aofsoru.com

Yeni Türk Edebiyatına Giriş 2 Dersi 6. Ünite Özet

Birinci Meşrutiyet’İn İlanı

Giriş

Tanzimat sonrasının edebiyat faaliyetini yönlendiren ve aynı zamanda bu edebiyat faaliyeti tarafından yönlendirilen olgulardan biri de Meşrutiyet’tir.

Meşrutiyet Nedir?

Meşrutiyet sisteminde devletin başındaki hükümdar/sultan/padişah/şah/imparator, devlet yönetimi konusundaki yetkilerini bir meclisle paylaşır. Halkın oylarıyla seçilenlerin oluşturduğu bu meclis fikrinden (meclis-i mebusan) adı henüz konulmamış olsa da 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren söz edilir.

Meşrutiyetin fonksiyon olarak monarşi ile cumhuriyet arasında yer aldığı ve monarşiden ideal yönetim biçimi olan cumhuriyete geçişte bir “ara rejim” anlayışı olduğu söylenebilir. Bir aileden devam eden hükümranlık anlayışı korunduğu, sınırlanmış olmasına rağmen kanun yapma ve yürütme yetkisi sultan tarafından kullanıldığı için “monarşik” bir anlam dünyasını içerir. Öte yandan hükümdarın kendine verilmiş yetkileri, seçilmişlerin oluşturduğu bir meclis ile paylaşması, ayrıca hem hükümdarın hem de halkın hak ve görevlerinin yazılı kanunlarca belirlenmiş olması bakımından da cumhuriyet rejimine doğru evrilmiştir.

Osmanlı’da Meşrutiyet Fikrinin Doğuşu

Osmanlı’da monarşi dışındaki bir devlet yönetimi biçiminden ilk kez İbrahim Müteferrika tarafından yazılan Usûlü’l Hikem fi Nizamü’l-Ümem’de (1731) bahsedilir. Usûlü’l Hikem fi Nizamü’l-Ümem’de bir devletin çevresindeki ülkelerin nasıl yönetildiklerini bilmesinin faydalı olacağı görüşüne işaret eden İbrahim Müteferrika, yönetim biçimlerinden dolayısıyla da aristokrasi, monarşi ve demokrasiden bahseder. Devlet yönetimindeki yeniliğin, modernleşmenin ilk basamaklarından olduğuna vurgu yapan İbrahim Müteferrika, bir rejim değişikliğinin önünü açmıştır.

Meşrutiyet Osmanlı insanının kavramlar dünyasına 19. yüzyılda girmiş ve iki kez denenmiştir. Bunların ilki 23 Aralık 1876, ikincisi ise 24 Temmuz 1908 tarihlerindedir. Her ikisinin de ilanı sırasında Osmanlı tahtında sultan olarak II. Abdülhamit vardır. Fakat Osmanlı’da meşrutiyet ilanları bütün beklentilere rağmen istenilen sonuçları vermemiş ve devletteki olumsuz gidişin önüne geçilemediği gibi âdeta hızlandırılmıştır. İki meşrutiyet ilanı arasında Osmanlı ülkesinde “istibdat” adı verilen, şiddeti gittikçe artan, özellikle de basın ve düşünce faaliyetleri üzerinde hissedilen bir “baskı” rejimi vardır.

Osmanlı’da ilan edilen iki meşrutiyet arasındaki en önemli fark İkinci Meşrutiyet’le Osmanlı ülkesinde yeni bir durum olarak partileşme eğiliminin başlamış olmasıdır. Birinci Meşrutiyet’in arkasından başlatılan istibdat bu türden bir gelişmeye izin vermemiştir. Diğer bir fark ise Birinci Meşrutiyet’te sultanın hak ve yetkilerine fazla müdahale edilmez, kanun yapma ve yürütme yetkisi, bizzat Abdülhamid’in yönlendirmesiyle sultana bırakılırken ikinci defa meşrutiyet uygulamalarının devam ettiği günlerde hükümdara ait yetkilerin tam anlamıyla sınırlandırılması ve varlığının artık sembolik bir düzeye indirilmesidir.

