Çağdaş Felsefe 1 Dersi 6. Ünite Sorularla Öğrenelim
Dil Oyunları: Geç Dönem Wittgenstein
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Viyana Çevresi’nin Wittgenstein’ın görüşlerine karşı tutumu nasıl olmuştur?
Schlick ve Waismann tarafından Tractatus’taki görüşlerini tartışmak üzere Viyana Çevresi’nin toplantılarına katılmaya davet edilen Wittgenstein’ın 1924-1932 yılları arasında temas ettiği Viyana Çevresi, Tractatus’un temel tezlerini kendi felsefî amaçları için uygun bulmuştur ve savunmuştur. Mantıksal pozitivistler, tıpkı Wittgenstein gibi, felsefenin işini aşkın olana dair bilgi vermek olmadığını düşünmektedirler. Yine Wittgenstein’la paralel bir biçimde felsefenin ifadeleri açıklığa kavuşturma görevi olduğunu düşünmektedirler. Ancak felsefenin içeriğine bakışları Wittgenstein’dan daha olumlayıcıdır. Felsefe, bilimin dili üzerine konuşmakta ve bilimin mantığını ortaya koymaya çalışmaktadır. Mantıksal pozitivistlerin genel çalışma konuları bu itibarla bilimle ve bilim felsefesi ile ilgilidir. Kuram, varsayım, delil, doğrulama, gerçekleme vb. temalar mantıksal pozitivistlerin çalışmalarıyla karşılıklı ilişkileri içerisinde açıklığa kavuşturulmuştur. Bugün, felsefe çalışmalarının önemli bir parçası olarak bilim felsefesinden bir alt dal olarak söz ediliyorsa, bunda mantıksal pozitivistlerin yaptıkları çalışmaların büyük katkısı olduğu inkâr edilemez. Viyana Çevresi, Tractatus’un temel tezlerini kendi felsefî amaçları için uygun bulmuş ve savunmaya devam etmişlerse de, kendi eseriyle ilgili fikrini değiştiren ve yeni bir arayış içerisine giren Wittgenstein’ın kendisi olmuştur. Ölümünden sonra yayımlanan ikinci önemli eseri “Felsefî Soruşturmalar”da, Tractatus’ta savunduğu bazı görüşleri kıyasıya eleştirmiştir.
Wittgenstein’a göre sözcüklerin işlevi nedir?
Wittgenstein, sözcükleri bir alet çantasındaki farklı aletlerle ya da bir lokomotifteki farklı kumanda kollarıyla kıyaslar. Benzerliklerine rağmen nasıl aletlerin her biri farklı işlevlere sahipse sözcükler de öyledir. Aslolan bu işlevleridir. Genel açıklamalara, genel anlam kuramlarına yönelmek bizi yanılsamalara sürükler. Dilin türdeş bir yapısının olduğunu ve dilin tamamını kuşatacak bir açıklamanın verileceğini düşünmek, bu tür yanılsamaların önde gelen iki örneğidir. Wittgenstein’ın kendisi de Tractatus’ta bu yanılsamaları yaşamıştır; ancak, artık bizi bu yanılsamalara karşı uyarmaktadır. Dil yaşayan, gelişen, değişen bir şeydir. Sayılamaz çoklukta farklı cümle biçimleri vardır ve kullanıcılar yaratıcı bir biçimde bunlara yenilerini eklemektedirler. Türdeş bir yapıya sahip bir dil tahayyül etmek ve onun tamamını kuşatan bir kuram geliştirmeye çalışmak dilin dinamizmini ıskalamaktadır. Dilin nasıl olduğunu değil, nasıl olması gerektiğini ön plana almaktır ki bu yol, çıkmaz bir sokaktan başka bir yere bizi götüremez.
Wittgenstein’a göre felsefecinin görevi nedir?
Wittgenstein’a göre felsefecinin bir soruyu ele alışı bir hastalığı tedavi etmek gibidir, kendi deyişiyle “şişenin içindeki sineği dışarı çıkarmaktır”. Elbette buradaki kendini hasta eden de felsefecinin kendisidir. Dili yanlış kullanarak paradokslar, karmaşalar ve muğlaklıklar üretir. Yine felsefe, Wittgenstein’ın önerdiği tarzda yapılırsa, bu hastalığı tedavi edebilir.
Wittgenstein felsefenin dil ile ilişkisini nasıl ele almaktadır?
Felsefe, dilin fiilî kullanımına hiçbir surette karışmamalıdır, sadece onu tasvir etmekle yetinmelidir. Çünkü Wittgenstein’a göre felsefe herhangi bir temel de temin edebilecek özellikte değildir, her şeyi olduğu gibi bırakmaktan öteye gidemez. Felsefe, alışık olunduğu üzere, gerçeklik, Tanrı, ölümsüzlük, iyi ve kötü gibi sorunlarla uğraşmak durumunda değildir. Çünkü zaten bu konular ve sorunlar dilin yanlış kullanımından doğmuşlardır.
Wittgenstein’ın Tractatus’taki görüşlerini terk etmesine yol açan olay nedir?
