Fotoğraf Tarihi Dersi 1. Ünite Özet
Fotoğrafın Tarih Öncesi
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Giriş
Tarih boyunca insan, doğa ile kurduğu ilişkinin sonucunda gördüğünü, düşündüğünü resmetmeye ve temsil etme çalışmıştır. Doğadaki nesneleri ve bunların birbiri arasındaki ilişkisini inceleyen insan, zaman içinde yüzey parçasına aktarım yapabileceğini keşfetmiştir.
Işık Yoluyla Resmetmek
Günümüzden binlerce yıl önce insan içinde yaşadığı doğadan hareket ederek gölgeler, yansımalar ile gerçek nesnelerin yüzey üzerindeki görünümlerini diğer bir deyiş ile suretlerini görmüşlerdir. Gölge ve yansımaların ortaya çıkması nesne, yüzey ve ışığın bir araya gelmesi gerçekleşir. Nesnenin aktarılması için gerekli olan bir yüzey üzerine, nesne ışık ile aktarılmaktadır. Ancak ışıktaki değişimler sonucu bu yansımalar ve gölgeler kalıcı olmamaktadır. Gölgeler, yansımalar ve ışıktan etkilenerek ortaya çıkan figür, yüzey üzerinde ortaya çıkan bir tür resim oluşturur. Bir nesnenin yalnızca kenar çizgileri ile tek renk olarak belirlenen görüntüsü ise silueti oluşturur. Yansımalar gölgelerden farklı olarak tek bir renkten oluşmayıp yüzey üzerinde daha fazla detay barındırır. Gölgelerde ise ton bulunmamaktadır.
Gölgeler ve yansımalar ile ilgili olarak üzerinde durulması gereken bir diğer önemli konu i zdüşüm dür. İzdüşüm, projeksiyon yoluyla yüzey üzerinde görüntü oluşturma düşüncesidir. Gölgeler ve yansımalar bir izdüşüm olarak yüzey üzerinde ortaya çıkar. İzdüşüm (projeksiyon) bir ışık kaynağından çıkan ışıkla bir nesne ya da konunun görüntüsünün bir yüzey üzerine yansıtılmasıdır. İzdüşüm olarak yüzey üzerinde elde edilen görüntünün kendine özgü özellikleri vardır:
- Doğadaki bütün nesneler üç boyutludur. Yüzey üzerinde izdüşüm şeklindeki görüntüler ise iki boyutludur.
- Yüzey üzerinde bu iki boyutlu görüntünün niteliği, ışık kaynağının yapısıyla ilişkilidir.
İnsanlık tarihi ilk dönemlerden itibaren iki boyutlu yüzey üzerine ışığın temel özelliklerini kullanarak hayali görüntü oluşturmaya çalışmıştır.
Işığı Toplayan Kutu
Karanlık kutu dört tarafı kapalı, ışık sızdırmayan bir kutudur. Camera Obscura adı verilen karanlık kutu, delikten giren ışığı karşısındaki duvara yansıtarak yüzey üzerinde görüntü elde edilmesini sağlamıştır. Karanlık kutu, ışığa özgü bir resmetme teknolojisidir. Karanlık kutu aracılığıyla yüzey üzerinde görüntü elde edilmesi, elde edilen görüntünün kalıcı olmasına yönelik çalışmaları beraberinde getirmiş ve yeni resmetme tekniklerinin icat edilmesinin yolunu açmıştır. Bu süreç beraberinde 1800’lü yılların başında yeni bir resmetme tekniği olarak fotoğrafın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Fotoğraf mekanik yeniden üretim ile gerçekliği içinde bulunduğu uzam ile kaydederken filmin ortaya çıkması ile görüntü, mekân ile birlikte zamanı da kaydetme imkânına sahip olmuştur.
Görüntüye hareketin de eklenmesi ile film gerçekliği mekanik olarak yeniden üretmeye başlamıştır. Bütün bu gelişmeler yüzey üzerinde ışık ile görüntü oluşturan karanlık kutunun geliştirilmesi ile ortaya çıkmıştır.
İÖ V. yüzyılda Çinli filazof Mo Ti temel optik kurallar ile ilgili görüşler ortaya koymuştur. Mo Ti, karanlık kutuda iğne deliğinden giren ışığın ters görüntü oluşturduğundan ilk kez söz eden kişidir. Mo Ti bu aygıta, ışığı toplayan iğne deliği nedeniyle, Toplanma Yeri ya da Kapalı Oda adını vermiştir.
