Anayasa 1 Dersi 7. Ünite Sorularla Öğrenelim
1961 Anayasası
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
27 Mayıs 1960 müdahalesini hazırlayan siyasal süreç ne şekilde gelişmiştir?
1924 Anayasası’nın çok partili siyasal hayatın gerektirdiği fren ve denge mekanizmalarından yoksunluğu ve çoğunlukçu demokrasi anlayışına sahip olması, tek parti yönetiminin hâkim olduğu 1923-1946 yılları arasında siyasal sürecin olağan akışını önleyecek sorunlara yol açmadığı hâlde, bu eksiklik çok partili düzene geçişin ardından hissedilir hâle gelmiştir. 1950 genel seçimleriyle iktidarın el değiştirmesinden sonra ise anayasanın bu yapısı, demokratik siyasal hayatın olağan akışını önleyen bir boyuta ulaşmıştır. Nitekim Türkiye’deki siyaset bilimcileri ve anayasa hukukçuları, 27 Mayıs Müdahalesi’ni teşvik eden faktörlerden birinin, 1924 Anayasası’nın çoğunlukçu demokrasi anlayışı olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Bu yazarlara göre, 1924 Anayasası’nın 1946’da çok partili siyasal hayatın ihtiyaçları dikkate alınarak değiştirilmemesi ciddî bir ihmaldir. Gene bu yazarlara göre, 1924 Anayasası 1946’da çoğulcu demokrasinin icaplarına uygun olarak değiştirilmiş olsaydı, belki de 1950’ler boyunca iktidar-muhalefet ilişkileri askerî bir müdahaleyi tetikleyecek ölçüde gerilmeyecek; böylece, 27 Mayıs Müdahalesi’nden kaçınmak mümkün olabilecekti.
Milli Birlik Komitesi'nin 12.06.1960’da kabul ettiği “1924 Tarihli ve 491 Sayılı Teşkilât-ı Esâsiye Kanununun Bazı Hükümlerinin Kaldırılması ve Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkında Geçici Kanun”la anayasa düzenine ilişkin kabul ettiği esaslar genel olarak nedir?
Kanunun 1. Bölümünde ‘Genel Hükümler’ başlığı altındaşu ifadelere yer verilmiştir: “İktidar partisi idarecileri tarafından anayasanın çiğnenmesi, Türk Milleti’nin bütün fert ve insanlık hak ve hürriyetlerinin ve masuniyetlerinin ortadan kaldırılması, muhalefet murakabesi işlemez hale getirilerek tek-parti diktatoryası kurulması suretiyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi fiilen bir parti grubu durumuna düşürülmüş ve meşruluğunu kaybetmiştir.
Kanunun 1. maddesi, yeni anayasa ile siyasi partiler ve seçim kanununun kabul edilmesini takiben genel seçimlerin yapılması ve yeni TBMM’nin kurulmasına kadar geçecek süre içinde Türk milleti adına hâkimiyet hakkının MBK’ye ait olduğu hükmüne yer vermektedir. Öte yandan madde, 1924 Anayasası’yla TBMM’ye sunulan yetkilerin MBK tarafından kullanılacağını da düzenlemektedir.
Kanunun 3. maddesi, yasama ve yürütme yetkilerini düzenlemektedir. Bu hükme göre: “Milli Birlik Komitesi, yasama yetkisini doğrudan doğruya kendisi ve yürütme yetkisini, Devlet Başkanı’nca tayin ve Komite’ce tasvip edilen Bakanlar Kurulu eliyle kullanır.” 17. maddeye göre, “Milli birlik Komitesi’nin Başkanı, aynı zamanda Devlet’in ve Bakanlar Kurulu’nun Başkanı’dır.” Kanunun 4. maddesi, “Milli Birlik Komitesi, Bakanları her vakit denetleyebilir ve görevinden çıkarabilir. Görevinden çıkarılan Bakanın yerine yenisini Devlet Başkanı tayin eder.” hükmüne yer vermektedir. 5. madde ise “Yargı hakkı, tarafsız ve bağımsız mahkemelerce, kanun sınırları içinde, millet adına kullanılır” düzenlemesini içermektedir. Nihayet Kanunun 8. maddesi, “Milli Birlik Komitesi, genel seçimlerle kurulacak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin görevine başlaması ile hukuki varlığını kaybeder ve kendiliğinden dağılmışolur” hükmüne yer vermektedir.
1961 Anayasasının kurucu meclisi kimlerden oluşmaktaydı?
1961 Anayasası, MBK’nin kabul ettiği 157 ve 158 sayılı Kanun’ların öngördüğü esaslara göre kurulan bir Kurucu Meclis tarafından hazırlanmıştır. 157 sayılı Kanunun 1. maddesi, Kurucu Meclis’in MBK ile Temsilciler Meclisi’nden oluşan iki meclisli bir organ olacağı hükmüne yer vermektedir. Bilindiği gibi MBK, Türk Silahlı Kuvvetleri adına 27 Mayıs 1960’da yönetime el koyan askerî liderlerden oluşmaktadır. Komitede başlangıçta 38 orta ve üst rütbeli subay yer almıştır. Askerî yönetimin izlemesi gereken politikaların ne olacağı konusunda MBK üyeleri arasında ortaya çıkan görüş ayrılıkları nedeniyle, Komite’nin 14 üyesi, 13 Kasım 1960’da tasfiye edilmiş; bir üyenin de vefatı neticesinde üye sayısı 23’e düşmüştür. Kurucu Meclis Hakkında Kanunu kabul eden ve bu Kanun gereğince 1961 Anayasası’nın yapımı sürecine katılan 23 MBK üyesidir.
