Zihin Felsefesi Dersi 8. Ünite Özet
Kişisel Özdeşlik Sorunu
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Kişisel Özdeşlik Sorunu: Ben Kimim?
“Ben kimim?” sorusuna felsefi açıdan bakıldığında kişinin zaman içinde aynı kalıp kalmadığı, kendisine özgü duygu, inanç, imge vb. düşünsel ve ruhsal durumlarda meydana gelen, genellikle kalıcı, ani değişimlere rağmen kendisinin, aynı ben olarak sürekliliğini sağlayan bir kriterin olup olmadığı, varsa ne olduğu soruları üzerine yoğunlaşır.
Kişi Kavramı ve Kendilik İlişkisi
Kişisel özdeşlik sorunu “ben kimim?” sorusunun felsefi literatürdeki karşılığıdır.
Psikolojide, kendilik (self) ve kişi (person) kavramları, bazı düşünür ve araştırmacılar tarafından eş anlamlı kavramlar olarak kabul edilmişse de felsefi açıdan kendilik ve kişi kavramları birbirinden farklıdır.
White’ın (1991) tanımında kişi (person), bedensel olarak sosyal kişidir. Kendilikse (self) bütün kişisel yaşantıların, ilk elden, öznenin kendisine ait yaşantıları yansıtıldığı şekliyle bireyi temsil eder.
Kişi ve kendilik kavramları birbiriyle çok yakındır. Kişi olmayı belirleyen en temel özellik zihinsel bir varlık olduğudur. Bir kişi her şeyden önce bir zihne sahiptir. Fakat her zihinsel varlık kişi değildir. Örneğin kediler de zihinsel varlıklardır ama bir kişi değildir.
Dolayısıyla kişiden söz ettiğimizde, belli bir tür zihne sahip varlıktan söz edilmektedir. Bir kişi yalnızca açlık ve acı gibi hislerin yanında yarın yağmur yağacağına inanmak, belli bir partinin seçimleri kazanmasını istemek gibi, zihinsel durumları, daha da önemlisi kişinin, kendisine yönelik zihinsel durumları, kendisiyle ilgili inançları, arzuları vardır.
Kişiler özsel bilince, yani kendilik bilincine sahiptir. Kendilik bilinci, bizi kediler, maymunlar, atlar gibi diğer zihinsel varlıklardan ayıran özelliktir.
Kişiliğin özü, özsel bilinçtir. Kişi olmayı belirleyen zihinsel özellik ve kapasiteleri şöyle sıralayabiliriz:
- Duygu ve hislere sahip olma kapasitesi
- Geçmişi hatırlama, geleceği öngörme ve plan yapma yeteneği
- Ahlaksal, estetik ve dinsel yargılarda bulunma yeteneği
- Soyut düşünme yeteneği
- Dil kullanabilme yeteneği
- Özsel bilince ve öznelliğe sahip olma yeteneği
- Kişilerarası ilişkiler kurabilme ve bunu yürütebilme yeteneği
Yukarıdaki özellikler ve yetenekler, kişi olmak için yeterli koşullardır. Ancak; bu listedeki özelliklerin, aynı zamanda, kişi olmanın gerekli koşulları olup olmadığı da sorulabilir. Örneğin; kişi ileriki yaşlarda Alzheimer hastalığına yakalansa, yukarda sıralanan özellik ve yeteneklerden bir kısmını yitirse artık onun, bir kişi olmadığını mı varsaymalıyız?
Kişi olmak için, yeterli ve gerekli koşulların belirlenmesinde, iki farklı görüş karşımıza çıkmaktadır. Bunlar:
- Düalist görüşleri temele alan ego kuramı,
- Materyalist görüşleri temele alan bundle (yığın) kuramıdır.
Ego Kuramı: Ego kuramı, Platon ve özellikle Descartes’ın düalist görüşlerinden kaynaklanmaktadır. Buna göre kişisel özdeşlik, maddi ve uzamsal olmayan, ölümsüz ruha dayanmaktadır.
Kartezyen düalizme dayanan ego kuramı ise kişinin yaşantılarının bütünlüğüne bu yaşantıların aynı kişi tarafından yaşanmış olmasına ve yaşantıların öznesine bağlıdır.