Yunan filozofu Aristoteles (IÖ 384-322) Problemler (IÖ 330) adlı eserinde ilk kez karanlık kutudan (camera obscura) söz eder. Aristoteles, ışıkla ilgili kuralları anlayıp karanlık kutunun nasıl çalıştığını kavramıştır. Problemler adlı kitabında güneş ışığının kare şeklindeki bir delikten geçtikten sonra, daire şeklinde bir görüntü oluşturması üzerinde durur.
İbnü’l-Heysem , X. yüzyılda optik ve ışıkla ilgili yaptığı çalışmalarla karanlık kutunun (camera obscura) nasıl çalıştığını doğru olarak açıklayan ilk kişi bilim insanı olmuştur.
Leonardo da Vinc i (1452-1519), aydınlatılmış bir nesneden yansıyan ışık, karanlık bir odanın duvarındaki delikten içeri girdiğinde, nesnenin görüntüsünün odanın içinde deliğe yakın bir yere konulan beyaz kâğıt üzerinde görüleceğini söyler. Leonardo, yüzey üzerinde ortaya çıkan görüntünün niteliğiyle ilgili bilgiler verir.
Hollandalı matematikçi ve astronom olan Reinerus Gemma Frisius (1508-1555) tarafından karanlık kutunun çalışma şeklini gösteren ilk resimi (çizim resim) 1544 yılında yayımlamıştır. Güneş tutulmasının resmedildiği bu eserde, karanlık kutu kesit olarak görülmektedir. Bir oda şeklindeki karanlık kutunun bir yüzündeki deliğin tam karşısında güneş tutulması yer almaktadır.
Karanlık kutuya önemli bir teknik ekleme XVI. yüzyılın ortalarında yapıldı. Basit iğne deliği yerine camdan yapılmış mercek konuldu. Çinli bilim insanı Mo Ti’nin Toplanma Yeri diye adlandırdığı, nesneden gelen ışığın toplandığı deliğin yerini mercek almıştır. Artık ışığın toplandığı yer, mercek olmuştur. İtalyan matematikçi, fizikçi ve doğa bilgini Girolamo Cardano (1501-1576) tarafından yapıldığı yönündedir.
Perspektif konusunda 1568 yılında kitap yazan Venedikli Daniele Barbaro (1513-1570) karanlık kutuyla birlikte dışbükey merceği metinlerinde belirtmiştir. Ayrıca tek mercek yerine ikinci bir dış bükey mercek ekleyerek görüntünün daha belirgin olmasını sağlamıştır. Barbaro, görüntünün niteliğini etkileyen mercek ve açıklık (diyafram) konusunda önemli saptamalar yapmıştır. İtalyan Doğa Bilgini Giovanni Battista della Porta (1535-1615), Doğa Büyüsü (1558) adlı ünlü eserinde karanlık kutuyu mercekle birlikte ilk kez detaylı bir şekilde yazmıştır. Delik yerine bir dışbükey mercek konulduğunda görüntünün çok daha net ve keskin olacağını, sokakta yürüyen insanların, renklerin, giysilerin ve her şeyin gerçeğine daha yakın görüneceğini açık bir şekilde kaleme almıştır.
Alman Astronomu Johannes Kepler (1571-1630) Karanlık Kutu (Camera Obscura) terimini gerçek anlamında ilk kullanan kişidir. Frisius’un 1544’te resmini yaptığı aygıt, 1620 yılında Kepler tarafından geliştirilmiştir. Mercekten gelen görüntünün doğru görülebilmesi için aygıta ayna sistemi ekledi. Kepler’in geliştirdiği çadır şeklindeki ve elle taşınabilir karanlık kutular, sanatçılar ve amatör ressamlar tarafından XVII. yüzyılda yaygın bir şekilde kullanıldı.
Cizvit Papaz ve araştırmacı Athanasius Kircher (1602- 1680) karanlık kutuyu yaygın bir şekilde tanınmasını sağlayan resmi yaptı. Kircher’in Işık ve Gölgenin Yetkin Sanatı (1646) kitabındaki resimde, oda şeklinde ve içinde insan bulunan çift yönlü karanlık kutu kesitten görülür. Odanın karşılıklı duvarlarındaki birer mercekten giren ışık, deliklerin önündeki konuyu odanın içine düşürür. Odanın içindeki kişi ise, deliklerin hemen arkasında yer alan şeffaf yüzeylerde beliren görüntüleri izlemektedir. Resimde çift yönlü karanlık kutunun nasıl çalıştığı kesit olarak açık bir şekilde görülür. Görüntüler, deliklerin arkasındaki şeffaf yüzeylerde oluştuğu için sadece alt-üst olarak terstir. Kircher’ın 1646 yılında yaptığı resimdeki karanlık kutunun hâlâ optikle ilgili sorunları vardı. Işığın toplandığı yere nasıl bir mercek konulması gerektiği sorunu bir bilmeceye dönmüştü. Karanlık kutunun verdiği görüntünün niteliğiyle ilgili sorunları yani optikle ilgili bilmeceyi keşiş Johann Zahn (1631-1707) 1685 yılında çözmüştür. Kısa ve uzun odaklı mercek sistemini (objektif) karanlık kutuya uyarlamıştı.