Meşrutiyet’e Giden Yolda Tanzimat ve Islahat Fermanları

1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı Osmanlı Devleti’nde yaklaşık bir asırdır devam eden değişim ve yenilik sürecinin devlet eliyle kabulü ve ilanı anlamına gelir. Tanzimat Fermanı Meşrutiyet’e hazırlık kabul edilebilir. Tanzimat’a bu özelliği kazandıran unsurlar şunlardır:

  • sultan tarafından devletin siyasal coğrafyasında yaşayan herkesin eşit olduğu ve hiç kimseye farklı muamelede bulunulmayacağı sözünün verilmesi,
  • herkesin can, mal, ırz ve namusunun devlet tarafından korunacağı, vergi tayini ve askerlik uygulaması konusunda düzen ve eşitliği sağlayan kanunların hazırlanacağı ifadesi,
  • Osmanlı dünyasının yeni bir kavram olarak “halk” ve içeriği yenilenmiş bir “kanun” anlayışıyla da tanışması.

Tanzimat Fermanı ile ilk kez devlete borçlu ve devlete hizmet etmekle yükümlü tebaa anlayışından, varlığını halka borçlu ve halka hizmet etmekle yükümlü devlet anlayışı gündeme gelir. Ancak bu anlayışın uygulamaya geçmesi için zamana ve ciddi bir zihinsel dönüşüme, her şeyden önce de bireyin doğmasına ihtiyaç vardır. Burada devreye gazetecilik ve gazete faaliyetleri girer. Gazeteler okuma-yazma alışkanlığı kazandırmanın yanı sıra, siyasal, sosyal, düşünsel hatta edebî anlamda bu döneme ait yeni kavramların geniş kitlelerin ilgi alanına girmesini sağlar. 1860’lı on yılın sonuna gelindiğinde, basını sıkı bir takibe alarak sansür ve kapatma cezaları veren “Matbuat Nizamnamesi”ne rağmen topyekûn eğitim seferberliğinin bir sonucu olarak yayımlanan gazetelerin sayısı çoğalmış, dergi çalışmaları yaygınlaşmış ve hatta kadınlara ve çocuklara yönelik süreli yayın faaliyetleri başlamıştır. Bu durum Osmanlı dünyasında süreli yayın faaliyetine yönelik bir ilginin oluştuğuna ve giderek okuma alışkanlığı edinmiş bir kitlenin yetişeceğine dair bir gösterge olarak değerlendirilebilir.

1856’da ilan edilen Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı’nın devamı niteliğindedir. Eşitlik vurgusu yapan Islahat Fermanı, Müslüman tebaa arasında memnuniyetsizliklere yol açmış, gayrimüslim tebaa arasında da “üzerlerindeki devlet baskı ve otoritesinin artacağı” yolunda birtakım itirazları başlatmıştır. Diğer yandan ferman, İngiliz ve Fransız elçileriyle birlikte hareket eden devrin Âli Paşa gibi önde gelen devlet adamları tarafından hazırlanmış olduğundan, bundan sonraki birtakım tavizler için kapı aralanmıştır.

Fransız İhtilali ve Meşrutiyet’in Değerleri

1789’da gerçekleşen ve bütün Avrupa’nın yeniden yapılanmasına sebep olan Fransız İhtilali’nin etkileri zamanla Osmanlı’da da görülür. Fransız İhtilali’nin dünyaya yaydığı en önemli anlayış, insan hak ve hürriyetleri düşüncesidir. Bundan sonra insan merkezli bir dünya görüşüne ve bu paralelde de yeni bir devlet anlayışına geçilir. İnsan hak ve hürriyetleri anlayışının benimsenmesi, itaat kültürünün sona ermesi ve aktif insanın yetişerek hayata katılması demektir. Osmanlı’nın rejim değişikliği yaparak meşrutiyete geçebilmesi için sadece iktidarda olanların bu değişimi onaylaması yetmez. Aynı zamanda tebaanın da halka dönüşmesi gerekir. Şinasi, bu dönüşümün medeni ülkelerde olduğu gibi Osmanlı’da da gazeteler aracılığıyla gerçekleştirilmesini tavsiye eder.

Aslında Osmanlı Devleti’nin uygulamalarına bakılırsa daha Takvim-i Vekayi’nin yayımlanmasından itibaren bu yeni devlet anlayışını önce öğrenmeye sonra da bizzat göstermeye çalıştığı düşünülebilir. Şinasi, Tanzimat Fermanı’ndan 20 yıl sonra Tercüman-ı Ahval, 22 yıl sonra da Tasvir-i Efkâr ile halkın devlet karşısındaki konumunun belirlenmesi meselesini, halka daha yakın ve tarafsız duran “özel gazete” ile ele almayı, daha da önemlisi adım adım öğretmeyi üstlenir.

