Ceza Hukuku Dersi 5. Ünite Sorularla Öğrenelim
Kusurluluk
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Ceza hukukunda kusurluluk ne anlama gelir?
Ceza hukukunun konusunu oluşturan kusur, fail hakkında yapılan kişisel kınama yargısını ifade etmektedir. Kınamanın sebebi ise failin norma uygun davranabilecek, hukuka
uygun hareket edebilecek durumda olmasına rağmen, hukuka aykırı davranışı tercih etmesi, hukukun kendisinden talep ettiği şekilde davranmamasıdır. Dolayısıyla kusur failin
irade oluşumunun kınanabilirliği anlamına gelmektedir.
Kusur yeteneği nedir?
Bir kimsenin işlediği fiilden dolayı kınanabilmesi, yani kusurlu olduğundan söz edilebilmesi için öncelikle bu kişinin fiili işlediği sırada kusur yeteneğine sahip olması gerekmektedir. TCK’da kusur yeteneğine ilişkin bir tanım yoktur. Ancak TCK’nın yaş küçüklüğünü
ve akıl hastalığını düzenleyen 31. ve 32. maddelerini göz önünde bulundurarak kusur yeteneğine ilişkin bir tanım yapmak mümkündür. Buna göre kusur yeteneği, kişinin işlediği
fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılama (algılama yeteneği) ve davranışlarını bu doğrultuda yönlendirme (irade yeteneği) kabiliyetidir.
Algılama yeteneği nedir?
Algılama yeteneği, insanın kendi varlığının bilincinde olarak çevresindeki olguları gözlemleyebilme kabiliyetini ifade eder. Algılama yeteneği, insanın zihnî gelişiminin yanı
sıra içinde bulunduğu sosyal ve kültürel çevrenin şartlarına bağlı olarak gelişmektedir.
İnsan, çevresindeki olaylara ilişkin gözlemlerinden sonuç çıkarırken, yükümlülüklerinin
ve bunlara aykırı davranması hâlinde sorumlu tutulacağının bilinciyle hareket etmelidir
(haksızlık bilinci). Böyle bir bilince sahip olmasına rağmen kişinin hukukun gereklerine
aykırı davranması, onun hakkındaki kınama yargısının temelini oluşturmaktadır. Kişi,
tercihini, haksızlık teşkil ettiğini bildiği, hukukun icaplarına aykırı olan fiili işlemekten
yana kullanmış olmalıdır.
Algılama yeteneği, soyut olarak, kişinin farik ve mümeyyiz olmasını değil, işlediği fiilin
içinde yaşamış olduğu toplumda ne anlama geldiğinin bilincinde olmasını ifade etmektedir. Buna göre, algılanması gereken “işlediği fiilin hukuki anlam ve sonuçları”dır (m. 31/2,
32/1, 34/1). Kısacası algılama yeteneği, işlediği fiilin haksızlık teşkil ettiği bilincine sahip
olmak demektir.
İrade yeteneği nedir?
Kişinin işlemiş olduğu fiilden dolayı kusurlu sayılabilmesi için algılama yeteneğine sahip
olması yeterli değildir. Ayrıca bu kişinin somut olayda davranışlarını hukukun gereklerine
göre yönlendirebilme yeteneğine de sahip olması gerekir.
Ceza hukukunda, yönlendirici iradenin ürünü olan, belli bir amaca yönelen (ereksel/
gai) ve dış dünyada meydana gelen insan davranışlarına fiil denilmektedir. İrade ürünü
olmak fiilin bir vasfı olarak karşımıza çıkmaktadır. Fiilin varlığından söz edilebilmesi için
gerekli olan bu irade, değerden yoksundur. İradenin oluşum sürecindeki ilk aşamada,
belli bir davranışa ilişkin plan, bu davranışa ilişkin önceden tasarlanan nedensellik serisi
hakkındaki bilgi bulunmaktadır. Bundan sonraki aşamada kişi, davranış normlarına rağmen, planladığı bu davranışının bir değerlendirmesini yapmaktadır. Bu değerlendirme
sonucunda hareketinin davranış normlarına aykırı olduğunu bilmesine, bunun bilincinde
olmasına rağmen tercihini fiili işlemekten yana kullanan kişinin iradesi, kusurluluk yönünden değer ifade etmektedir. Kusurun unsurunu oluşturan irade, davranış normlarının
anlam içeriğinin bilinmesini, bunların bilincinde olunmasını gerektirmektedir.