Karanlık kutu topluma üç farklı alandan yayılmıştır: Birincisi, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda ünlü ressamlar tarafından resim çalışmalarında kullanılmıştır. İkinci kullanım alanı ise bilimsel çalışmalar, eğitim ve eğlence amaçlı gösteriler olmuştur. Üçüncü olarak bu aygıtın geleceğe ışık tuttuğu ve yön verdiği alan ise, fotoğrafın bulunuşu olmuştur.
Fotoğrafın tarih öncesi olarak iki temel konudan söz edildi. Birincisi, ışığı kullanarak yüzey üzerinde nesnelerin görüntüsünün oluşturulmasıdır. Karanlık kutu bunu sağlamıştır. Karanlık kutu bu sürecin bir aşamasını sağlamıştır. Fizik bilimi, ışık ve optik ile yüzey üzerinde görüntünün oluşması tamamlanmıştır. İkincisi ise yüzey üzerinde oluşan görüntünün sabitlenerek kalıcı olmasını sağlamaktır. Tarih boyunca insanlar ışığı kullanarak yüzey üzerinde kalıcı olan şekiller, çizimler, renkler oluşturmaya çalışmıştır. Bu alandaki çabalar sırasında doğadaki ışığa duyarlı maddelerle ilgilenilmiştir. Kimya bilimiyle ilgili bu çabaları sonunda, bilim insanları karanlık kutunun sağladığı kalıcı olmayan görüntüyü yüzey üzerinde sabitlemeye yönelmiştir.
Yüzey Üzerinde Gerçek Görüntü
Teknolojik buluşlarla ilgili tarihsel süreçler incelendiğinde farklı kaygılarla yapılan çalışmaların birbirine eklenerek yeni buluşların ortaya çıktığı görülür. Işığa duyarlı yüzey üzerine görüntü kaydetmenin süreci bu duruma benzer nitelikler taşır. Bu anlamda bilim insanlarının iki önemli gözlemi olmuştur. Bunlardan birincisi, doğada bazı bitki ve minerallerin, bu ünitenin girişinde de söz ettiğimiz şekliyle, ışıktan etkilenerek renklerinin giderek kararmasıdır. İkincisi ise renklerin tonunu açmak için ağartıcı özelliği olan bitkilerin kullanılmasıdır.
Çin’de İÖ I. yüzyıla ait kimyasal işlemlerle ışığa duyarlı hâle getirilmiş levha kalıntıları bulunduğundan söz edilmektedir. Yine aynı yüzyılda sülüğen tozu maddesinin güneş ışığı altında hızla siyahlaştığını bilinmektedir. Bu bilgilerin bir bölümü söylence niteliğinde olmasına rağmen yine de dönemin yazılı kaynaklarında yer almaktadır. Bütün bunlardan anlaşılan, Antik Çağ’dan başlayarak ışıktan etkilenerek rengi koyulaşan gümüş tuzlarının bazı insanlar tarafından bilindiğidir. Işığa duyarlı maddelerle ilgili farklı buluşlar birbirine eklenerek fotoğrafın bulunuşunu hızlandırılmıştır.
Antikçağda bilimsellikten yoksun olan çalışmaları ilk kez bilimsel bir temele oturtan kişi bir Arap simyacıdır. Kimya biliminin babası diye anılan Câbir İbn Hayyan (İS 721- 815). Onun konuyla ilgili olarak yaptığı önemli katkı, kendi hazırladığı nitrik asitten, gümüşü çözerek gümüş nitrat elde etmesidir. İbn Hayyan bu bileşimi, karanlık bir odada ışık kullanarak yaptığını eserlerinde belirtir. Gümüş nitratın su içinde hızla eridiğinin ve sıvı hâldeki gümüş nitratın, güneş ışığına tutulduğunda renksiz hâldeki maddenin morumsu kahverengiye dönüştüğünün kanıtları bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Albertus Magnus (1193-1280) ise 1250 yılında ışığa duyarlı gümüş nitratı bulmasına rağmen Magnus’un gümüş nitratın ışıktan etkilenerek rengini değiştirdiğini bildiği konusunda kanıt yoktur. Güneş ışığından etkilenerek koyulaşan ve giderek kararan gümüş nitratın bu özelliği, İbn Hayyandan sonra Georg Fabricius (1516- 1571) tarafından da tespit edildi. Fabricius 1556 yılında gümüş nitrat çözeltisine tuz ekleyerek, ışığa duyarlı, katı hâldeki gümüş klorür elde ettiğinde belki de İbn Hayyan’ın yazdıklarından habersizdi. Fabriciusdan elli yıl sonra 1614 yılında İtalyan Kalvinist Angelo Sala (1576- 1637) yayımladığı küçük kitapçıkta (1614) gümüş nitrat tozunun güneş ışığından etkilenerek karardığını yazdı. Gümüş nitratın güneş ışığından etkilenerek renginin siyah mürekkebe döndüğünü açık bir şekilde belirtmiştir. Birçok kimyacı, güneş ışığından etkilenerek (pozlanarak) çeşitli maddelerin renginin değiştiğini belirlemişlerdir.