Devletin ve halkın dönüşümü, Meşrutiyet’e giden yolda meclis-i mebusan için olmazsa olmazlardandır. Zira sultanın yanında devletin idaresini yüklenen bu meclis, halk arasından ve halkın seçtiği kişilerden oluşmaktadır. Bu durumda geniş bir coğrafyaya yayılmış uzun ömürlü imparatorluklarda, ülkenin sağlıklı biçimde yönetilmesi için halk kadar önemli başka bir oluşuma daha ihtiyaç duyulur. O da ortak menfaatlerde buluşan, devletin menfaatleri kendi menfaatleriyle örtüşen “millet” adı verilen topluluğun oluşumudur. Fransız İhtilali sonrasında insan hak ve hürriyetleri bağlamında dünyaya yayılan milliyetçilik, imparatorluklara iki seçenek sunar: İlki küçük millî devletlere bölünmeye razı olmaktır. Diğeri bu bölünmeye karşı direnmek ve milliyetçilik anlayışını kendi yapısına veya kendi yapısını milliyetçiliğe göre yeniden düzenlemektir. Osmanlı’nın yapısı buna uygun değildir, ancak devletin devamlılığı modern bütünleşmeye bağlıdır. İmparatorluk, bu doğrultuda Osmanlı millet için ortak değerler ve kolektif şuur oluşturmak için şu unsurlardan yararlanır: Osmanlı dili, Osmanlı tarihi, Osmanlı edebiyatı, Osmanlı sanatı, Osmanlı gelenek ve görenekleri. Bu da bir düşünce hareketi olarak “Osmanlıcılık” adı verilen Osmanlı milliyetçiliğinin hayata geçmesi demektir. Bu doğrultuda, Tanzimat Fermanı’yla duyurulan can, mal, namus güvenliği, askerlik ve vergi görevlerinde eşitlik ilkesi ve devlet yönetimine katılma hakkı Osmanlı coğrafyasında yaşayanlara, kendilerini Osmanlı milletinden hissetmeleri için sunulan vaatlerdir.

II. Mahmut’tan itibaren Osmanlı milletini oluşturmak için gösterilen çabalar, Tanzimat Fermanı ve onu takiben Islahat Fermanı’yla da verilen/tanınan yeni hak ve özgürlükler, Osmanlı milletini meydana getirmeye yeterli gelmez. Zira kendi dillerinde gazete çıkarma hakları kendi hukuklarından daha üstün olan gayrimüslim tebaa, bu sayede kendi dil birliğini dolayısıyla menfaat birliğini daha erken bir zamanda kurmaya başladığından, Osmanlı’nın yaptığı çalışmalar ve sunduğu tavizler sonuçsuz kalır. Öte yandan gayrimüslim tebaanın Osmanlı dünyasında ticareti elinde bulundurduğu, sahip olduğu servet sayesinde Avrupa’ya daha erken zamanda öğrenci gönderdiği ve zihinsel dönüşümü daha erken başlattığı unutulmamalıdır.

Meşrutiyet’e Giden Yolda Yeni Osmanlılar Cemiyeti

Tanzimat Fermanı’nı ilan eden Sultan Abdülmecit’in ölümünden (25 Haziran 1861) sonra tahta geçen bütün sultanlar, meşrutiyetin ilanı sözünü vermişlerdir. Ancak tahta geçtikten sonra rejim değişikliği ilanı için şartları uygun bulmadıkları ve bu konuda adım atmadıkları görülmüştür. Bu durum, Tanzimat Fermanı’yla vaat edilenlerin hayata geçirilmediğini düşünen ve Osmanlı’nın yenilenmesi için rejim değişikliğine inanan aydınların giderek devletten uzaklaşmalarına ve devletin karşısında yer almalarına sebep olur. Sonuç olarak bir mücadele alanı oluşturmak ve güç birliği sağlamak üzere örgütlenerek Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ni kurarlar. Yeni Osmanlılar Cemiyeti, Osmanlı milletinin varlığına inanıyor ve Osmanlı’nın yaşamaya devam etmesi için devletin meşrutiyeti ilan etmesinin şart olduğunu düşünüyordu.