Bir gün trende seyahat ederken Witgenstein bir önermenin ve önermenin betimlediğinin aynı “mantıksal forma”, aynı “mantıksal çokluğa” sahip olması gerektiğinde ısrar ediyorken Sraffa, Neapolitan’lara tanıdık gelen ve iğrenme veya hoşlanmama anlamına gelen bir jest yapar, bir elinin parmak uçlarını çenesinin altını fırçalar gibi dışarıya doğru hareket ettirir. Daha sonra sorar: “Bunun mantıksal formu nedir?” Sraffa’nın örneği, Wittgenstein’ın bir önerme ile önermenin betimlediğinin aynı “form”a sahip olması gerektiğinde ısrar etmekte bir saçmalık bulunduğu hissini uyandırır. Bu olay, bir önermenin betimlediği gerçekliğin bir “resmi” olması gerektiğine dair kavrayışını terk etmesine yol açar. İletişim sırasında kullanılagelen öyle ifadeler, öyle mimikler, öyle jestler bulunmaktadır ki bir anlamı gayet güzel iletebilmektedir. Ancak bunlarda mantıksal bir form, basit adlar vb. aramak çok anlamlı görünmemektedir. Bunlar bir ad iseler, hangi olgu durumlarının temsil ettikleri tamamen belirsizdir. Resim kuramı doğa bilimlerinin uğraştığı olguların temsil edilmesinde son derece etkili olabilecekken, dilin başka alanlardaki kullanımlarında yetersiz kalabilmektedir. Öyleyse Tractatus’taki mantıksal çözümleme, dilin özünü açığa çıkarmakta yetersiz kalmış görünmektedir.
Wittgestein “Felsefî Soruşturmalar”da felsefi yanılsamadan kurtulmak için nasıl bir yol benimsemektedir?
Wittgenstein’a göre dilin bir mantığı olması gerektiği, önermelerin mantıksal bir formunun olması gerektiği, adların nesneleri temsil etmesi gerektiği fikri bizi ele geçirmiştir. Bu nedenle biz, dili betimlemeye (tasvîr etmeye) çalışmaktan çok, dilin ne olması gerektiğini dile dayatmaya çalışmışızdır. Wittgenstein Tractatus’ta yanlış olan noktanın bu olduğunu belirtmektedir. Bu yanılsamadan kurtulmanın yegâne yolu ise, bu dayatmadan kurtulup betimlemeye (tasvîr etmeye) geri dönmektir. Yani tüm açıklamaları kaldırıp atmalıyız ve yalnızca tasvir etme onun (açıklamanın), yerini almalıdır. Bu tasvir ışığını yani amacını felsefî sorunlardan almalıdır. Sorunlar yeni bilgiler vererek değil, fakat zaten daima bildiklerimizin düzenlenmesiyle çözülür. Felsefe, zekâmızın dil vasıtasıyla büyülenmesine karşı verilen bir savaştır. Burada ortaya konulan proje Tractatus’takinden çok farklı görünmemektedir. Yapılan iş yeni bir bilgi vermekten çok, bir yeniden düzenlemedir. Ancak artık aradığımız bir öz, bizden saklanan bir mantık yoktur. Gündelik dile ve sözcüklerin bu dil içerindeki kullanımına güvenilmektedir. Felsefecilerin, sözcükleri gündelik dilin bağlamında koparıp anlamsızlaştırmalarına karşı, dikkatli olmamız gerekmektedir. Felsefeciler bir sözcüğü - “bilgi”, “varlık”, “nesne”, “ben”, “önerme”, “ad”- kullandığında ve şeyin özünü kavramaya çalıştığında, daima şu sorulmalıdır: Bir sözcük, kendi kaynaklandığı evi olan dil oyunu içerisinde hiç gerçekten bu anlamda kullanılmış mıdır? Bizim yaptığımız, sözcükleri metafiziksel kullanımlarından gündelik kullanımlarına geri getirmektir. Burada, Tractatus’ta önerilene bir bakıma benzeyen bir bakıma da benzemeyen bir öneriyle karşılaşıyoruz. Tractatus’ta da anlamsız ya da metafiziksel kullanımlara karşı uyarılıyorduk. Ancak orada davet edildiğimiz alan, doğa bilimlerinin dili ile sınırlıydı. Şimdi ise geri dönmemiz salık verilen yer, gündelik dilin güvenli bölgesi olmaktadır.
Wittgenstein’ın “Düşünmeyin, fakat bakın” sözünü açıklayınız!