İrlanda asıllı İngiliz Kimyacı ve Doğa Bilimci Robert Boyle (1627-1691) 1667 yılında gümüş nitratın pozlanarak karartılması işlemini ilk kez hava basıncı altında gerçekleştirmiştir. Boyle, ilk etkinin hava basıncında oluştuğunu belirtmiştir. Alman Kimyacı Wilhelm Homberg (1652-1715) yaptığı bir deneyde, gümüş nitrat çözeltisinin içine batırıp çıkardığı kemiği, güneş ışığına tutarak kararttı.
Johann Heinrich Schulze (1687-1744) 1727 yılında gümüş nitratı fırında ısıttı ve maddenin kararmasının ısıyla ilişkili olmadığını, maddenin kararmasına ışığın neden olduğunu belirtti. İlk kez yüzey üzerinde pozlama yoluyla lekeler, şekiller elde etmeyi Schulze başardı. Kâğıdın bir bölümünün maskelenmesi şeklinde yapılan bu çalışmalar bir anlamda, neredeyse yüzyıl sonra bulunacak olan fotoğrafın ilk ciddi denemeleri olacaktır.
İsveçli Kimyacı Carl Wilhelm Scheele (1742-1786) 1777 yılında iki temel konuyu doğru bir şekilde tanımladı. Birincisi, ışık tayfının en sonunda yer alan menekşe renginin, gümüş tuzlarını daha güçlü etkilediğini belirledi. İkincisi ise, gümüş tuzları içinde ışığa en duyarlı olanın ise gümüş klorür olduğunu belirledi. Pozlanan gümüş klorür karardıktan sonra amonyak içine konulduğunda, pozlamayla maddede ortaya çıkan renk değişiminin kalıcı olabileceğini belirledi. Jean Senebier (1742-1809) Scheele’in elde ettiği sonuçlar üstüne yeni çalışmalarla devam ederek Gümüş bileşenleri ve farklı doğal çam sakızlarının güneş ışığında pozlandığında rengini değiştirdiğini belirledi.
Sir John Frederick William Herschel (1792-1871) yüzey üzerinde pozlayarak ortaya çıkan görüntüyü sabitleme, kalıcı kılma olanağını sağlayan hiposülfit (hypo) maddesini 1819 yılında buldu. Suda eriyen ve toz şekere benzeyen bu madde, ışığa duyarlı gümüş tuzlarının pozlandıktan sonra değişen renginin kalıcı olmasını sağlarken, bu yolda yapılan çalışmalar için bir dönüm noktası oldu.
Kimya bilimi alanında yapılan bütün bu araştırmalar sonucunda 1800’lü yılların başına gelindiğinde, yüzey üzerinde görüntü üretmek için ışığa duyarlı olan çeşitli maddeler araştırılıp denendikten sonra, şu temel noktalar ortaya çıktı:
- Bazı maddeler ışıktan etkilenerek rengi koyulaşır.
- Işık, maddelerin moleküllerinin ayrışmasına neden olurken bazı maddelerin de molekül yapısını bir araya getirir ve büyük moleküller yaratır.
- Pozlamaya en uygun kimyasal madde olarak gümüş tuzları belirlenmiştir.
Bu çalışmalarla 1820’li yıllara gelindiğinde optik yoluyla elde edilen görüntüyle, ışığa duyarlı maddeler üzerine yapılan denemeler, yani fizik ve kimya bilimiyle ilgili araştırmalar, tarihte ilk kez bir araya gelmiştir. Optik ve kimyanın bu birlikteliği, yakın bir gelecekte icat edilecek olan fotoğrafın işareti olmuştur.