Endüstri İlişkileri Dersi 8. Ünite Sorularla Öğrenelim
Endüstri İlişkilerinde Yeni Gelişmeler
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Fordist üretimden esnek üretime geçiş nasıl olmuştur?
Fordist üretimin temeli olan kitlesel üretim ve onu mümkün kılan kitlesel tüketim 1950’li ve 1960’lı yıllarda ekonomik olarak sürdürülebilir bir performans sergilemiştir. Fordist üretimin işgücü açısından tipik özellikleri; sürekli ve tam süreli çalışma, deneyim ve bilgiye dayalı ücret artışı, olumsuz iş koşulları ve iş güçlüğüne bağlanmış prim ve tazminatlar, düzenli çalışma saatleri, çalışma saatlerinin toplu iş sözleşmesi ile ayarlanması, hafta sonu tatilleri için ücretli izin ve işçilerin sendikalarda kolektif temsiliyetidir (Belek, 2010, s.23). Ancak gelişmiş kapitalist ülkelerin piyasalarında yaşanmaya başlayan talep doyması, 1970’lerin sonlarıyla beraber etkisini göstermeye başladıkça ekonomik krizlerde farklı biçimlerle kendini göstermeye başlamış ve fordist üretim biçiminin tipik özellikleri farklılaşma sürecine girmiştir. Kitlesel tüketim aksadıkça üretim de karlı yapısını kaybetmiş, yeniden üretimini (kendi birikimini) gerçekleştiremeyen sermaye yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Bu yeniden yapılanmanın üretim örgütlenmesi postfordist üretim, esnek üretim rejimi gibi tanımlamalarla anılmaktadır. Bu üretim biçiminin tipik özelliklerini ise esnek üretime dair farklı modellemelerde ayrıntılandırmak mümkün olacaktır. Ancak genel olarak esnek üretimin farklılaşmış talebe ve değişen koşullara daha iyi uyum sağlayabilecek bir çalışma örgütlenmesi olduğunu söyleyebiliriz.
Esnek ve fordist üretim biçimi aasındaki farklar nelerdir?
Esnek üretim biçiminin özellikleri ve fordist üretim biçimi ile farkları şu ana başlıklarda tanımlanabilir; aynı tür malın kitlesel yerine küçük bölümlerde üretimi, standartlaşmış mal üretimi yerine küçük ölçeklerde ve değişik ürün türlerinde üretim, talebin belirleyiciliği, değişen istemlere kısa sürede yanıt verilebilmesi, büyük miktarda stoklama olmadan üretimin gerçekleşmesi, üretim sürecinin parçalanarak düşey ayrışması ile belirli aşamalarda uzmanlaşma, en genelde fordist üretimin değişmez-katı ilişkilerine esneklik (Eraydın, 1999, s.131).
Tekno-ekonomik yaklaşım nedir?
Fordist kitle üretiminin krizini açıklamaya dönük kuramlardan biri, neo-Schumpeterci olarak anılan tekno-ekonomik yaklaşımdır. Bu kuram, Kondratiev’in “uzun dalgalar” teorisini “Schumpeterci ekonomik gelişme kuramı” ile birleştiren ve kuramın merkezine teknolojik yenilikleri koyan bir kuramdır (Eşiyok, 2001, s.11). Teknolojik yenilikler bu yaklaşım içerisinde ayrıntılı olarak sınıflandırılmıştır. Küçük ve sürekli yeniliklerden, teknolojik devrimlere uzanan bu sınıflandırma ekonomik değişim süreçlerinin temeli olarak ortaya konmuştur. Teknolojik devrim derken yalnızca belli sektörleri ya da belli bir ürün grubunu değil bütün ekonomi düzeyini değiştiren değişikliklerden bahsedilir. Bu kurama göre, ucuz petrole ve petrol ürünlerine dayalı dev firmalar tarafından yürütülen kitle üretimine yönelik teknolojik rejimden, yeni yeni kurulmaya başlayan düşük maliyetli (daha da düşecek olan) mikro-elektronik ürünlere dayalı ve basit bir otomasyon sistemini aşan, tasarım, üretim, yönetim ve pazarlama faaliyetlerinin entegre bir sistem olarak çalıştığı bilgi yoğun bir üretim organizasyonuna geçişte ortaya çıkmaktadır (Eşiyok, 2001, s.13).
Teknoloji ve teknolojik değişim nedir?