Bundle (Yığın) Kuramı: 17. yüzyıl düşünürlerinden Hume, deneyci bir yaklaşımla bundle (yığın) kuramını ortaya koymuştur. Hume’a göre, sürekli, değişmeyen bir kendilik fikri bir yanılsamadır bu nedenle kişisel özdeşlik tasarımından bahsetmek saçmadır.
Hume, bedenden bağımsız olarak ölümsüz bir zihin fikrini reddetmiştir. Hume’a göre, esas olan izlenimlerdir bu izlenimlerle fikirler oluşur. Bundle kuramı, kişinin eylemlerinin öznesi olarak kendiliğin varlığını redder ve kişisel özdeşlik tasarımının bir yanılsama olduğunu öne sürer. Bu bundle kuramına karşı Thomas Reid, kişinin yalnızca izlenim ve tasarımların bir araya gelmesinden oluşmadığını belirtir. Reid’e göre, kişisel özdeşlik, kişinin kendim dediği bölünmez şeyin sürekliliğini zorunlu kılar. Kendilik ve kişi kavramlarının bir töz olarak mı, yoksa bir yanılsama olarak mı tanımlanacağı, kendiliğimizin sürekliliğinin nasıl olacağı sorusuyla yani kişisel özdeşlik sorunuyla yakından ilişkilidir.
Kişisel Özdeşlik Sorunu
Kişisel özdeşlik sorunu, hem farklı deneyim ve yaşantıların nasıl olup da aynı kişinin deneyimleri olabildiği, yani bütünlük sorunu, hem de kişiyi zaman içinde aynı kişi yapan şeyin ne olduğu, yani kimlik sorunudur. Bu sorular sırasıyla “bütünlük sorusu” ve “kimlik sorusu” olarak sıralanabilir.
Bütünlük Sorunu: Bütünlük sorunu insan yaşamı boyunca sahip olduğu birçok duyum, duygu, düşünce, hatıra vb. bütün deneyimlerin tek ortak noktası, hepsinin o kişinin deneyimleri olması, hepsinin o kişinin zihninde olmasıdır.
Kimlik Sorunu: Kimlik sorusunu, karşımızdaki insanı genel olarak fiziksel görünüşünden tanırız. Telefondaki kişiyi genellikle sadece bir “alo” dediğinde sesinden tanırız. Bunlar dışında parmak izi ya da DNA testleri gibi, daha da gelişmiş teknikler de farklı alanlarda kullanılmaktadır. Ancak; bedensel özellikler karşımızdaki kişinin kim olduğu konusunda bize yeterince doğru sonuçlar verse de bir takım sorunsal durumları tasarımlayabiliriz. Örneğin; Ali’nin beynini Veli’nin bedenine aktardığımızda, Ali’nin beynini Veli’nin bedeninde taşıyan kişi kimdir? Geleneksel olarak söyleyecek olursak, esas olarak kişisel özdeşliği sağlayan şey nedir?
Hume Deneme’de, bu soruları deneyci ilkeler ışığında cevaplamaya çalışmış fakat bu konudaki başarısızlığını “kendimi öyle bir labirentin içinde buluyorum ki artık önceki görüşlerimi nasıl düzelteceğimi de onları tutarlı hale nasıl getireceğimi de bilmediğimi itiraf etmem gerekiyor” şeklinde açıklamıştır.
Kişisel özdeşlik sorununda iki temel yaklaşım söz konusudur. Bir kişinin, zaman içinde aynı kişi olarak sürekliliğini sağlayan şeyin ne olduğuna bağlı olarak, iki temel kişisel özdeşlik ölçütü vardır. Bunlar bedensel süreklilik ve zihinsel süreklilik ölçütleridir.
Bedensel Süreklilik Ölçütü
Bedensel süreklilik ölçütüne göre, kişinin zaman içinde aynı kişi olarak kalması, aynı bedende yaşayan insan olarak kalmasıyla mümkündür.
Fiziksel şeyler, büyük oranda olmak üzere zaman içinde değişirler. Felsefi olarak söz konusu sorun, bir şeyin aynı şey olmaması için, ne kadar ve ne türden bir değişikliğe uğraması gerektiğidir.
Herhangi bir şeyin, zaman içinde aynı şey olarak kalıp kalmadığının bir ölçütü arandığında, ilk aklımıza gelen şey, o şeyi kendisi yapan şeyin ne olduğuna bakmaktır. Çünkü; bir şeyin, kendine özgü niteliklerini koruyabilmesi için, tek parça halinde ve o özsel niteliklerini içerecek şekilde, varlığını sürdürmekle mümkündür.