Kusuru etkileyen hal ne demektir?
Kusurluluğu etkileyen hâllerden maksat, algılama yeteneğini ortadan kaldıran ve irade
yeteneğini önemli ölçüde etkileyen hâllerden birinin gerçekleşmesi demektir.
Kusur yeteneğinin bu iki unsurundan biri üzerinde etki gösteren ve varlıkları hâlinde
failin kusurluluğunu ortadan kaldıran veya azaltan nedenlere, kusurluluğu etkileyen
hâller denilmektedir.
Fiili işlediği sırada oniki yaşını doldurmamış olanlar hakkında TCK'nın düzenlemesi nasıldır?
TCK’nın 31. maddesinin ilk fıkrasına göre, fiili işlediği sırada oniki yaşını doldurmamış
çocukların ceza sorumluluğu yoktur. Böylece, fiili işlediği sırada henüz on iki yaşını doldurmamış olan çocukların kusur yeteneğinin olmadığı mutlak bir şekilde kabul edilmiştir. Aslında on iki yaşını doldurmamış çocuklar da davranışlarının doğruluğunu veya
yanlışlığını fark edebilirler ve yanlış bir davranışta bulunmama konusunda kendilerini
yönlendirebilirler. Ancak kanun koyucu izlediği suç siyaseti gereğince, bu yaş grubundaki
çocukları cezalandırmanın onların suç işlemelerini önlemek ve topluma yeniden kazandırılmalarını sağlamak bakımından bir faydasının olmayacağını ve dolayısıyla bu yaş grubundaki çocukların ceza sorumluluğunun bulunmadığını normatif olarak kabul etmiştir.
Fiili işlediği sırada on iki yaşını tamamlamış ve fakat on beş yaşını doldurmamış çocukların sorumluluğu nasıldır?
Bu yaş kategorisindeki bir çocuk suç
işlediğinde hakkında soruşturma yürütülecek ve dava açılacaktır. Kovuşturma aşamasında hâkim, karar vermeden önce bu çocuğun kusur yeteneğinin bulunup bulunmadığını
değerlendirecektir. Ancak hâkim, bu kararı vermeden önce görevlendireceği bir bilirkişinin araştırmasından yararlanabilir. Bilirkişi çocuğun içinde bulunduğu aile ortamı, sosyal çevre koşulları, gördüğü eğitim, fiziksel ve ruhsal gelişimi hakkında rapor hazırlar.
Hâkim bu yaş grubundaki çocuğun kusur yeteneğinin olup olmadığını takdir ederken,
görevlendirdiği bilirkişinin hazırlamış olduğu bu rapordaki tespit ve değerlendirmeleri
göz önünde bulundurur.
Çocuğun kusur yeteneği genel olarak değil, işlediği her bir fiil bakımından ayrı ayrı
belirlenmelidir.
Fiili işlediği sırada on beş yaşını doldurmuş ve fakat on sekiz yaşını doldurmamış çocukların cezai sorumluluğu nasıldır?
Bu gruptaki
çocuklar, normal şartlarda işledikleri fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılama ve bu
doğrultuda davranışlarını yönlendirme yeteneğine sahiptirler. Dolayısıyla bu gruptaki
çocukların kusur yeteneğine sahip olup olmadıkları araştırılmaz. Maddenin gerekçesine
göre, bu yaş grubundaki gençlerin işledikleri suçlar bağlamında irade yeteneğinin zayıf olduğu normatif olarak kabul edilmiştir. Amaç, bu yaştaki gençlerin tekrar topluma kazandırılmaları ve bir daha suç işlemelerinin önlenmesidir. Bu nedenle, normatif olarak azalmış kusur yeteneğine sahip bulunan çocuklarla ilgili olarak belirlenecek cezada indirim
öngörülmüştür. Bu indirim miktar ve oranları 31. maddenin 3. fıkrasında gösterilmiştir.