Wittgenstein’ın bu ifadesi, onun “Felsefî Soruşturmalar”da kullandığı yöntemi en iyi özetleyecek mottodur. Bu mottonun önemli nedenlerinden birisi, düşündükçe açıklamaların ve kuramların peşine düşmemiz ve Wittgenstein’ın bizi uyardığı yanılsamalara kolayca kapılmamızdır. Olanı değil, olması gerekeni düşünüp bununla önümüzde olanı kıyaslama eğilimine girmemizdir. Oysa davet edildiğimiz gibi bakarsak, olanı tasvir etmeyi ve dolayısıyla söz konusu yanılsamalardan kaçınmayı başarabiliriz. Bu noktada birisi şu soruyu sorabilir: Wittgenstein tüm tartışmalarda konuyu dil oyunlarına getirip bağlamaktadır. Bu itibarla, her şey dil oyunları cinsinden “açıklanıyor” görünmektedir. Eğer dil oyunu diye bir şey ve dil oyununu dil oyunu yapan bir öz varsa, Wittgenstein kaçınmamızı söylediği şeyi kendisi yaparak dili bütünüyle ve türdeş bir biçimde, tek bir kavram yoluyla açıklamış olmaktadır. Wittgenstein böyle bir sorunun gelebileceğinin farkındadır ve böyle bir soru için hazırladığı bir cevap mevcuttur. Wittgenstein özcü yaklaşımları eleştiren ve aşan bir “benzerlik” kavramı geliştirmiştir. Wittgenstein’ın burada öne sürdüğü “ailevi benzerlikler” terimi son derece önemlidir. Belki Sokrates’e ve Platon’a kadar geri götürebileceğimiz ve Batı felsefesi tarihi boyunca süregelen özcü yaklaşımlar, kavramların sınıflandırılması, ayrılması, ilişkilendirilmesi konusunda net ve kesin sınırların peşinde olmuşlardır. Wittgenstein’ın bu yaklaşımında ise bu sınırların arayışı anlamını yitirmektedir. Bizler pek çok kavramın özünü belirlemekte, bir kavramı diğerlerinden kesin sınırlarla ayırmakta zorluk yaşayabiliriz. Fakat bu söz konusu kavramları kullanamayacağımız ya da onların işe yaramaz oldukları anlamına gelmez. Pek çok kavram için durum böyledir. Sonuç olarak dil ideal, kesin sınırları olan bir kalkül değildir. Dil, sonsuz çeşitlilikte etkinlikler (yaşam formları) içerisinde şekil alır, değişir, gelişir ve ailevi benzerlikler üzerinden bize bir bütün olarak görünür. Dili bu şekilde anlamamak bizi birtakım şişelerin içerisine birer sinek gibi tıkıştırıverir.
Wittgenstein, sayısal nesnelerin dilsel kullanımını nasıl açıklamaktadır?
Wittgenstein, bu konuda “beş elma” örneğini ele almaktadır. Bu örnekte “elma” sözcüğü, bir önceki örneğe benzer bir biçimde bir nesneye karşılık gelen bir ad gibi durmaktadır. “Kırmızı” söz konusu olduğunda bunu söylemek o kadar da kolay değildir. Peki ya “beş” için? Bu son ikisi de adlar ise hangi nesnelerin adlarıdırlar? “Beş” sözcüğünün anlamı nedir? Burada böyle bir soru tartışma konusu değildir, sadece “beş” sözcüğünü nasıl kullandığımız söz konusudur. Bu bağlamda Wittgenstein, bizi “beş” sözcüğünü bir ad olarak almak ve “elma” sözcüğündeki gibi bir nesneye eşlemek konusunda uyarmaktadır. Sözcüğü kullanırken ve elmaları sayarken sorunlu hiçbir şeyle karşılaşmayız. Ancak sayıyı bir nesne olarak düşünmeye başladığımızda sorunlar çıkmaya başlar. Bu nesne nasıl bir nesnedir? Nerededir? Ben onu nasıl bilirim? Wittgenstein’ın bu uyarısı felsefe ile ilgili söyledikleri ile de uyum içerisindedir. Onun bu yaptığı, “sözcükleri metafiziksel kullanımlarından gündelik kullanımlarına geri getirmektir”. Bu işlem sırasında bir açıklama yapılmamaktadır. Sadece mevcut durum tasvir edilmektedir. Wittgenstein, hâlihazırda bildiğimizi sadece düzenlemektedir. Gerçi bu örnekte olduğu gibi, içimizden bir ses “Acaba gerçekten sayı nedir?” diye sormaktadır ama Wittgenstein’a göre bu kışkırtıcı sese kulak vererek kazanabileceğimiz bir şey yoktur. Genel bir anlam kuramı peşinde koşmak, sözcüklerin işlevini anlamamaktan kaynaklanmaktadır.
Wittgenstein’ın ölümünden sonra yayınlanan eseri “Felsefî Soruşturmalar”da Tractatus’taki hangi noktalar eleştirilmektedir?
Önermeler mantığını ve doğruluk tablolarını kullanan Tractatus’un içerdiği birtakım sorunlar olduğuna dikkat çeken eserde, Tractatus’un önermeler mantığını ve doğruluk tablolarını kullanan yöntemi, sonsuz tanım kümelerinden değişkenlerin yer aldığı yüklemler mantığı söz konusu olduğunda, işe yaramaz hale geldiği belirtilmektedir. Ayrıca, eğer resim kuramının gereklilikleri Tractatus’un önermelerine uygulanırsa, bu önermelerin pek çoğunun anlamsız duruma düşeceği de vurgulanmaktadır.
Wittgenstein “Tractatus”taki hangi yöntemi yanılsama giden yol olarak betimlemektedir?
