Çağdaş Felsefe 1 Dersi 1. Ünite Özet
Darwin’İn Evrim Kuramından Pragmatizme: Peirce Ve Dewey
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Darwin’in Mirası
19. yüzyıl matematik felsefe, sanayi ve diğer pek çok alanda yeniliklerin insanlık tarihinde hızlı değişimlerin yaşandığı bir yüzyıldır. Bu yüzyıldaki en önemli yenilik ise Darwin’in geliştirdiği Evrim Kuramıdır. Bu kuram, genlerde meydana gelene değişimler sonucu, doğal seleksiyona (seçim) bağlı olarak doğaya en iyi uyum gösterenlerin hayatta kalabildiğini savunmaktadır. Bu kuramdan etkilenen Herbert Spencer toplumsal Darwincilik, psikoloji alanında ise William James işlevselcilik kuramlarını geliştirmişlerdir. İşlevselcilik Darwin’in evrim kuramının etkisinde gelişmiş bir psikoloji kuramıdır. Zihinsel süreçleri ve davranışları organizmanın çevresiyle uyum süreci içerisinde ele almayı ön plana çıkarır. Uzun vadede kalıcı bir psikoloji yaklaşımı olamasa da davranışçılığın gelişmesinde belirleyici etkisi olmuştur. Yine Darwin’in kuramından etkilenerek pragmatizmin gelişimine katkı sağlayan iki isim ise Peirce ve Dewey’dir.
Charles Sanders Peirce
Peirce, kant ve Hegel’in metinleri üzerinde çalışmış, tümdengelimci bir mantıkçıdır. Çalışmalarından etkilenen Frege, özellikle tümdengelimsel mantığın bugün ayrılmaz bir parçası olan niceleme mantığını geliştirmiştir. Frege’nin çalışmalarından bağımsız olarak Peirce’ın niceleme kuramını geliştirdiği ve birinci ve ikinci düzey niceleyiciler arasında bir ayrıma gittiği bilinmektedir.
Peirce, metafiziksel bir dizge geliştirmiştir. Darwinci evrim kuramının bazı yaklaşımlarını Hegel’in düşünce sistemine benzer, mutlak bir idealizm ile birleştirmeye çalışmış, gerçekliğin özü itibariyle zihinsel bir içeriği olduğunu ve aklî bir pragmatizim yerine bazen pratikçilik ya da eleştirel sağduyuculuk terimlerini de kullanmıştır. Sonraki yıllarda pragmatizm farklı anlamlarda kullanılmaya başlanınca, pragmatizm sözcüğünü ortaya atmış ve pragmatizmi çalmayı düşünenlerden emin olacak kadar çirkin bir sözcük olarak ifade etmiştir.
Sonraki yıllarda Peirce, inançların muğlaklıkların ya da şüphelerin ortadan kaldırılarak sabitlenmesi konusunda dört ayrı yöntemden söz etmiştir. Bu yöntemler, bir bakıma, düşüncemizi şüphelerden arındırmak ve doğru düşündüğümüze karar vermek üzere kullandığımız yöntemlerdir. Bunlar; inatçılık, otorite yöntemine, doğal tercihler yöntemi veya a priori yöntem ve bilim yöntemidir.
İnatçılık yönteminde, tercih edilen bir konuda karar varıp konuda ısrarcı davranmak aksi her görüşü ve herkesi reddetmek gerekmektedir. Böyle davranılırsa zihinsel bir rahatlama ve huzura kavuşulur. Bu görüşe getirilen görüşlerden birisi, görüşün yanlış olabileceği ve akılcı bir tartışmadan kaçındığı için kişinin söz konusu yanlış inanca veya kanılara sahip olmaya devam edeceğidir.
Peirce’a göre kişi yalnız kaldığında soğukkanlı olarak karşıt düşünce üzerinde kafa yorar ve karşıt düşüncenin en az kendisininki kadar doğru olduğuna inanırsa o zaman düşüncesinde sabit kalmaktan vazgeçebilir. Peirce ise yöntemine yapılacak en do¤ru itiraz, bu yöntemin amacına hizmet etmeyeceği, yani şüpheyi ortadan kaldırmayacağıdır. Şüpheye neden olan ise toplumsal dürtüdür.