Hem doğanın bir parçası hem de varlığını devam ettirmek için bu doğanın dönüştürücüsü olan insan, teknolojiyi bu dönüştürme sürecin bir parçası hâline getirir. İnsanoğlu ihtiyaçları doğrultusunda çevresini teknolojinin yol ve yöntemleri ile dönüştürmektedir. Teknoloji, endüstri ilişkileri ile ilişkilendirildiğinde ‘bilimsel ve teknolojik gelişmeleri inceleyip bunların sanayide uygulanabilir biçimdeki kullanımları ile ilgilenen bilim dalı ve bu şekilde bilgilere dayalı olarak geliştirilen makineler, yöntemler vb.’ olarak tanımlanabilir (Şimşek ve Akın, 2003, s.9). Teknolojinin, toplumsal yaşamla etkileşimi, insan ihtiyaçları ile beraber değerlendirilebilir. Teknoloji belli bir şekilde belli ihtiyaçların daha iyi bir şekilde karşılanması anlayışına dayanır. Tarihsel gelişim sürecinde toplumların kendilerine özgü teknolojilere sahip olduğu bilinmektedir. İlkel toplumlar bile günlük yaşantılarını kolaylaştıracak bir takım tekniklerden ve araçlardan yararlanmışlardır. Ancak uygarlıklar geliştikçe ihtiyaçların farklılaşması ve karmaşıklaşması, teknolojinin bu ihtiyaçlara cevap verebilme olanaklarını değiştirmektedir. Kaynağı farklılaşan ihtiyaçlar, üretim ilişkileriyle teknolojinin bağını güçlendirmekte ve sürekli bir değişim içerisinde farklılaşmasına neden olmaktadır. Teknolojik değişim, üretim etkinliğini hem niteliksel olarak hem de niceliksel olarak etkileyen toplumsal süreçlerin bir bileşeni olarak karşımıza çıkar. Bu bileşkenin durumuna kapitalizmin küreselleşmesi ve yeniden yapılanması döneminden baktığımızda, sürecin hızlandırıcısı ve kolaylaştırıcısı rolünün teknoloji tarafından kapılmış olduğunu görürüz. Bilimsel keşiflerin, imalat yöntemlerine uyarlanması süresi gittikçe kısalmaktadır. Halbuki elektriğin keşfi ile kullanılması arasında hemen hemen 50 yıllık bir süre geçmişti. Transistörlerin ekonomideki kullanımı net 5 yılı, lazer ışınlarının ise 1 yıldan biraz daha fazlasını gerektirmişti. Günümüzde ise teknolojik yeniliklerin kullanımı üretim etkinliğine çok daha hızlı bir şekilde eklemlendiğini görüyoruz (Gauzner, 1977, s.10). Teknolojik değişiklerinin niteliği hem gündelik hayatı hem de ekonomik hayatı ne ölçüde etkilediğiyle değerlendirilebilir. 20. yüzyılın son çeyreği hem gündelik hayatın hem de ekonomik hayatın teknolojik tabanının büyük ölçüde değiştiği bir dönem olarak belirmektedir.
Esnek uzmanlaşma yaklaşımına yönelik eleştiriler nelerdir?
Esnek uzmanlaşma yaklaşımına yönelik eleştiriler; ampirik verilerin, esnek uzmanlaşma yaklaşımının sunduklarını destekler nitelikte olmadığını, sanayi sektörünün hem esnek hem kitlesel üretim süreçlerini bir arada barındırdığını ve sadece sanayiyi kapsayan bir yaklaşımın ekonominin tamamına genelleştirilemeyeceği üzerine yükselmektedir. Eleştirel bakış açısına sahip çok sayıda araştırma kitle üretiminin sona erdiğini ve esnek uzmanlaşmaya dayalı yeni ekonominin ortaya çıktığını şüpheli hâle getirmektedir. Esnek uzmanlaşmaya yöneltilen eleştiriler ilk olarak bu tezin kitle üretimi ile zanaata dayalı üretim arasında yanlış bir kutuplaşma üzerine kurulduğu iddiasına dayanmaktadır. Bu tip bir ikilem her bir endüstriyel paradigmayı karikatürleştirmektedir (katı geçmişe karşı, esnek gelecek ve vasıfsız fordizme karşı, vasıflı esnek uzmanlaşma). Böylece her iki taraftaki çeşitliliği dar bir biçimde tanımlanmış paradigmalara indirgemekte ve teknolojinin geleneksel endüstriyel tasnifini de ihmal etmektedir. (Parlak, 1999, s.86)
Küreselleşme nedir?