Yeni Osmanlılar, 1865’te İstanbul’da gizli bir dernek olarak kurulmuştur ve kuruluşunda Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi edebiyat sanatçılarının da içinde bulunduğu bu dernek, kısa zamanda üye sayısını artırır. Tanzimat Fermanı’nın getirdiği ilkelerin hayata geçmemiş olması, özellikle de Abdülmecit’ten sonra tahta geçen Abdülaziz’in fermana uymayan ve keyfî birtakım uygulamalarda bulunmaya başlaması, Genç Osmanlıların bir araya gelerek bu derneği kurmalarına sebep teşkil etmiştir. Yeni Osmanlılar, önce İstanbul’da sonra da Avrupa’da çıkardıkları gazeteler üzerinden meramlarını anlatmaya çalışırlar. Çalışmalarına İstanbul’daki baskılar özellikle de Kararname-i Âli yüzünden Avrupa’da devam eden Yeni Osmanlılar, 1867 yılından itibaren faaliyetlerini yoğunlaştırırlar. Bir süre sonra cemiyetin hem amaçları hem de bu amaçlara nasıl ulaşılacağı konusunda üyeler tarafından ayrı görüşler ortaya çıktıkça cemiyette kırılmalar başlar.

Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin teşkilat yapısı zayıflır. Bir siyasal liderleri olmadığı gibi merkez ve şubeleri de yoktur. Daha çok bir basın hareketi olarak özellikle de Avrupa’da faaliyet gösterdikleri söylenebilir.

Meşrutiyet Hazırlıkları

Yeni Osmanlılar, kuruluşlarından 1875’e kadar bazen Avrupa’da bazen de İstanbul’da yayımladıkları gazetelerle durmadan meşrutiyet fikrini anlatırlar. 11 Mayıs 1876 tarihinde Fatih, Süleymaniye ve Beyazıt medreselerindeki öğrencilerin ayaklanması ve halktan da bazı kişilerin katılımıyla büyüyen ve Bab-ı Âliye yürüyen kalabalık, Sadrazam Mahmut Nedim Paşa ile Şeyhülislam Hasan Fehmi Efendi’nin azlini isterler. Gelişmelerden korkan Abdülaziz, onların bu teklifleri kabul eder ve Mahmut Nedim ve Hasan Fehmi paşaları azleder. Bu olay tarihe, medrese öğrencilerinin ayaklanmasıyla başladığı için “softalar kıyımı” olarak geçmiştir. Abdülaziz, vükela heyetine yeni atadığı Mithat Paşa’dan, bir daha böyle bir durum meydana gelmemesi için bir layiha hazırlamasını ister.

Layihayı dikkate almayıp keyfi uygulamalarına devam eden Sultan Abdülaziz 30 Mayıs 1876’da tahttan indirilir ve yerine V. Murat sultan olarak tahta çıkarılır. V. Murat ruh sağlığı yerinde olmadığı için üç ay sonra tahttan indirilir. Yerine 31 Ağustos 1876 günü Meşrutiyet’i ve Kanun-ı Esasi’yi ilan etme konusunda söz verdirilerek Abdülhamit getirilir. II. Abdülhamit ile yavaş yavaş meşruti sisteme geçiş konusunda çalışmalar başlar.

Birçok ülkenin anayasasını inceleyerek işe başlayan Mithat Paşa başkanlığında “Cemiyet-i Mahsusa Komisyonu” oluşturulur. Cemiyet-i Mahsusa Komisyonu Sultan Abdülhamit’e sunulmak üzere 140 maddelik bir anayasa taslağı hazırlar. Bu taslak metin Heyet-i Vükela’nın yaptığı tartışmalarla 119 maddeye indirildikten sonra 20 Kasım 1876 tarihinde Abdülhamit’e sunulur. Sultan Abdülhamit, Kanun-ı Esasi taslağında birtakım değiştirmeler yaptıktan sonra ilanına izin verir. Kanun-ı Esasi, birçok anayasa incelenerek oluşturulmuş, fakat tamamen Osmanlı’ya özgü bir anayasa olarak kaleme alınmıştır. Kanun-ı Esasi 23 Aralık 1876’da Balkanlardaki meseleleri tartışmak üzere İstanbul’da toplanmış olan Tersane Konferansı’nın açılış gününde ilan edilir. Kanun-i Esasi’nin temel özellikleri şunlardır:

  • Üslup ve ifade bakımından sade ve açıktır.
  • Şekli itibarı ile modern anayasa tekniğine uygun bulunmuştur. Millet egemenliği açısından günümüz anayasalarına göre oldukça geride kalan bir anayasadır.
  • Kanun-ı Esasi’ye göre egemenlik padişaha aittir. Padişahın üstün gücünü sınırlayan hiçbir hüküm yoktur.
  • Hükümet meclise karşı değil, padişaha karşı sorumludur. Padişah bakanlar kurulunu tamamen kendisine bağlı olarak çalıştırma imkânına sahiptir.
  • Kanun teklif hakkı hükümete tanınmıştır. Ancak teklifin kanunlaşması padişahın tasdikine bağlıdır.
  • Padişah, gerekirse yeniden seçimler yapılmak şartıyla Heyet-i mebusanı fesh edebilir. Anayasaya göre meclis, adına Meclis-i umumi denilen Heyet-i âyan ve Heyet-i mebusan ismini taşıyan iki ayrı meclisten oluşur.
  • Meclis görüşmeleri Türkçe yapılacaktır.
  • Mebusların dokunulmazlığı vardır.
  • Padişah kanun yapma konusunda tek yetkili güçtür.

Esasi’de, Tanzimat Fermanı’nda haber verildiği biçimde sultanın yetkilerine bir kısıtlama getirilememiştir. Hatta sultana ait yetkilerin anayasa ile güvence altına alındığı bile söylenebilir.

Özellikle Sultanın, Anayasa’nın 113. maddesinde yaptığı ekleme, Yeni Osmanlılar’ı büyük hayal kırıklığına uğratır. Bu maddeye göre devlet görevini kötüye kullanan veya aksatanların cezaları bizzat sultan tarafından verilecektir. Ülke dışına çıkarılmalarına veya sürgüne gönderilmelerine yine sultan karar verecektir.

Osmanlı Rus Savaşı’nın (1877-1878) başlaması ve Kanunı Esasi’nin ilanını takiben halkın Mithat Paşa lehine heyecanlarını dile getirmeleri Sultan Abdülhamit üzerinde huzursuzluk yaratır. Sultan anayasada kendine haklarını kullanarak Mithat Paşa’yı Avrupa’ya sürer. Yine Kanun-ı Esasi çalışmalarına katılan Ziya Paşa, Suriye’ye Namık Kemal ise önce Girit’e sonra da Midilli’ye sürülmüşlerdir.

Kanun-ı Esasi’nin ilanından sonra sıra, meşrutiyet için gerekli olan meclis-i mebusanın oluşturulmasına gelir. Ancak Osmanlı’nın bir seçim kanunu yoktur. Bu sorun bir “talimat-ı muvakkate” ile çözülür ve seçimlere gidilir. Ancak zamanın kısalığı dolayısıyla bütün bölgelerde seçim yapılamaz. Bunun için de Osmanlı’nın ilk meclis-i mebusanında bazı bölgelerin hiç temsilcisi yoktur. Mebus sayısının nüfusla orantılı olmaması ve Avrupalılara şirin görünmek arzusuyla gayrimüslim mebus sayısının yüksek tutulması ilerleyen dönemde meclisin önünde önemli bir sorun oluşturacaktır.

Osmanlı Rus Savaşı’nda Osmanlı ordusu, doğuda Erzurum’a batıda ise Sofya’ya kadar gelen Rus ordusu karşısında ağır kayıplar vermektedir. Bu durum ister istemez meclisin çalışmalarını da etkilemiştir. Özellikle Hristiyan milletvekillerinin meclis çalışmaları sırasında kendi milletlerinin çıkarlarını gözeten yorum ve yönlendirmeler yapmaya başladıkları fark edilir. Bu durum Osmanlı ülkesinin henüz meşrutiyete hazır olmadığını ve bütün çabalara rağmen ırk ve din farklılığını bir yana bırakmış bir Osmanlı milletinin meydana gelememiş olduğunu düşündürür. Meclis çalışmalarına katılarak bütün bunlara tanık olan Sultan II. Abdülhamit, böyle bir meclisin Osmanlı ülkesini temsil etmediğini ve devleti selamete götüremeyeceğini düşünerek ve savaş gibi önemli durumlarda meclisin çalışmasına gerek olmadığını ileri sürerek meclisi süresiz tatil eder.


Yukarı Git

Sosyal Medya'da Paylaş

Facebook Twitter Google Pinterest Whatsapp Email