1961 anayasası Kurucu Meclis’in Temsilciler Meclisi adıyla anılan kanadının üye kompozisyonu kimlerden oluşmaktaydı?
Kurucu Meclis’in Temsilciler Meclisi adıyla anılan kanadının üye kompozisyonu, 157 sayılı Kanun’un 4. maddesiyle, bu üyelerin belirlenmesinde izlenecek yöntem ise 158 sayılı Kanun’la hükme bağlanmıştır. 157 sayılı Kanun’un 4., 158 sayılı Kanun’un 2. maddesine göre, Temsilciler Meclisi’nin 10 üyesi Devlet Başkanı, 18 üyesi MBK tarafından atanmıştır. Bundan başka, üyeleri MBK tarafından atanmış olan Bakanlar Kurulu da bu Mecliste yer almıştır. Sözü geçen maddeler, il temsilcileri ile CHP ve CKMP temsilcilerinin de bu Mecliste yer almasını öngörmektedir. İl temsilcilerinin nasıl belirlenecekleri ise 158 sayılı Kanunun 5. maddesinde hükme bağlanmaktadır. Bu madde gereğince toplam sayısı 75 olan il temsilcileri, illerin nüfusuna göre, ilçe delege seçme kurulları tarafından seçilir. İlçenin en yüksek dereceli hâkiminin başkanlık yapacağı ilçe delege seçme kurulları, 158. sayılı Kanun’un 5. maddesinin 6. fıkrası gereğince “köy dernekleri tarafından seçilecek birer üye, ilçe ve bucak merkezlerindeki mahalleler muhtarlıkları, ilkokul başöğretmenleri (varsa orta dereceli okullar müdürleri), (...) meslek teşekkülleri (Baro, Ticaret Odası, Ziraat Odası, Sanayi Odası, Ticaret ve Sanayi Odası, Borsa, Tabib odası, Veteriner Hekim Odası, Mühendis-Mimar Odası, İşçi Sendikaları ve Esnaf Dernek, Birlik ve Federasyonları –Şoför Dernek ve Federasyonları dâhil-, Öğretmen Teşekkülleri, Gazete Cemiyetleri ve Sendikaları, Esnaf Kefalet Kooperatifleri, Eczacı Dernek ve Birlikleri) yönetim kurullarının veya bu kurulların yerine kaim olan kurulların başkanları -, siyasi partiler yönetim kurulları”ndan oluşmaktadır. Görüldüğü gibi Kurucu Meclis’te görev yapacak olan il temsilcilerinin belirlenmesinde genel oy ilkesi uygulanmamıştır.
Toplam sayıları 49 olan CHP ve 25 olan CKMP temsilcileri de 158 sayılı Kanun’un 6. maddesi gereğince, seçmenler tarafından değil, partinin yetkili organ ve kurulları tarafından seçilmişlerdir. Bu nedenle CHP ve CKMP temsilcilerinin de halkın gerçek temsilcileri olduğunu iddiaya olanak bulunmamaktadır. Bundan başka 27 Mayıs müdahalesinin ardından, yargı kararıyla kapatılmış olan DP temsilcileri, Kurucu Meclis’te yer almamışlardır. DP’nin müdahale öncesindeki seçmen desteğinin % 50’ler civarında olduğu düşünülürse, bu partinin Temsilciler Meclisi’nde yer almaması, seçmen kitlesinin neredeyse yarısının, yeni anayasanın yapımı sürecinden dışlandığı anlamına gelmektedir.
Öte yandan Kanunun 4. maddesi, çeşitli kurum ve kuruluşların temsilcilerinin de Temsilciler Meclisi’nde yer almalarını öngörmektedir. 157 sayılı Kanunun 4. ve 158 sayılı Kanunun 2. maddesi gereğince, Temsilciler Meclisi’nde yer alacak kuruluşlarla, bunlara tahsis edilen üye sayısı şöyledir: barolar 6, basın 12, eski muharipler birliği 2, esnaf teşekkülleri 6, işçi sendikaları 6, odalar 10, öğretmen teşekkülleri 6, tarım teşekkülleri 6, üniversiteler 12, yargı organları 12’dir. Sözü geçen kuruluşların, Kurucu Mecliste temsil edilmeleri, ilk bakışta Temsilciler Meclisi’nin, bu üyeler aracılığıyla temsilî bir organ vasfı kazandığı izlenimini uyandırabilir. Ancak anılan kuruluşların temsilcileri, 158 sayılı Kanun’un hükümleri uyarınca (madde 7-17) bağlı bulundukları kuruluşların, bu kanunda öngörülen organları tarafından belirlenmiştir. Diğer bir deyişle, bu üyelerin belirlenmesinde genel oy ilkesi; dolayısıyla halkın iradesi rol oynamamıştır.