Wittgenstein “Tractatus”takinin basit bir hatadan çok daha derine inen bir yanılsama olduğunu düşünmektedir. Özellikle felsefeciler bu tür bir yanılsamaya tâbîdirler. Felsefeciler nasıl olup da böyle bir yanılsamaya düşmektedirler? Bunun bir açıklaması, yanlış anlaşılmaların giderilmesi sürecinde ne yaptığımızla ilgilidir. Eğer söylediğimiz bir şeyi karşımızdaki anlamazsa ifademizi farklı biçimlerle, başka kelime grupları kullanarak, bir sözcük ya da sözcük grubunun yerine bir başkasını koyarak açıklamaya çalışırız. Bu yaptığımıza “çözümleme” adını da veririz. Tractatus’ta Wittgenstein benzer bir yol izliyor görünmektedir. Gündelik dil yanıltıcıdır ve dilin gerçek mantığını saklamaktadır. İfadeler çözümlenerek nihaî bir biçime ulaşılmaya çalışılmaktadır. Modern mantık, bu konuda bize yardımcı olmaktadır. İşte bu yol, yanılsamaya giden yoldur. Biz, yüzeysel olarak ortada olanın altında bir şeyi arama ve bir tür çözümleme ile onu bulmaya çalışıyoruzdur. Öz bizden saklanmaktadır. Sorunumuzun şimdi aldığı biçim budur. Kendimize sorarız: “Dil nedir?”, “Önerme nedir?” Bu sorulara cevaplar bir kerede ve nihaî olarak ve gelecekte yaşanabilecek herhangi bir deneyimden bağımsız olarak verilmiş olur. Burada izlenen yöntemin, Platon’un diyaloglarında Sokrates’in tartışılan konu her ne ise o şeyin özünün ne olduğunu sorgulamasından bir farkı yoktur. Bu yöntem, Sokrates’i izleyenleri nasıl baştan çıkarmış ve peşinden sürüklemişse, Wittgenstein’ı da Tractatus’u yazarken bu biçimde peşinden sürüklemiştir. Wittgenstein, dilin “kristal saflığında bir mantık”ının olduğunu, dilin bir tür kalkül olduğunu sanmamıza yol açan bir resmin kendisini esir aldığını ifade etmektedir. Wittgenstein’ın ifadesiyle, burnumuzun üstüne takıl bir gözlük gibi her şeye onun içinden bakmış ve onu çıkarmayı hiç akıl etmemişizdir.
Wittgenstein’ın kesinlik kavramına ilişkin görüşleri nelerdir?
Wittgenstein’ın kesinlik kavramı etrafında dönen tartışmalarının sorusu aslında basittir: Bir yön tabelası ile karşılaştığınızda ne yaparsınız? Cevap oldukça basit görünmektedir. Eğer tabelada yazan yere gitmek istiyorsanız okun gösterdi yöne gidersiniz? Wittgenstein burada “Neden” sorusunu sorar. Buna farklı açıklamalar getirebilirsiniz. Okun ucunun o yönü gösterdiğini söyleyebilirsiniz. Ancak neden okun ucunun gidilmesi istenen yönü gösterdiği sorulabilir. Yine bazı açıklamalar vermeye çalışabilirsiniz. Ancak sonuçta bazı uzlaşımlara ise gelip dayanır. Siz belli uzlaşımlara uygun olarak hareket etmek konusunda bir talime tâbî tutulmuşsunuzdur. Ancak söz konusu uzlaşımlar birtakım teamüllere, geleneklere, göreneklere dayandığı için bunların tek başlarına bir kerecik yapılamayacağı görülür. Biz kendimizi bir topluluğun içerisinde belli şeyleri doğru varsayar, belli kuralları izler olarak buluruz. Kural izleme, bir topluluk içerisinde öğrenilen bir pratiktir. Dolayısıyla dili kullanırken de kullandığımız kuralları ve diğer kuralları izlediğimizde de bunun nedenine ilişkin bir sorgulama, en nihayetinde bir bilginin açığa çıkarılması ile değil, “bizim basitçe böyle yaşadığımız” gerçeğine gelip dayanır. Söz konusu kuralların ve diğer pek çok inancımızın arkasında “yaşam biçimlerimiz” bulunmaktadır. Dil oyunları söz konusu yaşam biçimleri içerisinde oynanır.
Wittgenstein, dil oyunlarını hangi örneklerle açıklamaktadır?
Wittgenstein ilksel dil oyununa ele almakla işe başlar. Ona göre dil, bir inşacı olan A ile onun yardımcısı B arasındaki iletişimi sağlamakla görevlidir. A yapı taşları ile (bir şey) inşa ediyor: Bloklar, direkler, levhalar ve kirişler var. B yapı taşlarını iletmeli ve bunu A’nın ihtiyaç duyduğu sıraya göre yapmalı. A onları anar; B şöyle bir çağrıda getirmeyi öğrendiği yapı taşlarını getirir. Bu dil oyunundaki sözcüklerin her biri, bir nesneye karşılık gelen bir ad olarak kabul edilebilir. Bu haliyle ele alınan bir dil oyunu, Tractatus’taki dil anlayışıyla uyumlu görünmektedir. Ancak tüm dil oyunlarının böyle olmadığına dikkat çeken Wittgenstein, bu başka bir örnekle açıklamaktadır: “Birini alışverişe gönderiyorum. Üzerinde “beş kırmızı elma” yazılı bir pusulayı ona veriyorum. O, bu pusulayı dükkan sahibine veriyor ve üzerinde “elmalar” yazan çekmeceyi açıyor; sonra bir tabloda “kırmızı” sözcüğüne bakıyor ve onun karşısında bulunan renk örneğini buluyor; sonra sayal sayıların bir serisini ki onları ezbere bildiğini varsayıyorum beşe kadar söylüyor ve her bir sayı için renk örneği ile aynı renkteki bir elmayı çekmeceden alıyor. İşte bu ve benzeri yollarla sözcüklerle işlem yaparız”.
Wittgenstein, ad-nesne ilişkisini nasıl açıklamaktadır?