Otorite yönteminde ise belli bir topluluk veya cemaatin o düşünceye tabi olması bizi de o düşüncede sabit kılar düşüncesidir. Bu görüşe getirilen eleştiri ise; farklı toplum, zaman ve otoriteler altında farklı düşüncelerin ortaya çıkabileceğidir. Doğal tercihler yönteminde ise aşikar, açık ve akla uygun olanı kabul etmek esastır. Oysa hiçbir düşünce tartışmasız genel geçer değildir, beğeniler gibi düşünceler de değişebilir. Peirce’ın kendi ifadesiyle, sarkaç daha maddeci ve daha zihinci felsefeler arasında ileri geri salınmaya devam etmektedir.
Dördüncü yöntem olan bilimsel yöntemde ise öznel düşüncelerimizin ötesinde, bizden bağımsız bir şeye gönderme yapılmakta, kamusal olarak geliştirilebilecek ve kullanılabilecek bir yöntem olduğu savunulmaktadır. Bu yöntemde toplumsal dürtü, burada tam tersine bir avantaja dönüşmektedir. Yöntemin temel bir varsayıma, bağımsız bir gerçekliğin bulunduğu varsayımına dayanmaktadır ve söz konusu bu varsayımın nasıl temellendirilebileceği ayrı bir tartışma konusudur.
Bağımsız bir gerçekliğin varlığı konusunda Peirce, inanç ve şüphe kavramından hareket etmektedir. İnanmak ve şüpheyi birbirinden ayırmaktadır. Ona göre inanmakla şüphe etmek esnasında yaşanılan duygu farklıdır. İkinci olarak, genellikle şüphe etmekten kaçınmamıza ya da şüpheden kurtulmaya çalışmamıza rağmen bir inanca sahip olmaktan dolayı bir rahatsızlık duymayız; ta ki bu inancımızı sarsan bir şeyle karşılaşıncaya dek. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, inanmak ya da inanç oluşturmak bir alışkanlık iken şüphe etmek böyle bir alışkanlığın olmamasıyla da kesintiye uğraması durumuna karşılık gelir. İnanmak, bir alışkanlığa sahip olmak demektir. Bu alışkanlıklar, yaptığınız belli eylemlerin belli amaçlara hizmet edeceğini bekleyerek bu dünyada güvenle hareket etmenizi sağlar. Şüphe etmek, bir belirsizlik durumuna işaret eder. Belirsizlik, belli bir durumda hangi davranışı sergileyeceğinizi tam olarak bilememeniz anlamına gelir. Bu nedenle, şüpheden kurtulmaya çalışırız. Peirce şüpheden kurtulma ve inancın o tatmin edici rahatlığına ulaşma sürecini soruşturma olarak adlandırır. Peirce, soruşturmanın üç özsel özelliğinden söz eder: bir uyaran; bir amaç ya da sonuç; bir de yöntem. Peirce, Descartes’ın sergilediği gibi köktenci bir biçimde her şeyden şüphe etme yöntemine karşıdır. Her şeyden şüphe ederek bir soruşturmaya başlamak diye bir şey söz konusu olamaz.