Nihayet, 157 sayılı Kanun’un 4. maddesi, Temsilciler Meclisi’nde gençlik temsilcisinin de yer alacağını düzenlemektedir. 158 sayılı Kanunun 11. maddesi ise gençlik temsilcisinin İstanbul Üniversitesi öğrencisi Hüseyin Onur olduğu hükmüne yer vermektedir. Böylece, gençlik, Temsilciler Meclis’inde adı 158 sayılı Kanunla açıkça tasrih edilmiş bir kişi tarafından temsil edilecektir. Bu yöntemin ise temsilî bir nitelik taşımadığı açıktır.
157 sayılı Kanun’un 18. maddesinin ilk fıkrası, Kurucu Meclis’in asıl görevi nedir?
157 sayılı Kanun’un 18. maddesinin ilk fıkrası, Kurucu Meclis’in asıl görevinin yeni anayasayı ve buna uygun seçim kanununu yapmak olduğunu düzenlemektedir.
1961 Anayasası Kurucu Meclisi'nin yeni anayasa hazırlamak dışında kalan görevleri nelerdi?
157 sayılı Kanun’un 18. maddesinin ilk fıkrası, Kurucu Meclis’in asıl görevinin yeni anayasayı ve buna uygun seçim kanununu yapmak olduğunu düzenlemektedir. Maddenin 2. fıkrası ise Kurucu Meclis’e genel bir yasama yetkisi ile bütçe kanunlarını kabul etme, savaş ilânına karar verme ve Bakanlar Kurulu’nca verilen sıkıyönetim kararlarını onaylama gibi, olağan bir parlamentonun kullanabileceği yetkileri de sunmaktadır. Bundan başka Kanun, 37. maddesiyle Kurucu Meclis’e Bakanlar Kurulu’nu denetleme yetkisi tanımaktadır.
Temsilciler Meclisi’nin hukukî varlığını güvence altına alan kanun hükmü nedir?
157 sayılı Kanun, 1961 Anayasası’nın yapımı sürecinde yer alan Temsilciler Meclisi’ne, askerî yönetimin olağanüstü koşullarına rağmen nispi bir serbestlik sağlamıştır. Her şeyden önce kanunun 17. maddesi, Temsilciler Meclisi’nin hukukî varlığını güvence altına alan bir hükme yer vermektedir. Bu hükme göre, “ Temsilciler Meclisi, hiçbir makam, merci, kurum veya kurul tarafından kapatılamaz. Bu Kanunda gösterilen haller dışında tatil edilemez.”
157 sayılı Kanun’un yeni anayasa ile buna uygun seçim kanununun yapımında Temsilciler Meclisi’ne, MBK’ye kıyasla daha etkili olma olanağı tanıdığı düzenlemeler nelerdir?
157 sayılı Kanun’un çeşitli hükümleri, yeni anayasa ile buna uygun seçim kanununun yapımında Temsilciler Meclisi’ne, MBK’ye kıyasla daha etkili olma olanağı sunmuştur. Kanunun 29. maddesine göre anayasa ve seçim kanunu düzenlemeleri, Temsilciler Meclisi’nin kendi üyeleri içinden seçeceği 20 üyeden oluşan iki ayrı komisyon tarafından hazırlandıktan sonra Temsilciler Meclisi’nin Genel Kurulu’nda görüşülecektir. Kanunun 15. maddesi ise Temsilciler Meclisi’nin toplantı ve karar nisabını düzenlemektedir. Bu hükme göre Temsilciler Meclisi, üye tam sayısının salt çoğunluğu ile toplanır; toplantıya katılanların salt çoğunluğu ile karar verir.
157 sayılı Kanun, Kurucu Meclis çalışmalarını hızlandırarak mümkün olan en kısa zamanda sivil yönetime geçmeyi sağlayacak düzenlemeleri nelerdir?
Kanunun 34. maddesi, Kurucu Meclis’in yeni anayasa ile seçim kanununu en geç 27 Mayıs 1961’e kadar tamamlaması gerektiği, bu sağlanamadığı takdirde kendisine 15 günlük bir ek süre tanınacağı, bu süreye rağmen anayasa ve seçim kanunu çalışmalarının tamamlanamaması hâlinde ise 35. madde hükümlerine göre yeni bir Kurucu Meclisin oluşturulacağı hükmüne yer vermiştir. Kanunun 2. maddesi ise Kurucu Meclis’in yeni anayasa ile buna uygun seçim kanununu, en kısa zamanda tamamlamasının ardından iktidar yetkilerinin en geç 29 Ekim 1961’de yapılacak seçimleri takiben, seçilmiş organlara devredilmesinin planlandığını gösteren bir hükmü içermektedir. Kanunun bu hükümleri, MBK’nin uzun süreli bir askerî yönetim kurmak düşüncesinde olmadığını; tam aksine, en kısa zamanda yönetimi sivillere terk etmeyi düşündüğünü göstermektedir.
157 sayılı kanunun yeni anayasanın halkoylamasına sunma aşamasına ilişkin düzenlemeleri nelerdir?