Küreselleşme geride bıraktığımız yaklaşık otuz senelik bir dönemde yaşanan dönüşümleri ve değişimleri açıklamak için kullanılan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum kavramın açıklayıcılığını güçsüzleştiren bir belirsizlik yaratır, her şeyi kavramaya çalışan bir araca dönüştürür. Bu biçimde, şekillenmiş her kavram gibi açıklamaya çalıştığından daha fazlasının üstünü örter. Jessop’a göre (2005, s.268) “Belirli olay ve olguları, bir ‘küreselleşme’ sürecine bağlı olarak açıklamak yanıltıcı, herhangi bir şeyi veya her şeyi ‘küreselleşme’ şemsiyesi altına toplamak anlamsız ve herhangi bir şeyi ya da her şeyi, sanki ‘küreselleşme’ başlığı diğer başlıklardan her halükârda daha çok açıklayıcılık taşırmış gibi ‘küreselleşme’ ile ilişkilendirmek ise yararsızdır”. Buradan hareketle küreselleşmeyi, kendi başına özel bir nedensel mekanizma olarak değil de birçok farklı sürecin karmaşık bir sonucu olarak ele almak daha anlaşılır olabilir. Farklı yaklaşımların ortak bazı noktaları bulunmaktadır. Bu ortak noktalar küreselleşmeyle tanımlanan zaman dilimine dair ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel bir farklılaşma ve ayrışma sürecinin belli biçimlerde de tanımlanmasıdır. Kavramsal olarak küreselleşmeyi tanımlayan çabalar genellikle üç ana yaklaşım ekseninde değerlendirilmektedir. Bunlar kuvvetli küreselleşmeciler olarak anılan yeni-liberal görüş (Ohmae, 1990), süreçsel ve eğilimsel olarak ele alan görüş (Petrella, 1996; Vickery, 1996; Dicken, 1999) ve şüpheci görüş (Hirst ve Thompson, 1998) olarak adlandırılabilir. IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü tarafından da benimsenen yeni-liberal görüş için küreselleşme; piyasa güçlerinin serbestliği, rekabetin kusursuzluğu ve karşılaştırmalı üstünlüklere dayanan bir uluslararası ticaretin yaygınlaşması olarak yorumlanmıştır. Bu görüşe göre finansal ve endüstriyel etkinlikteki reel akışlar ölçüsünde ulusal sınırlar büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Konuyu tarihsel zemininde kavramaya çalışan diğer görüşe göre ise küreselleşme süreci; ürünlerin ve bilginin uluslar arası aktarımında meydana gelen yeni bir düzendir. Piyasaların kuralsızlaştırılması; şirket stratejilerinin uluslararasılaşması; bilginin ve teknolojinin dünya ölçeğinde yaygınlaşması; tüketim kalıplarının dünya ölçeğinde dönüşümü gibi ilkeler bu sürecin belirtileridir. Şüpheci görüş için küreselleşme bir söylenceden, bir masaldan ibarettir. Şüphecilere göre dünya ekonomisi temel dinamikleri gereği uluslararasılaşmaktadır, farklı olan durum ise bu sürecin ilgili dönemde piyasa güçleri tarafından gerçekleştiriliyor olmasıdır. Küreselleşme ile anılan dönem kapitalizmin tarihsel bir aşaması olarak görülebilir ve dünya ölçeğinde yaygınlaşan bu durumun çok boyutlu sonuçları bunun üzerinden değerlendirilebilir. Küreselleşmenin temel özelliği kapitalizmin uluslararasılaşması ve yeniden yapılanmasıdır. Bu yeniden yapılanma Erdoğdu’ya göre (2006: 39) sermayenin içsel ve dışsal coğrafi alanlara egemen olma çabasının bir sonucudur. Dışsal yayılma olarak kastedilen, daha önce toplumsal ihtiyaçların giderilmesinde piyasa ilişkilerinin egemen olmadığı ülkelerin (eski Sovyet Birliği ülkeleri gibi) yapılarına tabii oluşu, içsel yayılma olarak kastedilen ise sermayenin ulusal sınırlar içerisinde egemen olamadığı kamu kesimine yönelerek refah rejimlerini dönüştürmesi olarak ifade edilmektedir. Dünya ekonomisindeki bu dönüşümün temel nedeni, savaş sonrası yoğun sermaye birikimi ve tekelleşmeyle bağlantılı olarak 1970’li yılların ortalarından itibaren ileri kapitalist ülkelerde görülen kâr oranlarındaki büyük azalmalardır. Sermaye birikimi ve kapitalizmin krizi, sermayenin daha önce giremediği alanlara girme çabasıyla sonuçlanmış, piyasa ilişkileri dünya ölçeğinde baskın ekonomik sistem hâline gelmiştir. Şaylan’a göre ise (2002: 150) ‘küreselleşme olarak tanımlanan bu süreç, finans sermayesinin maksimum kâr elde etmeye yönelik ve çoğu kez spekülatif amaçlı hareketliliğine bağlı olarak dünyayı tek, bütünleşmiş bir ekonomik ünite hâline getirmesini ifade etmektedir’.