Fiziksel süreklilikte örneğin; benim bilgisayarımın niteliksel olarak tıpatıp aynısı olan bilgisayarlar var, ama onlar benim bilgisayarım değil. Bugün kullandığım bilgisayarı dün kullandığım bilgisayarla aynı yapan şey sadece niteliksel özellikleri olamaz. Bilgisayarımı dünküyle aynı bilgisayar yapan şey, büyük olasılıkla bugünden düne doğru geçen zaman içinde bilgisayarımın masamın üstünde ya da çantasında olduğunu, kesintisiz olarak takip edebilmemdir.
Kişisel özdeşliğin bedensel ölçütü, fiziksel nesnelerin, zaman içindeki sürekliliğine ilişkin ölçütlerin, kişilere uyarlanmasıdır. Buna göre, bir kişinin, zaman içinde aynı kişi olarak kalması, aynı bedende yaşayan insan varlığı olarak kalmasıyla mümkündür. Kişinin bedeni, yıllar içinde, ne kadar değişikliğe uğrarsa uğrasın, eğer şimdiden geçmişe doğru, o kişinin, yaşayan bedeninin uzamsal varlığı, kesintisiz bir şekilde takip edilebildiği sürece o kişi, aynı kişi olmayı sürdürür. Bedensel süreklilik ölçütüne göre kişi estetik ameliyatlar geçirebilir, korkunç bir trafik kazası ya da fiziksel görünümünü bozan bir hastalık sonucunda görüntüsü tamamen değişebilir, zihinsel bir rahatsızlık ve kaza sonucunda kim olduğunu, ne olduğunu unutabilir. Ama doğduğu andan beri, aynı bedende yaşayan aynı insan varlığı olmayı sürdürdüğü müddetçe aynı kişidir. Dolayısıyla kişisel özdeşlik dışsal bir kavramdır.
Psikolojik Süreklilik Ölçütü
Psikolojik süreklilik ölçütü, zihinsel durumların sürekliliğinin ve kalıcılığının kişisel özdeşliği oluşturduğunu belirtir. Psikolojik süreklilik ölçütüne göre, kişisel özdeşliği oluşturan şey, zihinsel durumların kalıcılığı ve sürekliliğidir. Psikolojik süreklilik ölçütünün en önemli ve ilk temsilcilerinden birisi John Locke’dur.
Kişisel Özdeşlik ve Bellek Ölçütü: John Locke, ilk defa kişisel özdeşlik için, psikolojik bir ölçüt olarak bellek ölçütünü ileri sürmüştür. Locke’a göre kişinin bilinci, geçmişteki herhangi bir düşünceye erişebildiği ölçüde, kişi hatırlayabildiği ölçüde, eski kendisi neyse şimdiki de odur.
Locke’a göre, kişisel özdeşliğin özü kalıcı, değişmeyen töz değil, öz bilince sahip olan kendiliğimizdir.
Kişisel özdeşliğin dayanağıysa kişi tanımına bağlıdır. Locke kişiyi akıl ve iç duyuma sahip, kendini farklı yer ve zamanlarda da aynı düşünen şey diye zihinli bir varlık olarak tanımlamıştır. Kişi bunu, düşünmenin ayrılmaz parçası ve bana göre özsel olan bilinçle gerçekleştirir” demiştir.
Locke’un kişisel özdeşlik kuramı, psikolojik ölçütün bütün çağdaş örneklerinin başlangıç noktasını oluşturmuştur.
Locke’a göre, kişisel özdeşliğin asıl ölçütü olan bilinç, geçmiş yaşantılara uzatılabildiği ölçüde, kişi geçmişini hatırlayabildiği ölçüde, kişinin eylemlerini, aynı kendilik altında bir araya getirebilir. Böylece, şimdiki ve geçmişteki eylemlerinin bilincine sahip olan kişinin, özdeşliğinden bahsedilebilir.
Locke, kişinin eylemlerinin bilincinde olmasının koşulunu, o eylemleri kendine ait eylemler olarak hatırlayabilmesi diye tanımladığı için, Locke’un kişisel özdeşlik ölçütü bellek ölçütü olarak bilinmektedir. Locke’un kişisel özdeşlikte asıl vurgulamak istediği şey, salt kişinin geçmişini hatırlaması, yani bellek değil, asıl olan kişinin geçmişteki eylemlerinin farkında olmasıdır.