Suç işleyen çocuğun aynı zamanda akıl hastası olması da mümkündür. Suça sürüklenen çocuk aynı zamanda akıl hastası ise çocuğun yaşına bakılacaktır. Şayet akıl hastası
çocuk fiili işlediği sırada onbeş yaşını doldurmamış ise bu çocuk hakkında çocuklara özgü
güvenlik tedbirleri uygulanacaktır (ÇKK m. 12). Buna karşılık on beş-on sekiz yaş arasındaki akıl hastası bir çocuk hakkında akıl hastalarına özgü güvenlik tedbirleri (m. 32, 57)
uygulanacaktır
TCK'da sağır ve dilsizlerin kusurluluk durumları nasıl düzenlenmiştir?
İnsanın işitme yeteneğine doğuştan sahip olmaması veya küçük yaştan itibaren bu yeteneği yitirmesi nedeniyle, konuşma yeteneği de gelişmemektedir. Sağır ve dilsiz olan kişilerin
algılama yeteneğinin de yeterince gelişmeyeceği kabul edilmektedir.
TCK’nın 33. maddesinde, sağır ve dilsizlerin durumu, belli bir yaşa kadar yaş küçüklüğüne ilişkin hükümlere, belli bir yaşın üzerinden sonra da akıl hastalarına ilişkin hükümlere tabi tutularak düzenlenmiştir. Ancak sağır ve dilsizlerin algılama ve davranışlarını
yönlendirme yeteneğinin, aynı yaşta bulunan normal kişilere göre daha geç gelişebileceğinden hareketle, farklı bir yaş gruplandırılması yapılmıştır.
TCK'da akıl hastalığının kusurluluğa etkisi nasıl düzenlenmiştir?
Kusur yeteneğini etkileyen sebeplerden birisi de akıl hastalığıdır. Zira işlediği fiilden dolayı bir kişiye kusur isnadında bulunabilmek, bu kişinin fiziki olarak gelişmişliğinin yanı
sıra, aklen sağlıklı bir insan olması hâlinde mümkündür. İnsan, akıl hastalığına maruz
kalması sebebiyle, davranışlarının hukuki anlam ve sonuçlarını algılama yeteneğinden
veya davranışlarını hukukun icaplarına göre yönlendirme yeteneğinden yoksun olabilmektedir. Böyle bir hastalığın etkisinde kalarak suç teşkil eden bir fiili işleyen kişinin kusur yeteneğinin olmadığı kabul edilmektedir.
Akıl hastalıkları, kişinin algılama veya irade yeteneğini etkileyen psikolojik bozukluklardır. Bunların neler olduğu ve her bir akıl hastalığının kişinin davranışları üzerinde ne tür etkiler gösterdiği tıbben belirlenebilecek bir konudur. Nitekim bu kapsamda
TCK’da akıl hastalıkları tek tek sayılmamış ve sadece akıl hastalığının kusur yeteneğini
etkileyen bir sebep olduğu belirtilmiştir (m. 32). Şizofreni, mani, melankoli, paranoya,
sar’a (epilepsi), histeri, zekâ geriliği, yaşlılık bunaklığı, kleptomani (hırsızlık hastalığı) gibi
rahatsızlıkların akıl hastalığı olduğu kabul edilmektedir. Ancak kusur yeteneğini etkileyen
akıl hastalığı fiilin işlendiği anda mevcut olandır. Fiilin icrasından sonra ortaya çıkan akıl
hastalıklarının ceza sorumluluğuna herhangi bir etkisi yoktur.
Şu hâlde ilk belirlenecek husus, kişinin suç teşkil eden fiili işlediği sırada akıl hastası
olup olmadığıdır. Şayet akıl hastası ise ikinci olarak belirlenecek husus, bu hastalığın genel olarak kişinin davranışları üzerinde ne tür etkilerinin olabileceğidir. Son olarak da bu
hastalığın somut olayda kişinin algılama ve irade yeteneğini ne ölçüde etkilemiş olduğu
araştırılıp ortaya çıkarılacaktır.
İlk iki araştırma ve tespit tıp biliminin konusu olup, psikiyatri biliminin verileri çerçevesinde uzman hekimler tarafından yapılacaktır. Ancak akıl hastalığının somut olay
açısından kişinin algılama ve irade yeteneği üzerindeki etkisini belirlemek hâkime ait bir
görevdir.