Tractatus’ta Wittgentein, adların nesnelere işaret ettiğini söylemekteydi. Dahası, söz konusu nesnelerin “basit” oldukları yani “karmaşık” olmadıkları, daha basit unsurlara çözümlenemedikleri öne sürülmekteydi. Eğer adlar basit nesnelere karşılık gelmezlerse, adların tanımlamasının sonsuza kadar süreceği ve belirli bir anlamın ortaya çıkamayacağı söyleniyordu. “Felsefî Soruşturmalar”da Wittgenstein, bu fikrini tamamen değiştirmiş görünmektedir. Öncelikle Wittgenstein, bir adın anlamı ile neyi kastettiğimizi açıklamaya çalışır. Bir adın anlamı ile o adı taşıyan şey, bir ve aynı değildir. Wittgenstein’ın bu ayrımı ortaya koymak için verdiği bir kanıtlama şu şekildedir: Bir adı taşıyan bir kişi öldüğünde adın anlamı ortadan kalkmaz. Aksi takdirde o kişinin öldüğünü dahi söyleyemeyiz. Eğer adın anlamı, adı taşıyan değilse nedir? Wittgenstein’ın görüşüne göre bir sözcüğün anlamı onun dildeki kullanımıdır. Buradan anlaşılan, adların (genelde de sözcüklerin) anlamı onların işaret ettiği basit nesneler değildir. Söz konusu anlamlar dil oyunları içerisinde belirlenmektedir. Wittgenstein bu noktadaki görüşünü daha da pekiştirmek üzere “basit” sözcüğü üzerinde de durur. Fakat, gerçekliğin kendilerinden oluşturulduğu basit bileşenler nelerdir? Bir sandalyenin basit kurucu parçaları nelerdir? Kendisinin yapıldığı odun parçaları mı veya moleküller mi veya atomlar m›? “Basit”in anlamı: Karmaşık olmayan. Burada esas olan şudur: Hangi anlamda “karmaşık”? Mutlak anlamda “bir sandalyenin basit parçaları”ndan söz etmek hiçbir surette bir anlam ifade etmez. Bizim, karmaşık olandan ne anladığımız ya da karmaşık olanı çözümleme biçimlerimiz değişkenlik gösterir. Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz dil oyunundan bağımsız olarak mutlak anlamda basit parçaların bulunduğundan söz etmek olanaksızdır. Yine içimizden bir ses, orada bir yerde, bizim kurmacalarımızdan bağımsız basit unsurların olduğunu söylese de Wittgenstein, bize bu sese kendimizi kaptırmamamızı salık vermektedir.
Wittgenstein’ın inanç konusundaki düşünceleri nelerdir?
Ölümünden sonra yayımlanan “Kesinlik Üstüne” adlı çalışmasında Wittgenstein, bu çizgideki görüşlerini ileri sürmektedir. Kendimizi bu yaşam biçimlerinin içerisinde buluyorsak ve bazı şeyleri ister istemez varsayıyorsak, bunlardan şüphe edemez miyiz? Wittgenstein, şüphe edebilmek için bile bazı şeylere inanıyor olmamız gerektiğini söylemektedir. Dünyaya ilişkin sahip olduğumuz görüşler, bizim ampirik olarak test ettiğimiz ve dolayısıyla bildiğimiz şeyler değillerdir. Biz, bir bakıma bize miras kalan bir bütünle işe başlarız. Wittgenstein söz konusu bu mirası oluşturan önermeleri test ederek, araştırarak doğruluklarına karar vererek edinmediğimiz için bir tür mitoloji olarak adlandırır. Farklı mitolojilere tâbî olan çok farklı dünya görüşleri dolayısıyla olanaklıdır. Bu anlamda, farklı mitolojilere inanan iki kişi belli bir konuyu tartışabilirler. Bunlardan birisinin diğerinin görüşünü kabul etmesi de olanaklıdır. Öte yandan, bu kabul ediş nesnel olgulara dayalı bir kanıtlamaya dayanmaz. Daha çok bir inanç sistemini, bir dini değiştirmek gibi olur. Biz bir şeye inanmaya başladığımızda, inandığımız şey tek bir önerme değildir, önermelerin bütün bir dizgesidir (Işık derece derece bütünün üzerinde yayılır.) Kanaatlerimin en dibine ulaşırım. Birisi bu durumu hemen hemen şu şekilde ifade edebilir ki temel duvarları tüm ev tarafından taşınmaktadır. Artık bu noktada Wittgenstein, Tractatus’ta ulaştığı noktanın tam tersine bir yere varmıştır. Atomculuk tamamen terk edilmiştir. İyi temellendirilmiş inançların temelinde iyi temellendirilmemiş inançlar yer alır. Bizim yaşam biçimimizin dayandığı ve varlıklarından şüphe duymadığımız kesin inançlarımız vardır ve fakat bu inançlar temelsizdir. Bir temel arama çabası ise beyhudedir.
Wittgenstein’ın “örnekleyerek tanımlama” yöntemini açıklayınız!