Doğruluk ve gerçeklik kavramlarına ilişkin Peirce bir şüphe ortaya çıkmadığı sürece tüm inançlarımızın doğru olduğunu düşünme eğiliminde olduğumuzu belirtir. Doğruyu, mutlak bir sabitliğe gitgide yaklaşan bir inanç olarak düşünülebiliriz. İnancımızla gerçeklik arasında bir fark olduğu halde, bizim elimizde bunu tespit edecek bir yöntem yoksa Ockham’ın usturasına başvururuz. Guillelmus de Ockham 14. yüzyılda yaşamış önde gelen bir felsefeci ve mantıkçıdır. Açıklama yöntemlerine ilişkin olarak onun geliştirdiği bir ilke, daha sonra Ockham’ın usturası olarak anılmıştır. Bu yöntem ilkesine göre, aynı yetkinliğe sahip açıklamalar arasında daima daha yalın olanı tercih etmek ve var olanların sayısını gereksiz yere artırmamak gerekir. Peirce’ın yaklaşımında doğruluk, inanç ve şüphe cinsinden tanımlanmaktadır. Doğru bir inanç, sabitlik kazanmış bir inançtır. Ancak buradaki sabitlik, geçici bir sabitlik değildir. Peirce’a göre gerçeklik ise herhangi birinin, onların ne olduklarını düşünmesinden bağımsız olarak şeylerin sahip oldukları özelliklerdir. Bilim ise gerçekliğin ölçütüdür. Ancak burada, bilimsel etkinliğe başlamadan önce belirlenmiş bir ölçütten söz edilmemektedir ki böyle bir belirleme, Peirce’a göre olanaklı değildir. Peirce, sadece söz konusu ölçüte doğru ilerlemenin yolunu bildiğimizi söylemektedir. Ampirik sorgulama, bizi ideal bir doğruluk ve bilgi noktasına doğru götüren yoldur. Peirce, metafizik konusunda görüşleri olan bir düşünürdür kendisi, pragmatizmi bir tür metafizik olarak görmemektedir. Ona göre pragmatizm, kendi başına, bir metafizik doktrini, şeylerin hakikatini belirleme çabası değildir. Sadece, zor sözcüklerin ve soyut kavramların anlamını açıklığa kavuşturma yöntemidir. Peirce’ın amacı, kendi deyişiyle, düşünsel kavramları açıklığa kavuşturmaktır. Düşünsel kavramlar ile yalnızca öznel duygulanımlar arasındaki farkı ortaya koyabilmek üzere Peirce, renk tayfındaki renklerin, sabit bir noktaya göre bakışımlı olarak yer değiştirdiği bir düşünce deneyinden söz eder. Peirce, fikirlerin açıklığa kavuşturulması söz konusu olduğunda, üç düzeyi birbirinden ayırt eder. İlk düzeyde bir fikirle aşina oluruz. Bu düzeyde, söz konusu fikirle karşılaştığımız sıradan durumlarda söz konusu fikri ya da bu fikrin bir nesnede özellenmesini tanırız. İkinci düzey, söz konusu fikrin tanımını ifade edebildiğimiz düzeydir. Üçüncü düzey ise fikri kavramamızın pratik alanda sonuçlarının/etkilerinin farkında olmamızı içerir. Peirce’a göre bu etkilerin toplamı, bize açıklığa kavuşturmaya çalıştığımız fikri verir. Bir başka deyişle, Peirce’ın pragmatizmin tüm amacının, kendi ifadesiyle, zor sözcükler ve soyut kavramlar hakkında bu biçimde bir üçüncü düzey açıklığa ulaşmak olduğunu söyleyebiliriz. Bir şeye inanmak, bir şeyden şüphe etmek, bir şeyin doğru ya da gerçek olması hep aynı işlemi, sonuç yöntemini uygulamamızı gerektirir.
Söz konusu işlemler, bir topluluğa mensup tüm bireyler tarafından gerçekleştirilebilir ve sonuçlar›, kamusal olarak gözlemlenebilir şeylerdir. Bu, açıklığa kavuşturulmaya çalışılan terimlerle ilgili öznel duygulanımlara hiç yer olmadığı anlamına gelmez. Öte yandan bu öznel duygulanımlar, açıklığa kavuşturmaya çalıştığımız terimlerin anlamlarının bir parçası değildir. Bu nokta bizi Peirce’ın dil anlayışına getirmektedir. Peirce’a göre dil, çocukken öğrendiğimiz ve başkalarına öğrettiğimiz toplumsal bir uzlaşımdan ibarettir. Eğer anlam, kamusal ve paylaşılabilir bir şeye dayanmasaydı, dilin öğrenilmesi ve öğretilmesi olanaklı olmazdı. Bu bakış açısına göre, terimlerin anlamlarının belirlenmiş ya da sabitlenmiş olduğu da söylenemez. Anlamın değişmesi konusu Peirce’ı Darwin’in evrimci teorisine yakınlaştırır. Dil, Peirce’a göre, evrime tâbîdir. Bu anlam kuramının, Batı metafiziği açısından yıkıcı sonuçları bulunmaktadır. Çünkü söz konusu