aofsoru.com

Modern Felsefe 1 Dersi 1. Ünite Özet

Rönesasta İnsan, Toplum Ve Siyaset Felsefesi

Modern Felsefe ve Rönesans

Modern terimi Latince “modus” teriminden gelir ve “tarz, kip” anlamlarını taşır. Kelime anlamıyla birlikte dönem olarak 17. Yüzyılından başlayıp 20. Yüzyılın ilk yarısına kadar uzanan geniş bir dönemi ifade eder.

Modernlik Orta Çağ yaşam tarzından sıyrılarak yeni bir yaşam tarzına geçişi anlatır. Bu durum insanın özgür aklının yol göstericiliğini öne çıkarmasıyla gerçekleşmiştir. Rönesans döneminde tanrısal buyruklar yerini insan aklına bırakmıştır. “Modern Felsefe” deyimi ise geniş anlamda Rönesans’tan 20. yüzyılın ortalarına kadarki süreyi, spesifik anlamda ise 17. ve 18. Yüzyıl felsefesini ifade eder. Bu dönemde felsefeyi kotaranlar Tanrı adına konuşan din adamları değil, özgürce düşünüp eyleme geçen bireylerdir. Birey kendi eleştirel aklına güvenerek dünyayı, toplumu, bilimi kurma eylemine girişmiştir.

Modern felsefe her şeyden öte Orta Çağ felsefesinden kopuşu anlatır. Çünkü 14-15. yüzyıllarda insanların özellikle kiliseden gördükleri baskı şiddetini iyice arttırmıştır. Bu baskılar insanlarda yeni arayışlara neden olmuş, insanlar baskıdan kurtulma yolları aramışlardır. Rönesans terimi de genel anlamda yeniden doğuş demektir. Ancak bu yeniden doğuş ifadesi özellikle Grek ve Roma kültürünün yeniden doğuşunu ifade eder.

Rönesans tam bir keşif ve özgürleşme dönemidir. Her alanda yeni keşifler yeni buluşlar yapılmıştır. Amerika kıtasının keşfi, matbaanın, pusulanın icadı dünyaya yön veren önemli gelişmelerdendir.

İnsancıllık (Hümanizm) ve Başlıca Rönesans Hümanistleri

Hümanizm, insan aklını, etik ve adalet kavramlarını temel alan, teorik ve pratik alanda insansal değer ve ilgilere odaklanan, tüm insanların değerli ve onurlu olduklarını öngören ahlak felsefelerinin genel bir kategorisini anlatan bir terimdir. Bu yaklaşım hümanizmin dünyevi yorumudur.

Rönesansta hümanizm, kültür ve eğitim alanında akademisyenler, yazarlar ve kamusal liderler tarafından gerçekleştirilen her türlü yenileşme-reform etkinliklerinin anlatan bir terimdir. Özelde ise, Grek ve Latin dillerinin, kültürlerinin ve sanatlarının araştırılması esasına dayanan ve sonraları insan araştırmalarına odaklanan devrimsel Rönesans yönelimidir.

Rönesans gibi hümanizm düşüncesinin vatanı da İtalya’dır. Dante, Petrarca ve Boccacio ilk İtalyan hümanistleridir.

Dante, eserlerini Latince değil, ana dili olan İtalyanca yazmıştır. Kutsal Komedi en meşhur eseridir. Cehennem ’de başlayıp Araf ta devam eden yolculuğu Cennet’te sona erdirir. Monarchia isimli eserinde ise kiliseye evrensel barışa giden bir rol biçer.

Doğa araştırmalarıyla ilgilenen Petrarca, Orta Çağ’ın içe dönüklüğü ile Rönesans’ın dışa dönüklüğünü bütünleştirmiştir. Dış dünyanın ve insan ruhunun aynı anda keşfedilmesi amacına yönelmiştir.

Boccacio, Dante ve Petrarca’dan etkilenmiştir. Homeros, Euripides ve Aristo’dan çeviriler yapmıştır. Grekçeye büyük bir ilgi beslemiştir. Boccacio’nun dinlerin göreli bir doğruluklarının bulunduğunu öne sürmesi Rönesans dönemine özgü yeni bir anlayıştır.

Bu üç büyük İtalyan düşünür, İtalyanın 15. ve 16. yüzyıllarda Rönesansın beşiği olmasında önemli katkıları olmuştur.

İleri ve geç dönem hümanistelerinden olan Mirandola, Yeniplatonculuğu, Aristotelesçiliği, Hermetisizmi ve Kabala öğretisini sentezleyerek insana üç aşamalı görev yüklemiştir. Bunlar;

  1. Zorunlu ahlaksal gelişim,
  2. Ussal bilgilenme,
  3. Mutlak gerçeklikle özdeşleşip yetkinleşme.

Mirandola’ya göre Tanrı evrenin merkezine insanı koymuş, bilgiyi elde etmesini sağlamış, kendisine seçme özgürlüğü ve onur vermiştir.