Akıl hastalığı kişinin işlediği her fiil açısından algılama veya irade yeteneği üzerinde
etkili olmayabilir. Maruz kalınan akıl hastalığının kişinin işlemiş bulunduğu somut fiil
açısından algılama veya irade yeteneğini etkilemesi gerekmektedir. Örneğin kleptomani
akıl hastası olan kişinin hafif değerdeki şeylere yönelik olarak işlediği hırsızlık suçu açısından irade yeteneğinin olmadığı söylenebilirse de bu kişinin kasten öldürme veya yaralama
suçlarını işlemesi durumunda irade yeteneğinin olmadığından bahsedilemez.
Bir insan ya akıl hastasıdır veya değildir. Eğer akıl hastası ise, hukuken önemli olan
husus, akıl hastalığının algılama ve irade yeteneği üzerindeki etkisinin ne olduğudur.
Bu itibarla akıl hastalığının kusur yeteneği üzerindeki etkisi bir derecelendirmeye tabi tutulabilir ve akıl hastalığının kusur yeteneğini tamamen ortadan kaldırdığından veya
azalttığından bahsedilebilir. Nitekim 32. maddede akıl hastalığının kusur yeteneği üzerinde meydana getirdiği etki üç dereceye ayrılmıştır. Buna göre, kişinin maruz kaldığı
akıl hastalığı, işlemiş olduğu somut fiil açısından; 1- Bu fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını
algılama yeteneğini ortadan kaldırır, 2- Bu fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme
yeteneğini ortadan kaldırır veya önemli ölçüde azaltır, 3- Bu fiille ilgili olarak algılama yeteneğini etkilememekle beraber, davranışlarını yönlendirme yeteneğini azaltmış olabilir.
Akıl hastalığı nedeniyle işlediği fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılayamayan veya
bu fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği önemli derecede azalmış olan
kişiye ceza verilmez. Kusur yeteneği üzerinde bu derecede etki doğuran akıl hastalığının
kişinin kusurunu tamamen ortadan kaldıracağı kabul edilmiştir. Mahkeme bu kişiler hakkında güvenlik tedbirine hükmedecektir. Bu kişiler hakkında hükmedilecek olan güvenlik
tedbirlerinin neler olduğu TCK’nın 57. maddesinde gösterilmiştir.
Sebebinde Serbest Hareket Kuramı nedir?
Sebebinde serbest hareket kuramı, fiili işlediği sırada kusur yeteneği olmamasına rağmen failin kendisini kusur yeteneğinden yoksun bıraktığı andaki sübjektif durumunun göz önünde bulundurulmasını, buradan hareketle cezalandırılmasını mümkün kılan bir müessesedir.
Geçici nedenin varlığının kabulü için gereken şartlar nelerdir?
Geçici bir nedenin varlığının kabulü için gereken ilk şart, bu nedenin meydana gelmesinde failin kastının veya taksirinin bulunmamasıdır.
Geçici nedenin ceza sorumluluğu üzerinde etkili olabilmesi için varlığı gerekli olan
ikinci şart, bu nedenin failin işlediği fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılama yeteneğini ortadan kaldırmış olması veya davranışlarını hukukun gereklerine göre yönlendirme
yeteneğini önemli ölçüde etkilemiş olması gerekmektedir.
İrade dışı sarhoşluk altında suç işleyen kişi hakkında ne karar verilir?
İstemeyerek sarhoş olan ve böylece kusur yeteneğini tamamen kaybeden kişiye ceza verilmeyeceği gibi, güvenlik tedbiri de uygulanmaz. Çünkü bu kişi akıl hastası değildir ve alkol ve uyuşturucu maddenin etkisinin ortadan kalkmasıyla normal kişiliğine yeniden dönecektir.
Zorunluluk hali nedir?
Zorunluluk hâlinde, kişinin gerek kendisine gerekse üçüncü bir şahsa ait bir hakka
yönelik tehlikeyi bertaraf etmek için konuyla ilgisi olmayan bir kişiye karşı bir suç işlemektedir.
Zorunluluk hali altında işlenen suçlarla ilgili TCK'daki düzenleme nasıldır?