Bütün bunlara ek olarak 157 sayılı Kanun, yeni anayasanın halkoylamasına sunma aşamasının nispeten serbest bir ortamda yapılmasını, halkın iradesinin serbestçe şekillenmesini hedefleyen düzenlemeleri de içermektedir. Kanunun 35. maddesine göre, yeni anayasa halkoylamasında reddedildiği takdirde, seçim kanunu hükümlerine göre yeni bir Temsilciler Meclisi’nin seçimi sağlanarak anayasayı yapma yetkisi, bu meclise tanınacaktır. 35. maddede yer alan bu düzenleme, hayır oylarının çoğunluk oluşturması hâlinde, askeri yönetimin uzun bir süre devam edeceği gibi endişelerin ortaya çıkmasını önleyerek seçmenlere evet veya hayır seçeneklerinden birine yönelmek konusunda önemli bir serbestlik tanımıştır. Ne var ki Kanun’un 32. maddesi, anayasanın halkoyuna sunulmasından önce siyasi partilerin propaganda özgürlüklerinin sınırlanabileceğini gösteren bir hükme yer vermektedir. Bu hükme göre: “ Kurucu Meclisçe kabul edilen Anayasa ve Seçim Kanunu Devlet başkanı tarafından derhal yayınlanır. Anayasanın halkoyuna sunulması tarihi ve siyasi partilerin anayasa konusundaki propaganda serbestliği kararını Milli Birlik Komitesi verir.” Nitekim kapatılan DP’nin devamı niteliğindeki siyasi partiler, bu hüküm karşısında seçmenlerine hayır oyu vermeleri yönündeki mesajlarını açık olarak değil; ‘Oylarınız hayırlı olsun!’ sözleriyle dolaylı olarak sunmuşlardır.
1961 anayasasnın halkoylaması yüzdeleri ne şekildedir?
1961 Anayasası, nispi bir serbestlik ortamında hazırlanmak ve tartışılmak suretiyle 9 Temmuz 1961’de yapılan halkoylamasında %61,5 evet oyu ile kabul edilmek suretiyle yürürlüğe girmiştir.
1961 anayasasının temel özellikleri nelerdir?
1961 Anayasası’nın en önemli özelliği, 1924 Anayasası’nın yarattığı çoğunlukçu demokrasiden çoğulcu demokrasiye geçişi sağlayan yeniliklere yer vermesidir. 1961 Anayasası’nın çoğulcu bir demokrasi düzeninin kurulmasını hedefleyen yenilikleri, devlet otoritesini anayasanın üstünlüğü ile sınırlaması; bu amaçla, hukuk devleti ilkesinin tüm mekanizmalarına yer vermesi, hak ve hürriyetlerin alanını genişleterek bunları çeşitlendirmesi; böylece, güçlü bir siyasal toplumun oluşumunu teşvik etmesişeklinde özetlenebilir.
1961 anayasasının çoğulcu demokrasinin kurulmasını sağlayan anayasal düzenlemeleri hangi konulara ilişkindir?
1961 Anayasası’nın en önemli özelliği, 1924 Anayasası’nın kabul ettiği sınırsız yönetim anlayışından anayasanın üstünlüğü ile sınırlanmış bir yönetime geçişi sağlamak olmuştur. Anayasanın çoğulcu demokrasiye geçişi sağlayan yenilikleri, egemenlik, hukuk devleti, anayasanın üstünlüğü, anayasa yargısı ve hak ve hürriyetleri düzenleyen hükümlerinde somut olarak göze çarpmaktadır.
1961 anayasasının çoğulcu demokrasiye geçişi sağlamak adına egemenlik yetkisini paylaştırdığı düzenlemeleri nelerdir?
1961 Anayasası, egemenlik yetkisini düzenleyen 4. maddesiyle 1924 Anayasası’nın meclisin üstünlüğüne dayanan anlayışından anayasanın üstünlüğüyle sınırlanan bir sisteme geçişi sağlamıştır. 1924 Anayasası, 3. maddesinde, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu hükmüne yer verdikten sonra 4. maddesinde, millet adına egemenlik hakkını, TBMM’nin kullanacağını düzenlemiştir. Böylece Anayasa, TBMM’nin üstünlüğü esasına dayanan bir sistem yaratmıştır. Anayasanın yasama ve yürütme yetkilerinin TBMM’ye ait olduğunu düzenleyen 5. maddesiyle yasamaya tanınan bu üstünlük daha da pekiştirilmiştir. Nihayet Anayasanın, anayasa yargısı sistemine yer vermemesi, genel yetkili mahkemelerin de kendilerini bu tür bir denetimi yapmaya yetkili görmemeleri, TBMM’nin kayıtsız şartsız üstün olduğu bir siyasal düzen yaratmıştır. Şüphesiz bu, uygulamada, meclise hâkim olan siyasal çoğunluğun en üstün gücü oluşturduğu bir anayasa düzeni anlamına gelmektedir. Bu nedenlerin sonucu olarak 1924 Anayasası, sınırsız yönetim anlayışına dayanan çoğunlukçu bir düzenin kurulmasına yol açmıştır.