Locke’a göre, kişisel özdeşliği bilincin dışında bir şeyde aramak boşunadır. Locke’un kişisel özdeşlik kuramına göre, zaman içinde aynı bedene sahip olmak, kişisel özdeşlik için ne yeterli, ne de gerekli koşuldur. Önemli olan, aynı bilince sahip olmaktır. Kişisel özdeşlik için hem yeterli, hem de gerekli koşul, kişinin geçmişte yaşadığı olayları ve duyguları o zaman, sahip olduğu öz bilinçle hatırlıyor olmasıdır.
Locke’un kişisel özdeşlikte psikolojik bir ölçüt olarak belleği göstermesi eleştiri almıştır. Locke’un bellek ölçütüne ilk karşı çıkan Reid, elma çalıp sopa yiyen çocuk ile büyüdüğünde savaştaki başarılarından dolayı madalya alan general karşılaştırmasını yapmıştır.
Locke’un kuramına göre Reid, elma çalıp sopa yiyen çocuk ile madalya alan asker aynı kişidir ve madalya alan askerle general olan kişi de aynı kişidir. Bunun mantıksal sonucu da generalin elma çalıp sopa yiyen çocukla aynı kişi olduğudur. Ama generalin bilinci kesinlikle elma çalma olayına kadar gitmiyor. Locke’un kuramına göre, general elma çalan çocukla aynı kişi değildir.
Locke’un, bellek ölçütüne ikinci eleştiri, açıklamasının döngüsel olmasıdır. Belleğimiz her zaman doğru olmayabilir. Bazı durumlarda hiç olmamış şeyleri olmuş gibi hatırlayabiliriz. Daha da kötüsü, bazı durumlarda, kendimizin yaşamadığı şeyleri kendimiz yaşamış gibi hatırlayabiliriz. Bunlar sadece görünüşte hatıralardır. Locke’un, kişisel özdeşliğin dayanağı olarak, görünüşte bellek durumlarını kastetmemiştir. O halde, bizim gerçek belleği görünüşte bellekten ayırt edecek bir yola ihtiyacımız vardır. Bunun yolu, kişinin hatırladığı şeylerin gerçekten de o kişi tarafından yaşanmış olduğunu varsaymaktır. Locke’a göre, geçmişteki yaşantıyla şimdiki yaşantı, aynı kişi tarafından yaşanmalıdır. Bu kişisel özdeşliği kurmaya çalışılan öznenin varlığını önceden kabul etmek demektir. Bu da Bishop Butler’ın haklı bir şekilde gösterdiği döngüsel bir çıkarımı oluşturur: “bilgi önceden varsaydığı hakikati nasıl kuramazsa kişisel özdeşliğin bilinci de önceden varsaydığı kişisel özdeşliği kuramaz”. Locke’da Hume gibi zihinsel yaşamın birbirinden ayrı kısımların bir araya getirilmesiyle oluştuğunu düşünür. Hume benzerlik, bitişiklik ve nedensellik ilişkilerine dayanarak, bu farklı algılar arasında, onları birleştiren bir bağlantı olduğunu hissettiğimizi, kişisel özdeşlik fikrinin de “tümüyle düşünce yetisiyle bağlantılı bir zincir boyunca, pürüzsüz ve kesintisiz bir şekilde ilerlemesinden kaynaklanan” hayali, uydurma bir tasarım olduğunu söylemektedir. Hume’un aksine Locke ise geçmişteki ve şimdiki farklı zihinsel yaşantıların, aynı bellek altında toplanmasının, kişisel özdeşliği sağladığını iddia eder.