metafiziksel ifadeler birbirleri cinsinden tanımlanan ve anlaşılmaları, bilinen bir fark yaratmayan ifadelerdir. Peirce’a göre böyle ifadeler, anlamsız ve saçma olarak kabul edilmelidirler. Peirce’a göre anlam, sabit bir olgu değildir. Anlam, bir işaret etme bağıntısı yoluyla anlaşılabilir. Daha doğrusu, anlamı olan şeyler işaretlerdir. Ona göre bir işaret, bir yorumlayana göre bir nesnenin yerine geçer. İşaretlerin birbirleriyle olan bağıntıları, dizilimleri, hangi dizilimlerin bir dil oluşturduğu vb. konular dizim bilimin; işaretlerin neyin yerine geçtikleri, neyi temsil ettikleri ve neye işaret ettikleri anlambilimin; işaretlerin o işaretleri kullanan ve yorumlayanlar için sonuçları ve etkileri ise kullanım bilimin konusunu oluşturur. Peirce bir işaret ile işaret edilen nesne arasında üç farklı tür bağıntı bulunduğunu ifade eder. Bunlar indeksler, ikonlar ve sembollerdir. Peirce, yorumlayan olmaksızın bir işaretin bir nesneye işaret etmeyeceğini düşünmektedir. Yorumlayanın üç farklı türü vardır. Bunlar; duygusal yorumlayanlar, enerjik yorumlayanlar ve mantıksal yorumlayanlardır. Bu işaret etme sürecinin bir sonu, nihayi yorumlayanı bir alışkanlık veya bir yatkınlıktır.
John Dewey
Darwin’in eserindeki tür ve köken kavramlarının felsefede düşünsel bir devrim olduğunu savunur. Bu devrimi anlamak için varlık anlayışına bakmak gerekmektedir. Antik Yunan felsefesinin varlık anlayışını belirleyen bir düşünür olan Parmenides’e göre varlık, bir ve durağandır. Bu varlık anlayışı, Platon ve Aristoteles üzerinde de etkili olmuştur. Dewey’e göre evrim kuramı yüzyıllar boyu devam eden bu etkinin kırılmasına yol açmıştır. Ona göre yeni felsefe, mutlak kökenler ya da mutlak gayeler peşinde koşmamalıdır. Eski yaklaşımlar bir anda değişmezler. Çünkü onlar belli alışkanlıklara ve yatkınlıklara dayanırlar. Ancak hayatiyetlerini yitirirler, ilgi alanları değişir ve zamanla tıpkı buharlaşır gibi ortadan kalkarlar. Yeni sorular ve sorunlara bağlı yeni yaklaşımlar onların yerini alır. Dewey’in felsefenin mahiyetine ilişkin bu görüşleri bir yandan epistemolojinin bir yandan da değerler kuramının doğallaştırılmasını içermektedir. Doğallaştırma ile burada, doğanın ve doğanın içerisinde bulunduğu evrimsel değişimin bir parçası haline getirmek kastedilmektedir. Dewey’e göre biz insanlar dünyanın edilgin izleyicileri değilizdir. Kendimizi dünyaya katılan, onun bir parçası olan ve sürekli dünyayla etkileşen varlıklar olarak düşünmemiz daha doğrudur. Dewey, temsile dayalı bilgibilimsel anlayışlara şiddetle karşı çıkmaktadır. Bu anlayışla göre, biz sadece zihnimizde doğrudan karşı karşıya olduğumuz içerikleri bilebiliriz ve nesnel olanla doğrudan karşı karşıya gelme olanağımız bulunmamaktadır. Dewey’e göre ise bilen - bilinen ayrımı, en baştan doğru bir ayrım olmadığından, böyle bir varsayıma dayalı bir bilgi anlayışı kabul edilemez. Bu noktada klasik felsefeden ayrılmaktadır. Dewey’e göre biz insanlar, doğa ile etkileşimimiz içerisinde sürekli varsayımlar oluşturmakta, bunları sınamakta ve bu varsayımlar arzu edilir sonuçlar ürettiği ölçüde onlar› kullanmaya devam etmekteyizdir. Bu noktada aşırı kuşkucu bir yaklaşımla varsayımlar üretmekten kaçınmak, dünyadaki varoluş biçimimizle ters düşmektedir. Mesele, öne sürdüğümüz bir varsayımın mevcut zihinsel içeriklerle uyumlu olup olmaması değil; bizim gelecekteki amaçlarımızı ulaştırmak üzere işe yarayıp yaramaması, gelecekte karşılaştığımız yeni durumlardaki testlerden geçip geçememesidir. Herhangi bir anda, bilgimizin mutlak anlamda kesin olmasını istemek anlamsızdır. Belli bir anda en kesinmiş gibi görünen inançlarımız bile, gelecekte bu kesinliklerini yitirebilir. Kesinliğe farklı ve karşıt yaklaşımları ile birbirlerinden ayrılan ampirisist ve rasyonalist felsefe anlayışlarının her ikisi de bu itibarla, Dewey’e göre sorunludur.