Bir diğer geç dönem hümanisti Erasmus’tur. “Hümanistlerin Prensi” unvanına sahip olan Erasmus, Hristiyanlığı hümanizm ile uzlaştırmaya çalışıyor, dinin asıl doğasından uzaklaşıldığını, gerçek dinin kafa değil, yürek sorunu olduğunu düşünüyordu. Ona göre gerek felsefede gerek teolojide dilsel kesinlik, sözdizimsel doğruluk ve retorik parlaklık öncelikle ele alınmalı ve gerçekleştirilmeliydi. Deliliğe övgü isimli eserinde Katolik kilisesinin uygulamalarını eleştirmiş, fakat dinin özüne yönelik kesin bir kuşkuculuk duymamıştır.

Luther ise Hristiyanlığın reformdan geçirilmesini şiddetle savunmuştur. Akıl karşısında imana vurgu yapmıştır. Luther, kilise kurumlarına ve kilisenin kalıplaşmış uygulamalarına gerek olmadığını, özgürce Tanrı’ya yönelmek ve iman etmenin yeterli olduğunu düşünmüştür.

Bir diğer hümanist Montaigne ise dünyayı kendi yargılama gücü aracılığıyla sorgulamaya çalışmıştır. Örnek bir yaşam için insanın tüm yetilerini kullanabileceği sürekli bir araştırma ruhu içinde bulunmak gerektiğini düşünmüştür. Ona göre yeryüzünde itiraz götürmez bir görüş yoktur ve bu yüzden mutlu olmak isteyen kişi kendisini herhangi bir görüşe bağlamamalı, üretken bir kuşku ve araştırma durumunu sürdürmelidir.

Ona göre insan olmak tam anlamıyla bilinçli deneyimlere sahip olmaktı ve insan ancak en iyi bildiği konularda böyle bir bilinci elde edebilirdi. Ona göre duyular insanlara hem haz verir hem de onları fiziksel dünya hakkında güvenli ve yeterli biçimde bilgilendirir.

Rönesansta Toplum Düşüncesi ve Toplumsal Ütopyalar

Orta Çağ’ın bireysel özgürlükleri kısıtlayan teolojik yapısı insanları nefes alamaz duruma getirmişti. Dünyevi zenginliklerin bir avuç feodal aristokratın elinde toplanmış olması, birçok insanın onların topraklarına bağımlı yarı köle biçiminde yaşamaları ve emeklerinin karşılığını alamamaları, toplumsal huzursuzlukları her geçen gün artırmaktaydı. Böyle bir ortamda insanların hak arayışları, bireysel özgürlük, toplumsal adalet ve eşitlik istemleri gün yüzüne çıktı. Sonuçta ortaya öncelikle ütopik toplum düzenleri öneren çalışmalar çıktı.

Ütopya kavramı, Thomas More ’un olmayan yer anlamına gelen Ütopya isimli eserinden gelir. More bu eserde sınıfsız, sosyalist bir düzen önerir. Eserde özel mülkiyetin yadsındığı, zenginliğin halka adilce paylaştırıldığı, sosyal adalet ve eşitlik ülküsünün gerçekleştirildiği bir devlet tasarımı geliştirilir. Tüm dinlere hatta dinsizliğe hoşgörüyle bakılır. Platon’un Devlet’inde belirlenen toplum düzeni yönetici ve asker sınıfları içine alan bir tür sosyalizm ütopyası iken Thomas More sınıfsız bir yapı öngörerek sosyalist yapıyı toplumun tüm katmanlarına yayar.

Campanella, Güneş Ülkesi isimli eserinde parçanın bütünü, bütünün parçayı tamamladığı politik bir birlik düzeninden bahseder. Bu eserde özel mülkiyet ve kazanç anlayışı yoktur. Tüm kazanımlar devlete ait ve herkesindir. Vatandaşlar arasındaki tek ayrım bilgi düzeyi bakımındandır. En bilge kişi ülkeyi yönetmelidir. Bu bilge kişini yardımcıları, güç, sevgi ve akıl adlarını taşır. Bilim çok önemlidir. Tembellik en büyük değersizliktir. Yasal eşitlik ilkesi üzerine kurulmuş sınıfsız bir toplum modeli önerir. More’dan yaklaşık yüzyıl sonra yazan Campanella’nın ütopyasında bilime More’dan daha çok değer vermesi, bilimin Rönesansın ilerleyen dönemlerinde giderek artan önemine işaret eder.

Francis Bacon ise Yeni Atlantis adlı eserinde bilimsel ve teknik gelişmelerin toplum ve devlet yapısını belirlediği bir ütopya kaleme almıştır. Ben Salem isimli bir ada devleti kurmuştur. Bu devlet dış dünyadan kopuk, sadece 12 yılda bir dış ülkelere bir gemi göndererek, oralardaki bilimsel gelişmeleri izlemektedir. Ben Salem bilim kurulunun asli görevi olayların sebepleri ve gizli nedenlerini öğrenmek ve insanın doğa üzerindeki egemenliğinin sınırlarını genişletmektedir. Bacon’un bilim üzerine kurulu ütopik devlet tasarımı her şeyin din üzerine kurulu olduğu Orta Çağ’ın Hristiyan devlet tasarımına bir alternatif sunması bakımından anlamlıdır.