Bellek Ölçütüne Farklı Yaklaşımlar: Locke’un bellek ölçütünün döngüselliğini, ilk karşı çıkan Sydney Shoemaker’dır (1975). Shoemaker, kişisel özdeşliği, iki soruyu birbiriyle bağlantılı bir şekilde cevaplamayı amaçlayan işlevselci bir yaklaşımla ele almıştır. Bu sorular “çeşitli zihinsel durumların doğası nedir?” ve “farklı zihinsel durumlar birlikte var olmak, yani aynı ve tek kişiye ait olmak için birbirine nedensel olarak nasıl bağlanmalıdır?” sorularıdır. Shoemaker’a göre, geçmiş ve şimdiki kendilik arasındaki belleğin sürekliliği, birbirine bağlanmış kişi durumlarının, birbirine geçişli olmasıyla sağlanır. Eğer kişi ve durumu kendinden önceki bir kişi ve durumuna ait bir bellek izlenimi, kişisel özellik vb. gibi bir psikolojik durumunu kendi varoluş nedeni olarak görüyorsa, bu iki kişi ve durum doğrudan bağlantılıdır, yani psikolojik olarak süreklilik gösterir. Shoemaker, psikolojik sürekliliği, hem psikolojik özelliklerin benzerliği, hem de kişinin sahip olduğu zihinsel durumların işlevsel olarak birbirine bağlanması olarak ele almıştır.
Hem psikolojik, hem de bedensel ölçütlerin, kişisel özdeşlik sorununu açıklamakta yetersiz kaldığını gören Parfit, Hume’un yığın (bundle) kuramına dönüş yapmış, bilincin bütünlüğünü ve kişisel özdeşlik tasarımını birbirine bağlı zihinsel olaylar ve durumlar zincirine dayanarak açıklanabileceğini belirtmiştir. Parfit, her zihinsel olaylar zinciri bir yaşam teşkil ettiği için bedenden bağımsız kişinin varlığını reddetmiştir.
Parfit, ayrık beyin hastalarının yığın kuramını desteklediğini ve kişisel özdeşliğin, deneyimlerin öznesi olarak kişiye bağlı olmadığını belirtmiştir. 1960’larda, epilepsi hastalarının sorununun beyninin iki lopu arasındaki elektrik akımı olduğu düşünüldüğünden akımı kesmek için araştırıcılar, epilepsi hastasının beyninin iki lopunu birbirine bağlayan “corpus callosum” adı verilen kas dokuyu keserek, beynin iki yarı küresini bağlantısız hale getirmişlerdir.
Beynin iki yarı küresi arasındaki bağlantı koptuğu için, bu kişiler, sağ ve sol olmak üzere iki farklı görsel alana sahip olmuşlar, sağ ve sol elleriyle farklı tepkiler vermişlerdir.
Yapılan deneyde, bir ayrık beyin hastasının yarısı mavi, yarısı kırmızı olan bir ekranın tam ortasına bakması istenmiş, hastaya kaç renk gördüğü sorulduğunda, her iki eliyle de farklı tek renk gördüğünü yazmıştır. Yani bir eliyle mavi yazarken diğer eliyle kırmızı yazmıştır. Bu deney kişinin, aynı anda iki farklı görsel duyuma sahip olduğunu, bir lopun algıladığının diğer lop tarafından bilinmediğini göstermiştir. Bu deneyle aynı bedende iki bilinç hali olduğu söylenebilir.
Parfit’e göre, burada kişisel özdeşlik bakımından bir sorun yoktur, çünkü önemli olan şey, bu farklı duyumların aynı bedende birbirini izlemesidir.
Parfit’e göre, bu bölünme ile iki yeni insan oluşmaz. Burada söylenebilecek şey, kişinin geçici olarak birbiriyle ilişkisi olamayan iki farklı bilinç alanına sahip olduğudur.
Sonuç olarak kişinin sadece deneyimlerin öznesi olmadığı, bilincin bütünlüğünü, kişisel özdeşliği açıklamakta yetersiz kalmıştır. Kişisel özdeşlik, aynı bedende yaşanan düşünceler, duyumlar gibi, zihinsel olayların ve durumların, zincirleme şekilde birbirine nedensellikle bağlanmasıdır.
Son Söz
Kişisel özdeşlik tasarımı, bütünlüklü bir kendilik kavramı, bir insanın bütünlüğü tartışmalı zihinsel hayatını açıklamak üzere ortaya atılmış, kişinin kendinden bağımsız, soyut bir nitelik değildir; aksine söz konusu bütünlüğün anlamlı bir derecede var olduğunu gösteren bir işarettir. Ancak zihinsel birlikten söz edebilmek için gereken minimum bütünlük derecesinin ne olduğu sorusu sorulduğunda bunu belirleyecek bir siyah beyaz çizgisi olmadığı görülmektedir.