Klasik felsefe fiziğin doğanın özünü oluşturduğu düşüncesine karşın Dewey, fizik dâhil hiç bir bilim dalı öncelikli değildir der. Doğa ile etkileşim halinde bulunan biz insanlar için esas olan, karşılaştığımız problemleri çözmektir. Söz konusu problemleri çözmek üzere ne kadar farklı işlem türü varsa, o kadar farklı bilgi anlayışı mevcuttur. Farklı bilim dallarında kullanılan farklı fikirler, kavramlar ve yöntemler, kendi amaçlarımıza ulaşmak, karşılaştığımız sorunları çözmek üzere kullandığımız araçlardan ibarettir. Çözmeye çalıştığımız problemlere göre bu araçlar, çeşitlilik göstermektedir. Dewey’in bilgiye ve bilime yönelik bu yaklaşımı, araçsalcılık olarak adlandırılmaktadır.
Fiziğin (ya da kimyanın), doğanın özünü bize sunduğunu düşünmek bu itibarla yanlıştır. Doğa bilimlerinin kavramları da en nihayetinde, belli amaçlara hizmet eden araçlardan ibarettir. Fiziğin ya da kimyanın kavramlarını ve kuramlarını diğerlerine göre öncelikli ve ayrıcalıklı kılacak bir durum yoktur.
Değerler ve doğa konusunda da değerleri doğal bir biçimde açıklamaya çalışmakta ve fakat bireysel öznel tercihlere terk etmek istememektedir. Herhangi bir anda, mutlak bir kesinliğe yer vermemek ve buna rağmen ilerlemeyi olanaklı kılma düşüncesindedir. Herhangi bir şeyi deneyimleyip onu tatmin edici bulmamız, bir öznellik içerir. Bir şey, bize belli bir haz vermektedir. Söz konusu bu öznelliği aşıp o şeyin tatmin edici olduğunu söylemek, bir yargı edimini gerektirir. Bir yargıda bulunduğumuzda artık, yaşadığımız öznel bir deneyimden değil, bir nesnenin kendi başına şöyle ya da böyle olduğundan bahsetmiş oluruz.
Bu yargıyı verebilmemiz ise, söz konusu deneyimlediğimiz şeyi elde edebilmek için ödediğimiz bedeli, söz konusu hazzı yaşadıktan sonra oluşan sonuçları, aynı deneyimi gelecekte yaşayıp yaşayamayacağımızı, tüm bu unsurları birlikte değerlendirmemizi içerir. Tüm bu değerlendirmelerden sonra, belli bir eylemin iyi bir sonuç vereceğini söylemek, belli bir öndeyide bulunmak demektir. Özetle değerler söz konusu olduğunda aklımızı kullanarak gerekli değerlendirmeleri yapmak, bilimsel etkinlikte bulunmaktan farklı değildir. Bu itibarla değer yargıları, doğru ya da yanlış olabileceği gibi, oluşturulmaları da tıpkı bilimsel kavramlarda ve kuramlarda olduğu gibi, aklın belli bir yöntem dâhilinde kullanılmasını içermektedir. Dewey’a göre, mutlak anlamda değerli olan bir şeyden, akla dayalı bir sorgulamadan bağımsız olarak söz etmek mümkün değildir. Bu konudaki yaklaşımını, Peirce’ın yaklaşımı ile ilişkilendirebiliriz. Kendinde iyi olana en yakın düşen şey, bilim topluluğunun arzu edilir ve iyi olduğu konusunda uzlaştığı şeydir.