1961 Anayasası ise 4. maddesinde “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletine aittir” hükmü yanında, selefinden farklı olarak “Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır” düzenlemesine yer vermektedir. Görüldüğü gibi 1961 Anayasası, millete ait olan egemenliği kullanma yetkisini sadece TBMM’ye değil, diğer devlet organlarına da tanımıştır. Böylece egemenlik yetkisi devlet organları arasında paylaşılacak; bu ise yönetimde keyfîliği önleyen bir tür fren ve denge mekanizması yaratacaktır. Öte yandan devlet organlarının millet adına egemenliği kullanma yetkileri de anayasaya uygunlukla sınırlanmıştır. Böylece 4. madde, tüm devlet düzeninin anayasanın öngördüğü esaslara uygun olarak şekillenmesini hedeflemiştir.
Bundan başka Anayasa, 8. maddesinde yer verdiği anayasanın üstünlüğü kuralını, kanunların anayasaya uygunluğunu denetleyecek özel yetkili bir Anayasa Mahkemesi kurmak suretiyle yaptırıma bağlamıştır. Bu nedenle, 1924 Anayasası’nın meclisin üstünlüğü ilkesine dayanan çoğunlukçu düzeninden, anayasanın üstünlüğüne dayanan çoğulcu bir sisteme geçildiği söylenebilir.
1961 anayasasının hukuk devleti ilkesine yönelik düzenlemeleri nelerdir?
Anayasanın ‘Cumhuriyetin nitelikleri’ni düzenleyen 2. maddesinde yer alan hukuk devleti kavramı da yeni anayasanın asıl hedefinin hukukun üstünlüğü ile sınırlanmış bir düzen yaratmak olduğunu göstermektedir. Üstelik anayasa, hukuk devletini cumhuriyetin temel niteliklerinden biri olarak düzenlemekle yetinmemiş; aynı zamanda, bu ilkenin uygulanmasını sağlayacak tüm mekanizmalara da yer vermiştir. Bu mekanizmalar, kanunların anayasaya uygunluğunu denetleyen bir Anayasa Mahkemesi’nin kurulması; yürütmeye ve idareye ait tüm işlemlerin hukuka uygunluk denetimine tâbi kılınması; yargının tarafsızlık ve bağımsızlığının güvenceli hâle getirilmesi; ceza hukukunun ve ceza yargılamasının kişi güvenliğini koruyan ilkelerle sınırlanması şeklinde özetlenebilir. Burada üzerinde durulması gereken asıl nokta, 1961 Anayasası’nın çoğulcu demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından olan hukuk devletinin uygulanır kılınması yönünde eksiksiz bir düzen yaratacak hükümleri içermesidir.
1961 anayasasının karar organlarını sınırlayan yenilikleri nelerdir?
1961 Anayasası’nın önemli yeniliklerinden biri de 1924 Anayasası’nın kabul ettiği karma hükûmet modelinden parlamenter sisteme geçişi sağlamak olmuştur. Kuvvetlerin ayrılığı esasına dayanan parlamenter sistemin 1924 Anayasası’nın karma hükûmet modeline kıyasla daha etkili bir fren ve denge mekanizması yarattığı düşünülebilir.
Öte yandan 1961 Anayasası, 120 ve 121. maddeleriyle üniversitelerle TRT’ye özerklik tanımak suretiyle hükûmetlerin bu kurumlar üzerinde siyasal sâiklerden kaynaklanan keyfî uygulamalara yönelmelerini önlemiştir. Bundan başka Anayasa, yerel yönetimleri düzenleyen 116. maddesiyle de merkezî yönetimin yetkilerini sınırlayarak çoğulcu bir demokrasinin kurulmasını hedeflemiştir. 1924 Anayasası, 90. maddesinde yerel yönetimleri düzenlediği hâlde, bu kuruluşlara merkezî yönetim karşısında hiçbir güvence sunmamıştır. 1924 Anayasası’nın 90. maddesi şöyledir: “İllerle şehir, kasaba ve köyler tüzelkişilik sahibidirler.” Görüldüğü gibi bu anayasa düzeninde yerel yönetim kuruluşları, parlamento çoğunlukları karşısında güvence altına alınmamıştır. Bu, parlamentoya hâkim olan; bu nedenle, hükûmeti kurabilen siyasal çoğunluğun yerel yönetimleri de dilediği gibi kontrol edebileceği anlamına gelmektedir. Oysa 1961 Anayasası 116. maddesiyle yerel yönetim kuruluşlarını merkezî idare karşısında koruyan bir hükme yer vermiştir. Bu hükme göre, “Mahallî idareler, il, belediye veya köy halkının müşterek mahallî ihtiyaçlarını karşılayan ve genel karar organları halk tarafından seçilen kamu tüzel kişileridir. Mahallî idarelerin seçimleri, kanunun gösterdiği zamanlarda ve 55 inci maddede yazılı esaslara göre yapılır. Mahallî idarelerin seçilmiş organlarının organlık sıfatını kazanma ve kaybetmeleri konusundaki denetim, ancak yargı yolu ile olur.” Bu hüküm, yerel yönetimleri, merkezî yönetim karşısında güçlendiren iki yeniliğe yer vermektedir. Bunlardan biri, yerel yönetimlerin karar organlarının genel oya dayanmasıdır. Bu, merkezî yönetimin yerel yöneticileri, atamak suretiyle belirleyemeyeceği anlamına gelmektedir. İkinci yenilik ise yerel yönetimlerin karar organlarının bu sıfatlarını kaybetmelerinin yargı denetimine tâbi olmasıdır. Böylece merkezî yönetim, yerel yöneticileri keyfî olarak azletme imkânına sahip olamayacaktır. 1961 Anayasası’nın yerel yönetimleri güçlendiren bu hükmü de iktidar yetkilerini dikey düzeyde paylaştırmak suretiyle çoğulcu bir düzenin kurulmasını hedeflemiştir.
