlu tutum ve davranış sergilemelidirler.
Yeni İşlevselcilik
Avrupa bütünleşmesinin teorik arka planıyla ilgili açıklayacağımız diğer yaklaşım ise Yeni İşlevselcilik (Neo-Fonksiyonalizm) olacaktır. Yeni İşlevselcilik, Ernst B. Haas tarafından kaleme alınan ve ilk kez 1958’de yayınlanan The Uniting of Europe: Political, Social, and Economic Forces, 1950-1957 (Avrupa’nın Birleştirilmesi: Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Güçler, 1950-1957) başlıklı kitapta ortaya atılmıştır. Haas’ın bu çalışmadaki temel amacı, Avrupa bütünleşme sürecini açıklayabilmek olmuştur. Geliştirdiği Yeni İşlevselcilik teorisi, devletlerin belirli alanlarda ulusal egemenliklerinin bir kısmını devrederek oluşturdukları bir yapıyı, yani ulusüstücülük kavramını da barındırmaktadır. Joseph Nye ve Leon Lindberg de Yeni İşlevselcilik yaklaşımının önemli temsilcileridir. Haas’ın yaklaşımını daha ileriye taşıyan Lindberg, siyasal bütünleşme için gerekli olan şartları tanımlayarak kolektif karar verme sistemi üzerinde durmuştur. Ona göre bütünleşme; belirlenmesi, tanınması, karşılaştırılması, ölçülmesi ve analiz edilmesi gereken çok boyutlu bir interaktif süreçtir. Lindberg’e göre kolektif karar verme ise sistemin geçmiş kararlarının bir ürünüdür. Joseph Nye’a göre de ekonomik bütünleşmenin sağlanması kendiliğinden siyasal bütünleşmeye doğru evrilecek ve bu süreç federal ya da konfederal bir devlet şekline bürünecektir. Bu açıdan Nye, süreç üzerinden bütünleşme kavramını anlatmaya çalışmıştır. Ona göre görevlerin işlevsel bağlantısı, sürece dış aktörlerin katılımı, elitin toplumsallaşması, ideolojik kimlik cazibesi, ilişkilerin artması, bağlantılar ve koalisyon oluşumu ve bölgesel grup oluşumu koşulları bir bölgenin bütünleşme potansiyelini belirlemektedir. Yeni İşlevselcilik esas itibariyle, İşlevselciliğin ortaya koyduğu ekonomik bütünleşmenin siyasi bütünleşmeye varıp varmayacağı konusu ile ilgilenmiştir. Bu açıdan İşlevselcilikten en büyük farkı, İşlevselcilik ekonomik ve sosyal konuları siyasi konulardan ayrı düşünürken; Yeni İşlevselcilik bu üç konu arasında ayrım olamayacağını savunmuş, ayrıca siyasi boyutu daha güçlü vurgulamıştır.
Avrupa Bütünleşmesinin Geleceği
AB üyesi ülkeler arasında Avrupalılık, Avrupa kimliği ve AB konuları ülkeden ülkeye farklılık göstermekte, AB’nin ve Avrupa kimliğinin algılanışı birbirinden farklılık arz etmektedir. Örneğin her ne kadar bugün itibariyle AB şemsiyesi altında biraraya gelmiş olsalar da yaşadıkları siyasi tecrübeler bakımından İngiltere, Fransa ve Almanya Avrupa’yı, Avrupa kimliğini ve AB’yi farklı algılamaktadırlar (Risse, 2003: 78). İngiltere, İrlanda, Polonya, Fransa ve Yunanistan gibi üye ülkelerde de vatandaşların kendilerini (“AB vatandaşı” olarak görmekten ziyade) ulusal kimlikleriyle tanıdıkları ve ülkeleriyle aralarında güçlü bir bağ hissettikleri anlaşılmaktadır (Day ve Andrew, 2002: 193). Bir taraftan AB daha bütünleşmiş bir yapıya kavuşmak için kurumsal gelişmişliğini tamamlamak arzusundayken diğer taraftan da Birlik üyeleri arasında yaşanan fikir ayrılıkları ve çıkar farklılıkları devam etmektedir. Bu itibarla AB’ye üye ülkeler arasında AB’nin gideceği yol konusunda derin bir tedirginlik olduğu dikkat çekmektedir.
İngiltere ve Brexit Süreci
ngiltere AB’nin güçlü bir siyasi bütünleşme olmadan geniş bir serbest ticaret bölgesi olarak gelişmesi görüşünü benimsemektedir. Bu çerçevede İngiltere; AB’nin daha Anglosakson, daha neo-liberal bir yapıya dönüşmesini destekleyerek AB bütünleşme modelini daha gevşek, ama daha geniş alanda varlık gösterecek bir ekonomik birlik haline dönüştürme gayretindedir. Hatta İngiltere daha da ileri giderek, 23 Haziran 2016’da gerçekleştirdiği referandumla AB’den ayrılma yolunda adım atmıştır. Referandumda oy kullananların %51.9’u İngiltere’nin AB’den ayrılması yönünde tercihte bulunmuşlardır. Başbakan Theresa May de 2 Ekim 2016’da yaptığı konuşmada İngiltere’nin hukuki süreci başlatarak Mart 2019’a kadar AB’den ayrılmış olacağını açıklamıştır. İngiltere’nin AB’den ayrılması konusu Brexit (British exit) olarak adlandırılmaktadır. Brexit tartışmaları, ekonomik bütünleşme sürecinde başarılı sayılabilecek bir süreç yaşamış olan AB’nin siyasi bütünleşme konusunda aynı derecede başarı kaydedemediğinin bir göstergesi olmuştur. Almanya ise siyasi açıdan güçlü bir AB’yi savunmakta ve ekonomik gücün üstünlüğüne önem veren bir ülke olarak, ekonomik istikrar ve serbest ticaretin mümkün olduğu kadar geniş bir alana yayıldığı Avrupa bütünleşmesine önem atfetmektedir. Özellikle AB’nin önde gelen ülkeleri arasındaki tutum farklılıkları AB’nin siyasi, ekonomik ve sosyal sarsıntıları çok şiddetli biçimde hissetmesine neden olmaktadır.
“Avrupa Birleşik Devletleri” Tartışması
AB, dünya tarihindeki en başarılı bütünleşme süreci olma özelliğini halen taşımaktadır. Fakat üye devletlerin AB’nin başkenti Brüksel’e egemenlik yetkilerini tamamen devretmeye halen hazır olmadıkları da ortadadır. Bu da bize ülkelerin tarihsel, ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan belirgin farklı kimlikler taşıdığı Avrupa’da bir “Avrupa Birleşik Devletleri” yaratmanın o kadar da kolay olmadığını göstermektedir. Bugün halen Avrupalıların çoğu, Brüksel’i ve AB karar alma süreçlerini kendi dünyalarına çok uzak görmektedirler. Ulusal kimliklerin kaybedilmesi ve tek bir Avrupa kimliği oluşturulması yönündeki çabalardan endişeyle söz etmektedirler. Bu ise AB içinde halk düzeyinde henüz “Avrupalılık” anlayışının veya “Avrupa kimliği” duygusunun yeterince gelişmediğini, ulusal çıkarların daha da geri plana atıldığı bir Avrupa Birleşik Devletleri oluşturmanın şu aşamada pek de mümkün olmadığını göstermektedir. AB devletleri arasında bir çeşit federal yapı uzak bir gelecekte gerçekleşecek olsa bile, bu sürecin oldukça iniş-çıkışlı ve sancılı olacağı da açıktır.