“Gerek kendisine gerek başkasına
ait bir hakka yönelik olup, bilerek neden olmadığı ve başka suretle korunmak olanağı bulunmayan ağır ve muhakkak bir tehlikeden kurtulmak veya başkasını kurtarmak zorunluluğu
ile ve tehlikenin ağırlığı ile konu ve kullanılan vasıta arasında orantı bulunmak koşulu ile
işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez. Zorunluluk hâli çerçevesinde işlenen bu fiil, meşru sayılmamakta ve fakat mazur görülmektedir. Çünkü zorunluluk hâlinde kalan kişi, ağır ve muhakkak bir tehlike
karşısında hukukun gerektirdiği şekilde davranamaz, hukukun istediği şekilde irade oluşturması kendisinden beklenemez. Bu kişinin içinde bulunduğu durum, onun haksızlığı
tercih etmesi, yani üçüncü bir kişinin hakkını ihlal etmesi dolayısıyla kınanabilirliğini ya
tamamen ortadan kaldırmakta ya da azaltmaktadır.
Meşru Savunmada Sınırın Heyecan, Korku ve Telaş Nedeniyle Aşılması konusunu açıklayınız.
Hukuka uygunluk nedenlerinden meşru savunmada sınırın heyecan, korku ve telaş nedeniyle aşılması (m. 27/2) kusurluluğu etkileyen bir hâl olarak kabul edilmiştir (CMK
m. 223/3- c). Daha önce belirtildiği üzere meşru savunma hâlinde fiilin hukuka uygun
sayılabilmesi için saldırı ile savunmanın orantılı olması gerekmektedir. Bu orantıda sınırın aşıldığı hâllerde, aşkın kısmın oluşturduğu fiil bakımından artık hukuka uygunluktan
söz edilememektedir. Bazı hâllerde, meşru savunmada saldırı ile savunma arasında varlığı
gerekli olan orantı, meşru savunma çerçevesinde hareket eden kişinin heyecan, korku ve
telaşa kapılmasından dolayı aşılabilmektedir. İşte meşru savunmanın sınırı fail tarafından
heyecan, korku ve telaş nedeniyle aşılmış ise bu kişi mazur görülerek cezalandırılmamaktadır. Örneğin failin saldırıyı bir yumrukla savuşturmasının mümkün olduğu bir olayda,
olayın gerçekleştiriliş biçiminden kaynaklanan korkuyla silahına sarılması ve ateş etmesi
durumunda olduğu gibi.Kişi sırf maruz kaldığı saldırının etkisiyle, heyecan, korku ve paniğe kapılarak meşru
müdafaanın sınırlarını aştığında bu hükümden yararlanır. Buna karşılık, kişinin saldırıdan kaynaklanan öfke ve gazabın etkisiyle sınırı aştığı hâllerde ise haksız tahrik hükmü
uygulanır. Tabii ki, her türlü telaş, korku veya heyecan değil, failin işlemiş olduğu fiilden
dolayı kınanabilirliğini kaldıracak düzeydeki hâller mazeret sebebi teşkil eder. Failin bu
gibi hâllerde meşru savunmanın sınırını kasten veya taksirle aşması arasında herhangi bir
fark yoktur. Zira somut olayda meşru savunmanın sınırının heyecan, korku ve telaş nedeniyle aşıldığı hâllerde, failin kontrolünü kaybettiği, sağlıklı bir iradeye sahip olmadığı bir
durum ortaya çıkmış olmaktadır. Failin bu durumunun kusurluluğunu kaldıracağı yasal
olarak kabul edilmiş bulunmaktadır
Cebir ve tehdit kavramlarını açıklayarak bu durumlarda kusurluluğun nasıl etkilendiğini söyleyiniz.
Başka türlü davranma imkânı varken, tercihini haksızlık teşkil eden bir fiili işlemekten
yana kullanan kişi kusurlu sayılıp cezalandırılır. Cebir ve tehdit, kişinin irade yeteneğini
etkileyen hâllerden bir diğerini oluşturmaktadır. Nitekim TCK’nın 28. maddesine göre;
karşı koyamayacağı veya kurtulamayacağı bir cebrin veya ağır ve muhakkak bir tehdidin
etkisi altında suç teşkil eden bir fiili işleyen kişi, hür bir iradeyle hareket etmiş olmayacağından kusurlu sayılmaz ve cezalandırılamaz. Bu gibi hâllerde cebir ve tehdidi kullanarak
başkasına suç işleten kişi, işlenen bu suç nedeniyle fail olarak (dolaylı fail) sorumlu tutulur.