Wittgenstein’ın tüm bu uyarılarına rağmen, içimizden bir ses adların dil için temel olduğunu ve adların öğrenilmesi sürecinin açıklamasını verebilirsek, dilin tamamını kuşatan bir kuram geliştirebileceğimizi düşünebilir. İsimler dil için esastır ve biz adları belli bir yöntemle öğrenir ve dili öğrenenlere öğretiriz. Bu yöntem, örnekleyerek (göstererek) tanımlama yöntemidir. Dili yeni öğrenen bir çocuğa “elma”, “kırmızı” ve hatta “beş” sözcüğünü öğretmek istiyorsak aklımıza gelen ilk yöntem budur. Bir elmayı elimize alır ya da çocuğun önüne koyar ve ona işaret ederek “elma” deriz. Onun bunu tekrarlamasını ya da hafızasına kaydetmesini umarız. Beş tane elmayı yan yana koyup “beş” diyerek beş sayısını, bir kırmızı ve bir yeşil elmayı yan yana koyup “kırmızı elma” ve “yeşil elma” diyerek farklı renkleri öğretmeyi umabiliriz. Wittgenstein bu yöntemi kullanarak genel bir anlam kuramı geliştirilebileceğini düşünmemektedir: “Şimdi birisi özel bir adı, bir rengin adını, bir malzemenin adını, bir rakamı, bir pusulanın bir yönünün adını ve bunun gibilerini örnekleyerek tanımlayabilir. ‹ki kabuklu yemişe işaret ederek “Bu ‘iki’ olarak adlandırılır” iki sayısını tanımlamak gayet kesindir. Ama iki nasıl olur da bu biçimde tanımlanabilir? Kendisine tanımın sunulduğu kişi neyin “iki” olarak adlandırılacağını bilmemektedir; bu kabuklu yemiş grubuna verilen adın “iki” olduğunu varsayacaktır. Örneklemeli bir tanımlama, her bir durumda değişik bir biçimde yorumlanabilir.” Öyleyse, örnekleyerek tanımlama nasıl işe yaramaktadır? Ben birisine “elma” sözcüğünü öğretirken kalkıp “‹işte şu masanın üstünde duran meyve “elma” diye adlandırılır” diyebilirim. Bu durumda karşımdaki “elma” sözcüğünün ne için kullanıldığını anlayacaktır. Tabii ki söylediğim diğer sözcükleri anlamak şartıyla. Bu tam da Wittgenstein’ın vurgulamak istediği şeydir. Wittgenstein, söz konusu sözcüğün öğrenilmesinin, sözcüğün içinde kullanıldığı dil oyununda üstlendiği rolün anlaşılmasına bağlı olduğunu, bu itibarla da örnekleyerek tanımlamanın dil için temel olamayacağını düşünmektedir. Bu durumda dil oyunlarının nasıl başladığı sorulabilir? Eğer dil oyunlarının, örnekleyerek tanımlamaya önceliği var ise dil nasıl öğrenilebilmektedir? Wittgenstein dilin öğretilmesinin öncelikle dilin açıklanmasını değil, bir tür talimi (eğitimi) içerdiğini ifade eder. Bir çocuğa “elma” sözcüğü ile elmalar arasındaki ilişki, bir eğitim sürecinde öğretilir. İlk başta çocuğun sözcükten anladığı, belki de sadece basit bir komuttan ibarettir. “Elma” sözcüğünü duyunca, civardaki yuvarlak kırmızı bir şeyi tutmaya çalışmaktadır. Çocuk, zaman içerisinde elmalarla ve dillerle diğer şeylerle ilgili eğitimi arttıkça, daha fazla şey anlamaya başlar. Dilin kapısı bu itibarla açıklama değil, eğitimdir.
Wittgenstein’ın kaleme aldığı ilk eseri hangisidir?
Wittgenstein ’ın kaleme aldığı ilk eseri Tractatus’tur.
Wittgenstein’ın ikinci eseri hangisidir?
Wittgenstein’ın ölümünden sonra yayımlanan ikinci önemli eseri Philosophische Untersuchungen’dedir (İngilizce adı: Philosophical Investigations; Türkçe adı: Felsefî Soruşturmalar).
Wittgenstein’ın biri yaşarken diğeri öldükten sonra yayınlanan iki eserinin birbiriyle bir ilişkisi var mıdır?
Ölümünden sonra yayımlanan ikinci önemli eseri Philosophische Untersuchungen’de Tractatus’ta savunduğu bazı görüşleri kıyasıya eleştirdiği görülmektedir.
Wittgenstein’ın Tractatus’u kaleme aldıktan sonra, eseriyle ilgili fikrini değiştiren kimdir?
Wittgenstein bazı arkadaşlarıyla ve Viyana Çevresi’yle girdiği tartışmaların sonucunda bu fikrinin değiştirmiştir. Bunun nedeni Viyana Çevresi’ndeki düşünürlerin Wittgenstein’ı görüşlerinin yanlış olduğu konusunda ikna onu etmeleri değildir. Tam tersine Viyana Çevresi, Tractatus’un temel tezlerini kendi felsefî amaçları için uygun bulmuş ve savunmaya devam etmişlerdir. Kendi eseriyle ilgili fikrini değiştiren ve yeni bir arayış içerisinde giren Wittgenstein’ın kendisi olmuştur.
Tractatus’taki felsefi yanılsama nedir?
Dilin bir mantığı olması gerektiği, önermelerin mantıksal bir formunun olması gerektiği, adların nesneleri temsil etmesi gerektiği fikri bizi ele geçirmiştir. Bu nedenle biz, dili betimlemeye (tasvîr etmeye) çalışmaktan çok, dilin ne olması gerektiğini dile dayatmaya çalışmışızdır. İşte, Tractatus’ta yanlış olan budur.
Tractatus’taki dilin ne olması gerektiğini dile dayatmaya çalışma yanılsamasından kurtulmanın yolu nedir?