1961 anayasasında vesayet denetimi sağlayan kurumlar nelerdir?
961 Anayasası, 1924 Anayasası’nın çoğunluk hâkimiyetini sınırlamayan; böylece, yönetimde keyfîliğe yol açan felsefesine tepki mantığıyla hazırlanmıştır. Bu nedenle, anayasa koyucunun asıl hedefinin, keyfîliğe dayanan sınırsız bir yönetimden hukukla sınırlanan bir yönetime geçiş olduğu söylenebilir. Ne var ki anayasa koyucunun seçilmiş organlara duyduğu aşırı güvensizlik, onun hukuk devleti mekanizmalarıyla sınırlanmış bir anayasa düzeni kurmakla yetinmemesine, seçilmiş organların kararlarını siyasal yerindelik yönünden denetleyecek vesayet kurumlarına yönelmesine de yol açmıştır. Bu nedenle 1961 Anayasası, çoğulcu demokrasiye geçişi sağlayan yenilikler yanında, vesayet denetimi yapacak kurumlara da yer vermiştir. Öte yandan anayasanın yapımına hâkim olan askerî liderlerle sivil aktörlerin - profesörler, aydınlar ve bürokratlar gibi- seçilmişlere duydukları güvensizlik, hukuk devleti ile parlamenter demokrasinin aslî unsuru olan çeşitli makamların, uygulamada vesayet kurumlarına dönüşmesine de yol açmıştır. 1961 Anayasası’nın hükümleri yoluyla ve bu anayasanın yürürlüğü döneminde fiilen ortaya çıkan vesayet kurumları, Millî Güvenlik Kurulu (MGK), Cumhuriyet Senatosu, Cumhurbaşkanlığı ve Anayasa Mahkemesi’dir.
1961 anayasasından sonra fiilen vesayet kurumuna dönüşen organ ve kurumları nelerdir?
Cumhurbaşkanlığı
Anayasa Mahkemesi
12 Mart askeri müdahalesinin teşvik ettiği anasal değişiklikler nelerdir?
1488 ve 1699 sayılı Kanun’la yapılan değişikliklerin bir kısmı, anayasal hakların alanını daraltarak bunların yasal sınırlama nedenlerini genişletmiştir. Öte yandan Anayasa’nın 11. maddesinin ilk metni ile tüm hak ve hürriyetlere sağlanan koruma zayıflatılmıştır. Doktrinde tartışmalı olmakla birlikte 11. maddenin ilk metni, tüm hak ve hürriyetlere devlet otoritesi karşısında güvence sağlayan genel bir koruma hükmü niteliğindedir. 1488 sayılı Kanun’un, yaptığı değişiklikle 11. maddenin genel bir sınırlama hükmü olması hedeflenmiştir. Bu amaçla 11. maddenin 1. fıkrasına eklenen hüküm şöyledir: “Temel hak ve hürriyetler, Devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünün, Cumhuriyetin, millî güvenliğin, kamu düzeninin, kamu yararının, genel ahlâkın ve genel sağlığın korunması amacı ile veya Anayasanın diğer maddelerinde gösterilen özel sebeplerle, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak, ancak kanunla sınırlanabilir.”
Öte yandan maddenin 3. ve 4. fıkralarına, hakların kötüye kullanılması yasağını düzenleyen şu hükümler de eklenmiştir: “Bu Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbirisi, insan hak ve hürriyetlerini veya Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü veya dil, ırk, sınıf, din ve mezhep ayrımına dayanarak, nitelikleri Anayasada belirtilen Cumhuriyeti ortadan kaldırmak kasdı ile kullanılamaz. Bu hükümlere aykırı eylem ve davranışların cezası kanunda gösterilir.” Bütün bu değişikliklere bağlı olarak maddenin “Temel hakların özü” şeklindeki başlığı, “Temel Hak ve Hürriyetlerin Özü, Sınırlanması ve Kötüye Kullanılamaması” şeklinde değiştirilmiştir.