Tehdit hâlinde kişi, istenildiği şekilde davranmaması hâlinde bir kötülük gerçekleştirileceği beyanıyla korkutulmaktadır. Tehditte, ileride gerçekleştirileceği bildirilen kötülüğün oluşturduğu manevi bir zorlanma söz konusudur. Tehdit altında suç teşkil eden bir
fiili işleyen kişi fiili iradi olarak ve dolayısıyla kasten gerçekleştirmektedir. Ancak bu irade
tehdit nedeniyle zorlanmış bir iradedir. Bu nedenle, kişi bu iradenin oluşum şartları itibariyle kınanamamakta, işlemiş olduğu fiil bakımından mazur görülmektedir.
Örneğin A, noter olarak görev yapan B’nin oğlunu kaçırır. Daha sonra B’yi arayarak
kendisine bir arsanın satımı hususunda C’nin kendisini yetkilendirdiği vekâletnamesini
hazırlamasını ister ve aksi takdirde oğlunu öldüreceğini söyler. Oğlunun hayatı konusunda endişeye kapılan B, kendisinden istenileni yapar ve resmi belge niteliğindeki
vekâletnameyi sahte olarak hazırlayarak A’ya verir. Bu olayda B, ağır ve muhakkak bir
tehdidin etkisi altında böyle bir belgeyi hazırlayıp A’ya verdiği için özgür iradeyle hareket
etmemiştir. Dolayısıyla işlemiş olduğu fiilden dolayı mazur görülecektir. Buna karşılık A,
resmi belgede sahtecilik suçunun (dolaylı) faili olarak cezalandırılacaktır.
Bir kişi cebir kullanılmak suretiyle de belli bir fiili işlemeye zorlanabilir. Ancak burada
söz konusu olan cebir, mutlak cebir (vis absoluta) değil, zorlayıcı cebirdir (vis compulsiva). Zira mutlak cebrin, yani karşı konulamaz cebrin söz konusu olduğu hâllerde, üzerinde cebir kullanılan kişinin iradesi tamamen ortadan kaldırılmakta, dolayısıyla bu kişi bir
araç konumuna indirgenmektedir. Bu nedenle, mutlak cebrin uygulandığı hâllerde, buna
maruz kalan kişinin iradi olarak gerçekleştirdiği bir fiilden bahsedilemez.
Buna karşılık, zorlayıcı cebirde durum farklıdır Zorlayıcı cebirde, kişiye karşı fiziki
güç kullanmak suretiyle, onun veya bir üçüncü kişinin iradesi ve davranışları üzerinde
zorlayıcı bir etki meydana getirilmesi söz konusudur. Cebre maruz kalan kişi, bu fiziki
gücün meydana getirdiği acının etkisiyle belli bir davranışta bulunmaya zorlanmaktadır.
Uygulanan güç nedeniyle kişi hâlen icra edilen saldırıdan kurtulmak için istemediği ve
haksızlık teşkil ettiğini bildiği hâlde suç teşkil eden bir fiili işlemektedir. Dolayısıyla cebre
maruz kalan kişinin iradi karar verme ve hareket etme özgürlüğünden söz etmek mümkün değildir.
Cebre maruz kalan kişinin gerçekleştirdiği davranış, hukuki anlamda fiil niteliğine
sahiptir ve bu kişi işlediği fiil bakımından kasten hareket etmektedir. Bu kişinin işlediği
ve haksızlık teşkil eden fiilden dolayı cezalandırılmamasının nedeni, uygulanan cebir nedeniyle haksızlığı tercih etmek mecburiyetinde kalmış olmasıdır. Örneğin bir kimsenin
kolunun arkaya kıvrılarak, bundan kurtulması için eline verilen taşı mağazanın vitrinine
atmak zorunda bırakılması, aynı şekilde bir bayanın saçlarından sürüklenerek başkasına
hakaret etmeye zorlanması gibi hâllerde kişi cebrin etkisinde kalarak suç işlemiş olmaktadır. Mağazanın vitrinine elindeki taşı fırlatan kişi, işlediği fiilin bilincindedir ve dolayısıyla
mala zarar verme suçunu kasten işlemiştir. Ancak bu kişi kendisine hâlen uygulanmakta
olan cebirden kurtulmak için böyle bir fiili işlemek mecburiyetinde bırakıldığı için hakkında kınama yargısında bulunmak mümkün değildir.
Haksız tahrikin şartlarını açıklayınız.