Bu yanılsamadan kurtulmanın yegâne yolu, bu dayatmadan kurtulup betimlemeye (tasvîr etmeye) geri dönmektir.
Dilin anlamsız ya da metafiziksel kullanımlara ilişkin Tractatus’ta ne yazılmıştır?
Tractatus’ta da anlamsız ya da metafiziksel kullanımlara karşı uyarılar bulunmaktadır.
“Felsefecinin bir soruyu ele alışı, bir hastalığı tedavi etmek gibidir” sözü ile Wittgenstein neyi anlatmaya çalışmıştır?
Felsefe, alışık olunduğu üzere, gerçeklik, Tanrı, ölümsüzlük, iyi ve kötü gibi sorunlarla uğraşmak durumunda değildir. Çünkü zaten bu konular ve sorunlar dilin yanlış kullanımından doğmuşlardır. Felsefeci ne ile nasıl uğraşmalıdır? Elbette buradaki kendini hasta eden de felsefecinin kendisidir. Dili yanlış kullanarak paradokslar, karmaşalar ve muğlaklıklar üretir. Yine felsefe, Wittgenstein’ın önerdiği tarzda yapılırsa, bu hastalığı tedavi edebilir.
Wittgenstein’ın Tractatus’taki felsefî çözümleme yöntemini terk etmesinin nedenleri nelerdir?
Wittgenstein Tractatus’ta geliştirdiği resim kuramının kendisinde ve buna bağlı olarak geliştirdiği ad ve nesne anlayışında bir sorun olduğunu düşünmektedir. İletişim sırasında kullanılagelen öyle ifadeler, öyle mimikler, öyle jestler bulunmaktadır ki bir anlamı gayet güzel iletebilmektedir. Ancak bunlarda mantıksal bir form, basit adlar vb. aramak çok anlamlı görünmemektedir. Bunlar bir ad iseler hangi olgu durumlarını temsil ettikleri tamamen belirsizdir. Resim kuramı doğa bilimlerinin uğraştığı olguların temsil edilmesinde son derece etkili olabilecekken, dilin başka alanlardaki kullanımlarında yetersiz kalabilmektedir. Öyleyse Tractatus’taki mantıksal çözümleme dilin özünü açığa çıkarmakta yetersiz kalmış görünmektedir. Buradaki hatanın ya da eksikliğin temel nedeni basit bir hatadan çok daha derine inen ve özellikle felsefecilerin yaşadığı bir yanılsamadır. Wittgenstein dilin “kristal saflığında bir mantık”ının olduğunu, dilin bir tür kalkül olduğunu sanmamıza yol açan bir resmin kendisini esir aldığını ifade etmektedir. Wittgenstein’ın ifadesiyle burnumuzun üstüne takılı bir gözlük gibi her şeye onun içinden bakmış ve onu çıkarmayı hiç akıl etmemişizdir. Bu yaklaşım terk edilmeksizin dilin mahiyetini anlayabilmenin olanağı bulunmamaktadır.
Dil oyunu ne demektir?
Bir dil oyunu, yazılı ya da sözlü olarak ifade edilen sözcükleri içeren bir etkinliktir. Sözcükler, bu etkinlik içerisinde bir yere sahiptir ve gönderme yaptıkları işaret ettikleri, şeylere bu sayede işaret eder.
Wittgenstein, sözcükleri bir alet çantasındaki farklı aletlerle benzeterek aslında neyi anlatmak istemektedir?
Wittgenstein, sözcükleri bir alet çantasındaki farklı aletlerle ya da bir lokomotifteki farklı kumanda kollarıyla kıyaslar. Benzerliklerine rağmen nasıl aletlerin her biri
farklı işlevlere sahipse sözcükler de öyledir. Ona göre asıl olan bu işlevleridir.
Örnekleyerek tanımlama ne demektir?
Örnekleyerek tanımlamada örneğin; ben birisine “elma” sözcüğünü öğretirken kalkıp “İşte şu masanın üstünde duran meyve “elma” diye adlandırılır” diyebilirim. Bu durumda karşımdaki “elma” sözcüğünün ne için kullanıldığını anlayacaktır. Tabii ki söylediğim diğer sözcükleri anlamak şartıyla.
Wittgentein Tractatus’ta nesleler ve adlar ile ilgili neyi vurgulamaktadır?
Tractatus’ta Wittgentein, adların nesnelere işaret ettiğini söylemekteydi. Dahası, söz konusu nesnelerin “basit” oldukları yani “karmaşık” olmadıkları, daha basit unsurlara çözümlenemedikleri öne sürülmekteydi. Eğer adlar basit nesnelere karşılık gelmezlerse, adların tanımlamasının sonsuza kadar süreceği ve belirli bir anlamın ortaya çıkamayacağı söyleniyordu. Felsefî Soruşturmalar’da Wittgenstein, bu fikrini tamamen değiştirmiş görünmektedir.
Wittgenstein’ın görüşüne göre bir adın anlamı ve gönderimi hakkında neler söylenebilir?
Bir adın anlamı ile o adı taşıyan şey bir ve aynı değildir. Wittgenstein’ın görüşüne göre bir sözcüğün anlamı onun dildeki kullanımıdır. Buradan anlaşılan, adların (genelde de sözcüklerin) anlamı onların işaret ettiği basit nesneler değildir. Söz konusu anlamlar dil oyunları içerisinde belirlenmektedir.