Rönesans Döneminde Siyasal Düşünümler

Machiavelli, Bodin, Grotius ve Althusius ’un siyaset felsefesi düşünceleri Rönesans dönemini etkileyen düşüncelerdir.

Machiavelli , politik realizm ile politik idealizm arasındaki ayırıma büyük katkı yapmıştır. Machiavelli’nin amacı kötü ve çirkin politika yapma yollarını olumlamak değil, politikanın olgusallıkta böyle yürüdüğünü göstermekti. Ancak Makyavelizm politikada aldatıcı taktikleri meşru gören bir anlayış haline gelmiştir. Ahlaklılığı politik açıdan yeniden tanımladığı “Prens” isimli eserinde, önemli olanın amaç olduğu, amaca götüren araçların iyi ya da kötü olmalarının önemi olmadığını vurgulamaktadır. Prens’ten sonra kaleme aldığı “Söyleşiler”’de cumhuriyet rejiminin erdemlerini savunan Machiavelli, Prens’i kaleme aldığı dönemin Floransa’sının siyasal karışıklıklarından etkilenerek bu yapıtında tam tersine mutlak monarşiyi yeğlemiştir. Machiavelli bireysel değil devlet çıkarlarını önemsemiş, siyasal düzeni insan doğasının gerçekliğine dayandırdığı için modern siyaset biliminin öncüsü olarak kabul edilmiştir.

Jean Bodin ise savunuculuğunu yaptığı mutlak monarşi rejimini, laik ve hukuksal bir temelden hareketle oluşturduğu egemenlik kavramı üzerine oturtmuştur. Ona göre devletin kaynağı Tanrı değil ailedir. Ailede baba neyse devlette kral odur.

Bodin’e göre yasa çıkarma hakkının aristokrat bir meclisin elinde olduğu rejime aristokrasi, halkı temsil eden bir meclisin elinde olduğu rejime demokrasi, tek kralın elinde olduğu rejime mutlak monarşi denir. Karma rejimler olamaz, çünkü egemenlik bölünemez. Kral doğal yasaya karşı sorumludur ve onu buna zorlayan şey vicdanıdır. Vicdanının sesini dinleyip doğa yasasına uymazsa Tanrı’ya karşı sorumlu olur. Bu görüşleriyle Bodin Hıristiyanlığa karşı doğal dini desteklemiş olur. Bodin, papalık idaresine karşı ulus devlet fikrinin öncü savunucularındandır.

Kısaca Colloquium olarak bilinen 1588 tarihli yapıtında ise doğruluğun doğası üzerine yedi eğitimli kişi arasında geçen bir konuşmayı konu edinmiştir. Bunların biri bilim filozofu, biri Kalvenist, biri Müslüman, biri Pagan, biri Katolik, biri Yahudi, sonuncusu ise kuşkucudur. Hepsi de felsefe eğitimi almış olan bu kişiler, konuşmanın sonunda, temsil ettikleri inanç sistemlerine bağlı insanların birbirleriyle uzlaşıp uyum içinde yaşayabilecekleri sonucuna varırlar. Leibniz, bu yapıt nedeniyle Bodin’i Batı dünyasında dini toleransın kurucularından biri olarak övmüştür.

Hugo Grotius ise doğal yasa kavramını ilk kullanan isimlerdendir. Sofistlerin physei-nomoi ayrımından ve Stoacı evrensel yasa fikrinden etkilenerek insan aklına ve doğasına dayalı doğal yasa ile sonradan konan hukuk yasaları arasında ayrım yapmış, ilkini ikincisine üstün kılmıştır. Stoacılar insanların akıl denen ortak bir öğeyi paylaştıklarını, Tanrı’nın da akıl olduğunu, böylece insanların ortak özünün Tanrı olduğunu savunmaktaydı. Böylece akıl, evrensel ve doğru yasa olmakta ve Stoacılar, tüm insanların aynı evrensel yasaya uydukları bir dünya devleti ülküsüne yönelmekteydi. Ona göre doğal bir yapı olan devletin görevi insanların doğuştan getirdikleri doğal hakları korumaktır.

Egemenlik halka aittir ama bir yönetici sınıfa devredilebilir. Bu görüşleriyle demokrasi fikrine kapı aralamıştır. Toplum halinde yaşamanın doğal bir yasa ve eğilim olduğunu savunmuş, uluslararası ilişkilerde adalet kavramının önemini vurgulamıştır.

Johannes Althusius ise demokrasi ülküsünü iyice vurgulamış, egemenliğin halka ait olup başkasına devredilemeyeceğini savunmuştur. Ona göre yönetici daima halk adına eylemelidir. Yasa devlet başkanını bile bağlar. Halk kendini parlamento ile temsil ettirir ve parlamentonun yetkileri ortadan kaldırılamaz ama geniş toprakları tek merkezden yönetmek güç olacağı için federatif devletlerden oluşan federal bir devlet modeli geliştirilmelidir. Bu düşüncesiyle Althusius, devlet yönetiminde federal düzenin öncü savunucularından olmuştur.


Yukarı Git

Sosyal Medya'da Paylaş

Facebook Twitter Google Pinterest Whatsapp Email