Haksız tahrikin varlığı şu üç koşulun gerçekleşmesine bağlıdır: 1- Haksız bir fiilin varlığı,
2- Bu fiilin failde hiddet veya şiddetli elem meydana getirmiş olması, 3- Suçun bu hiddet
veya şiddetli elemin etkisi altında işlenmiş olması.
Yasak Hatası (Haksızlık Yanılgısı) kavramı hakkında bilgi veriniz.
Haksızlık yanılgısına ilişkin düzenleme TCK’nın 30. maddesinin 4. fıkrasında yer almaktadır. Buna göre; “İşlediği fiilin haksızlık oluşturduğu hususunda kaçınılmaz bir hataya düşen kişi, cezalandırılamaz”. Haksızlık yanılgısı, kişinin işlediği fiilin haksızlık teşkil ettiğini bilmemesidir. Haksızlık yanılgısında failin haksızlığın maddiyatına ilişkin bilgisi tamdır, buna karşılık o hareketine izin verilmediğini bilmemektedir. Failin haksızlığın maddi unsurlarına ilişkin bilgisi tam olduğundan, yanılgının bu türünün kast ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Hatanın bu türünde kişi, işlediği fiili yasaklayan bir normun varlığında veya böyle bir
normun yorumlanmasında hataya düşmektedir. Yani işlediği fiil gerçekte hukuk normlarıyla çatışmasına ve dolayısıyla hukuka aykırı olmasına rağmen, kişi fiilinin hukuka aykırı olmadığını, yasak olmadığını, yani meşru olduğunu sanmaktadır. Bu itibarla kişi fiilinin hukuka aykırı olduğu bilincine sahip değildir. Kişi gerçekleştirdiği fiilin hukuken onaylanan bir davranış olduğunu sanmaktadır, fakat gerçekte fiili hukuken tasvip edilmemektedir.
Objektif Cezalandırılabilme Şartlarını açıklayınız.
Objektif cezalandırılabilme şartları, suçun yapısında haksızlığın ve kusurluluğun dışında
kalan ve failin cezalandırılabilmesi için gerekli olan koşullardır. Bu şarta yapısında yer
veren suçlarda işlenen fiil haksızlık oluşturmakla birlikte objektif nitelikteki bu şartlar
gerçekleşmedikçe kişiye ceza verilememektedir. Bu nedenle, objektif cezalandırılabilme
şartları cezalandırabilirliğin alanını daraltan bir işlev görmektedirler.
Objektif cezalandırılabilme şartları, cezalandırılabilirliğin maddi unsurlarına ait olmalarına rağmen kastın kapsamına girmez. Bunun anlamı, bu şartların suçun işlenmesi
sırasında veya daha sonra gerçekleşmeleri durumunda, fail bu şartları bilmiyor olsa veya
bunların gerçekleşmeleri daha önceden öngörülemiyor olsa bile fail cezalandırılabilecektir. Buna karşılık, failin bunların varlığına veya gerçekleştiğine inandığı durumlarda, bu
şartlar gerçekleşmedikçe, fail teşebbüsten dahi cezalandırılamayacaktır.
Örneğin TCK’nın 257. maddesinin 1. fıkrasında düzenlenen görevi kötüye kullanma
suçu objektif cezalandırılabilme şartına yer veren suçlardan biridir. Buna göre, bir kamu
görevlisinin bilerek görevinin gereklerine aykırı hareket etmesi görevi kötüye kullanma
teşkil eder. Kısacası kamu görevlisinin görevinin gereklerine aykırı davranmasıyla haksızlık tipi gerçekleşmektedir. Ancak haksızlık bu hâliyle bu cezaya layık değildir, cezalandırma için ek bir takım şartların gerçekleşmesi aranmaktadır. Buna göre, kamu görevlisi,
görevinin gereklerine aykırı davranışıyla kamunun zararına neden olduğu veya üçüncü
kişilerin mağduriyetine yol açtığı ya da üçüncü kişilere haksız kazanç sağladığı takdirde
cezalandırılacaktır. İşte kamunun zararı, kişilerin mağduriyeti veya üçüncü kişilerin haksız kazanç sağlamasına yol açmadıkça, kamu görevlisi görevinin gereklerine aykırı davranmış olmasına rağmen görevi kötüye kullanmadan cezalandırılmayacaktır.