Kişi haklarını güvencesiz bırakan bir başka değişiklik de tabiî hâkim ilkesini düzenleyen 32. maddede yapılmıştır. Tabiî hâkim ilkesi, suç olarak vasıflandırılan fiillerin ancak işlendikleri tarihte mevcut olan mahkemeler tarafından yargılanabileceklerini ifade etmektedir. Böylece suçun işlendiği tarihten sonra suçun mahiyeti ve suçlunun kişiliğine göre mahkeme kurulması yasaklanmaktadır. Oysa 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu, bu ilkeyle çelişen hükümlere yer vermektedir. Kanunun 11. maddesine göre, sıkıyönetimin ilânını takiben Millî Savunma Bakanlığı’nın gördüğü lüzum üzerine, sıkıyönetim ilân edilen yerlerde sıkıyönetim mahkemeleri kurulur. Bu mahkemeler ise aynı Kanunun 13. maddesi gereğince sıkıyönetimin ilânından önce işlenen suçları da yargılama yetkisine sahiptir. Bu açıklamalar, 1402 sayılı Kanunun sıkıyönetim mahkemeleri ile bu mahkemelerin yetkilerini düzenleyen hükümlerinin tabiî hâkim güvencesiyle çeliştiğini göstermektedir. Anayasanın üstünlüğü kuralının anayasa yargısı ile korunduğu bir sistemde bu tür bir anayasaya aykırılık sorununun Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı ile çözülmesi beklenirdi. Oysa Anayasa’nın 32. maddesinde yer alan “tabiî hâkim ilkesi”, “kanunî hâkim ilkesi” şeklinde değiştirilerek anayasanın kanuna uygun hâle getirilmesi sağlanmıştır. Bu ise Bülent Tanör’ün ifade ettiği gibi, bir tür anayasaya karşı hile niteliği taşımaktadır. Böylece anayasa ile kanun arasında sözel bir uyum sağlanırken, kişi hakları devletin ceza yargılaması yetkisi karşısında güvencesiz bırakılmıştır.
Yarı askerî yönetimin teşvik ettiği anayasa değişiklikleriyle yürütme organına ait yetkilerin de güçlendirildiği görülmektedir. Bu değişikliklerle Anayasa’nın TBMM’nin görev ve yetkilerini düzenleyen 64. maddesine yapılan eklemelerle Bakanlar Kuruluna, KHK çıkarma yetkisi tanınmıştır. Öte yandan Anayasa’nın 61. maddesine yapılan bir eklemeyle Bakanlar Kurulu’na “vergi, resim ve harçların muafiyet ve istisnaları ile nispet ve hadlerine ilişkin hükümlerde değişiklik yapma” yetkisi tanınmıştır. Bundan başka 120 ve 121. maddelerde yapılan değişikliklerle, üniversitelerin özerkliği zayıflatılmış; TRT’nin özerkliği ise sona erdirilmiştir.
12 Mart müdahalesini takiben TSK’nin teşvik ettiği anayasa değişikliklerinin bir kısmı ise askerî otoriteyi güçlendirmeye yöneliktir. 1488 sayılı Kanun, MGK’yi düzenleyen 111. maddede yaptığı değişiklikle, askerî otoritenin Kurul aracılığıyla hükûmetler üzerinde sahip olduğu etkiyi güçlendirmiştir. Maddenin ilk metni, Genelkurmay Başkanı dışında Kurula katılan askerî üyeleri kuvvet temsilcileri olarak tanımladığı hâlde, bu ifade, Kuvvet Komutanları olarak değiştirilmiştir. Böylece MGK’de kara, hava, deniz kuvvetleri ile jandarma herhangi bir düzeydeki askerlerle değil; en yüksek düzeydeki komutanları aracılığıyla temsil edilecektir. Öte yandan Kurul’un aldığı kararların Bakanlar Kurulu üzerindeki manevî rolü de güçlendirilmiştir. 111. maddenin ilk metninde “Milli Güvenlik Kurulu, milli güvenlik ile ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere, gerekli temel görüşleri Bakanlar Kuruluna bildirir” hükmü yer almaktaydı. 1488 sayılı Kanun’un yaptığı değişiklikle benimsenen hüküm ise şöyledir: “Millî Güvenlik Kurulu, millî güvenlik ile ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonunun sağlanmasında gerekli temel görüşleri Bakanlar Kuruluna tavsiye eder.” Yapılan değişiklik, Kurul kararlarının istişarî niteliğini değiştirmemekle beraber, bu kararların Bakanlar Kurulu üzerindeki manevî etkisini güçlendirmiştir.
Öte yandan Anayasa’nın Danıştay’ı düzenleyen maddesine yapılan bir eklemeyle Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin (AYİM) kurulması sağlanmıştır. Bu hükme göre, “Asker kişilerle ilgili idarî eylem ve işlemlerin yargı denetimi Askerî Yüksek İdare Mahkemesince yapılır. Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin kuruluşu, işleyişi, yargılama usulleri, başkan ve üyelerinin nitelikleri ile atanmaları, disiplin ve özlük işleri; hâkimlik teminatı ve askerlik hizmetlerinin gereklerine göre, kanunla düzenlenir.” Değişiklik öncesinde tüm idarî uyuşmazlıklar, sivil bir yargı kuruluşu olan Danıştay tarafından çözülmekteydi. Bu değişiklikle beraber, asker kişilerle askerî hizmete ilişkin idarî uyuşmazlıkların AYİM’de görülmesi sağlanmış; böylece, sivil bir yargı kuruluşu olan Danıştay’ın görev alanı sınırlandırılmıştır.