“Düşünmeyin, fakat bakın!” mottosu ile Wittgenstein ne anlatmak istemektedir?
Bu mottonun önemli nedenlerinden birisi, düşündükçe açıklamaların ve kuramların peşine düşmemiz ve Wittgenstein’ın bizi uyardığı yanılsamalara kolayca kapılmamızdır. Olanı değil, olması gerekeni düşünüp bununla önümüzde olanı kıyaslama eğilimine girmemizdir. Oysa davet edildiğimiz gibi bakarsak, olanı tasvir etmeyi ve dolayısıyla söz konusu yanılsamalardan kaçınmayı başarabiliriz.
Wittgenstein’ın kesinlik kavramı üzerine düşünceleri nelerdir?
Soru aslında basittir: Bir yön tabelası ile karşılaştığınızda ne yaparsınız? Cevap oldukça basit görünmektedir. Eğer tabelada yazan yere gitmek istiyorsanız okun gösterdi yöne gidersiniz? Witgenstein burada “Neden” sorusunu sorar. Buna farklı açıklamalar getirebilirsiniz. Okun ucunun o yönü gösterdiğini söyleyebilirsiniz. Ancak neden okun ucunun gidilmesi istenen yönü gösterdiği sorulabilir. Yine bazı açıklamalar vermeye çalışabilirsiniz. Ancak sonuçta bazı uzlaşımlara iş gelip dayanır. Siz belli uzlaşımlara uygun olarak hareket etmek konusunda bir talime tâbî tutulmuşsunuzdur. Ancak söz konusu uzlaşımlar birtakım teamüllere, geleneklere, göreneklere dayandığı için bunların tek başlarına bir kerecik yapılamayacağı görülür. Biz kendimizi bir topluluğun içerisinde belli şeyleri doğru varsayar, belli kuralları izler olarak buluruz.
Wittgenstein’ın erken ve geç dönemdeki felsefe anlayışları arasındaki fark nedir?
Wittgenstein geç dönem eserlerinde Tractatus’ta savunduğu görüşleri terk etmiş ve hatta, o görüşlerine ters düşen fikirleri savunmuştur. Kendisi bu durumun basit bir hatadan çok daha derine inen bir yanılsama olduğunu düşünmektedir.
Wittgenstein’ın gündelik dil ile ilgili görüşü nedir?
Tractatus’taki dil anlayışına göre gündelik dil yanıltıcıdır ve dilin gerçek mantığını saklamaktadır. İfadeler çözümlenerek nihaî bir biçime ulaşılmaya çalışılmaktadır. Modern mantık bu konuda bize yardımcı olmaktadır. Wittgenstein’a göre işte bu yol, yanılsamaya giden yoldur. Biz yüzeysel olarak ortada olanın altında bir şeyi arama ve bir tür çözümleme ile onu bulmaya çalışıyoruzdur. Dilin bir mantığı olması gerektiği, önermelerin mantıksal bir formunun olması gerektiği, adların nesneleri temsil etmesi gerektiği fikri bizi ele geçirmiştir. Bu nedenle biz, dili betimlemeye (tasvir etmeye) çalışmaktan çok, dilin ne olması gerektiğini dile dayatmaya çalışmışızdır. İşte Tractatus’ta yanlış olan budur. Bu yanılsamadan kurtulmanın yegâne yolu bu dayatmadan kurtulup betimlemeye (tasvir etmeye) geri dönmektir. İşte Wittgenstein’ın geç dönem eserlerinde izlediği yol budur.
Wittgenstein’a göre örneklemeli tanımlamalar neden dil oyunlarına gereksinim duyar?
Wittgenstein, söz konusu sözcüğün öğrenilmesinin, sözcüğün içinde kullanıldığı dil oyununda üstlendiği rolün anlaşılmasına bağlı olduğunu, bu itibarla da örnekleyerek tanımlamanın dil için temel olamayacağını düşünmektedir. Örneklemeli bir tanımlama ancak bir dil oyunu içerisinde bir işe yaramaktadır. Wittgenstein buna satrançtan bir örnek verir. Eğer oyunun kurallarını bilmeyen birisine şahı gösterip, “Bu “şah” olarak adlandırılır.” derseniz o kişi sadece şahın şekli ile “şah” sözcüğünü ilişkilendirir. Ancak oyunun kurallarını bilen birisi bir taşın adını anlamlı olarak sorabilir.
Wittgenstein’ın “ailevi benzerlikler” anlayışını açıklayınız.
Wittgenstein özcü yaklaşımları eleştiren ve aşan bir “benzerlik” kavramı geliştirmiştir. Wittgenstein’ın burada öne sürdüğü “ailevî benzerlikler” terimi son derece önemlidir. Belki Sokrates’e ve Platon’a kadar geri götürebileceğimiz ve Batı felsefesi tarihi boyunca süregelen özcü yaklaşımlar, kavramların sınıflandırılması, ayrılması, ilişkilendirilmesi konusunda net ve kesin sınırların peşinde olmuşlardır. Witgenstein’ın bu yaklaşımında ise bu sınırların arayışı anlamını yitirmektedir. Bizler pek çok kavramın özünü belirlemekte, bir kavramı diğerlerinden kesin sınırlarla ayırmakta zorluk yaşayabiliriz. Fakat bu söz konusu kavramları kullanamayacağımız ya da onların işe yaramaz oldukları anlamına gelmez.