Bundan başka, 1699 sayılı Kanun’un Anayasa’nın 136. maddesine yaptığı bir eklemeyle Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin (DGM) kurulması sağlanmıştır. Bu hükme göre, “Devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü, hür demokratik düzen ve nitelikleri Anayasada belirtilen Cumhuriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya Devlet güvenliğini ilgilendiren suçlara bakmakla görevli Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurulur. (...) Devlet Güvenlik Mahkemesinde bir başkan, dört asıl ve iki yedek üye ile bir savcı ve yeteri kadar savcı yardımcısı bulunur. Başkan, iki asıl ve bir yedek üye ile savcı, birinci sınıfa ayrılmış hâkim ve Cumhuriyet savcıları arasından; iki asıl ve bir yedek üye birinci sınıf askerî hâkimler arasından; savcı yardımcıları ise Cumhuriyet savcıları ve askeri hâkimler arasından atanır.” Görüldüğü gibi DGM’ler, devletin güvenliği aleyhine işlenen suçları yargılamak amacıyla kurulan olağanüstü mahkemeler niteliğindedir. Üstelik bu mahkemeler, sıkıyönetim gibi olağanüstü yönetim usûlleri altında değil; olağan yönetim koşulları içinde faaliyet göstereceklerdir. Dahası bu mahkemelerde asker ve sivil hâkim ve savcılar birlikte görev yapacaklardır. Böylece sivil kişiler, olağan dönemlerde askerî savcıların ve hâkimlerin yer aldıkları bu olağanüstü mahkemelerde yargılanacaklardır.
12 Eylül askeri müdahalesine kadar geçen sürede 1961 anayasasının yaşanan toplumsal olaylara ilişkin rolü konusundaki görüşler ne şekildedir?
9 Temmuz 1961’de yapılan halkoylaması sonuçlarının da gösterdiği gibi 1961 Anayasası, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren güçlü bir oydaşmaya dayanmamıştır. Gerçekten bu halkoylamasında ortaya çıkan ve % 40’a yaklaşan hayır oyları, anayasanın bir toplum sözleşmesi olamadığının ifadesidir. Bunun en önemli nedenlerinden biri, 27 Mayıs müdahalesiyle kapatılan DP’nin anayasanın yapımı sürecinden dışlanmasıdır. 1950’den itibaren DP’ye oy veren, neredeyse seçmen kitlesinin yarısını oluşturan çevreler, kendilerini 1961 Anayasası’yla özdeşleştirememişlerdir. Bu nedenle 1961 Anayasası, yürürlüğe girdiği tarihten başlayarak bu çevrelerin güçlü eleştirilerine konu olmuştur.
1960’ların sonlarında terör ve şiddet eylemlerinin kamu düzenini sarsacak boyutlara ulaşmasıyla anayasa üzerinde yürütülen tartışmalar daha da yoğunlaşmış; kamuoyunun belirli bir kesimi, şiddet eylemlerinin sorumluluğunu 1961 Anayasası’yla kurulan özgürlükler düzenine yüklemiştir. TSK’nin 12 Mart’ta yayınladığı bir muhtırayla yönetime el koymasının ardından Anayasa, askerî otoritenin talepleri doğrultusunda önemli değişiklikler geçirmiştir. Ne var ki, bu değişiklikler, beklendiği gibi siyasal sorunların çözümünü sağlayamamıştır. 1973 genel seçimlerinden sonra, 12 Eylül 1980’e kadar geçen süre içinde siyasi partilerden hiçbirinin tek başına hükûmeti kuracak çoğunluğu elde edememesi, Türkiye’yi partiler arası koalisyonlarla ve azınlık hükûmetleriyle karşı karşıya bırakmıştır. Hükûmet istikrarsızlığının azamî boyutlara ulaştığı bu dönemde, başta kamu düzenini sarsan terör ve şiddet eylemlerinin yaygınlaşması olmak üzere, uzun vadeli politikaların izlenmesini gerektiren iktisadî ve siyasî sorunların çözümü mümkün olamamıştır. Bu tablonun önemli nedenlerinden biri, siyasi partiler arasındaki görüşayrılıklarının TBMM’yi karar alamaz hâle getirecek ölçüde derinleşmesidir. Bu kutuplaşma, sadece hükûmetlerin kurulmasını imkânsızlaştırmamış; aynı zamanda, yasama sürecinin kilitlenmesine de yol açmıştır. Nihayet Nisan 1980’de Fahri Korutürk’ün görev süresini tamamlamasıyla birlikte, TBMM’nin yeni Cumhurbaşkanı’nı seçecek uzlaşmayı dahi sağlayamaması, karar alma sürecinin ne ölçüde tıkandığını daha da somut hâle getirmiştir. Nisan 1980’den 12 Eylül 1980’e kadar geçen sürede yeni Cumhurbaşkanı’nı seçmek üzere yapılan oylamaların hiçbirinde TBMM’nin üye tam sayısının salt çoğunluğuna ulaşılamamıştır. Bütün bu nedenlerle TSK, 12 Eylül 1980’de yönetime bir kez daha el koyarak parlamento ve hükûmeti feshetmiştir.