Tekno-ekonomik yaklaşımın kısıtlılıkları nelerdir?
Tekno-ekonomik yaklaşım da esnek uzmanlaşma yaklaşımı gibi fordist üretim biçiminden kaynaklı kısıtlılıklar üzerinden kendini tanımlar. Dolayısıyla krizi aşmak, bu kısıtlılıkları aşmakla mümkün olacaktır. Tekno ekonomik yaklaşımın, esnek uzmanlaşma yaklaşımından temel farkı teknolojinin krizi aşma yolunda merkezi bir önemde oluşudur. Teknolojiye yaptığı temel vurgu nedeniyle birçok süreci ihmal ettiği yönünde eleştiriler almakta ve teknolojik belirlenimcilik ile suçlanmaktadır. Esnek uzmanlaşma yaklaşımında da teknolojinin rolü önemlidir ancak asıl vurgu teknolojik üretim yapısına sahip esnek küçük veya orta ölçekli işletmelerin rolüne ilişkindir.
Jenerik teknolojiler nelerdir?
Jenerik teknolojiler, ekonomik faaliyet alanlarını bütünüyle değişime uğratma ve hatta daha önce var olmayan yeni ekonomik faaliyet alanları/sektörleri yaratma yeteneğini içeren teknolojilerdir. Son derece kapsayıcı ve yayılgan etkileriyle, bütün bir toplumsal hayata ve yaşadığımız çağa da damgasını vurma yolundaki günümüz jenerik teknolojileri, artık dünyadaki herkesin bildiği ve gerek siyaset gerekse ekonomi otoritelerinin de kabul ettiği gibi şu kategorileri kapsamaktadır (Göker, 1996, s.7): • Enformasyon teknolojisi (mikroelektronik, bilgisayar, iletişim teknolojilerinin bileşimi olarak), • İleri malzeme teknolojileri (polimerler, üstün iletkenler, optik lifler, teknik seramik malzemeler, kompozitler, karbon lifler, biyomedikal malzemeler ve membranlarla ilgili teknolojiler vb.), • Biyoteknoloji ve gen mühendisliği, • Uzay ve havacılık teknolojileri, • Enerji teknolojileri.
Yalın üretim nedir?
Yalın üretim Japonya’da Toyota otomobil firmasının geliştirdiği üretim sistemidir. Bu nedenle Japon üretim sistemi de denir. Japon üretim sistemi 1945-50’lerde düşük ücretlerin sağladığı maliyet avantajına dayanıyordu. Ücretlerin yükselmesiyle birlikte bu strateji geçerliliğini yitirdi ve Japonlar büyük ölçekli sermaye yoğun üretim sistemine geçtiler. Bundan sonra ise 1980’lerde ürün çeşitliliğine dayalı, tam zamanında mal teslimini hedefleyen esnek üretim ortaya çıktı. 1950’lerde Toyota’nın başmühendisi Ohno, üretimin yığın ölçeği temelinde örgütlenmesinin maliyetleri azaltacağını keşfetti. Ayrıca kalite ve sıfır hata üzerinde odaklandı. Ancak bunlar için emek gücünün yüksek nitelikli ve motive olması gerekiyordu. Yaşam boyu iş güvencesi garantisi, meslekteki süreye göre ücretlendirme, şirket kârlılığı temelinde prim sistemi, Toyota içerisinde bir aile havasının yaratılmasında ve motivasyonun arttırılmasında etkili olmuştur. Böylece Japon üretim sistemi olarak da isimlendirilen yeni bir üretim anlayışı doğmuştur (Belek, 2010, s.47). Japon üretim sistemi genel olarak kaynakların daha etkin kullanımı anlamında stokların minimize edilmesine yaslanan ve bu doğrultuda talebe göre şekillenen sürekli iyileştirme vurgusu ve takım çalışması mantığı ile işleyen tam zamanlı bir üretim sistemidir. Bu üretim sistemi genel olarak ifadesini “Dünyayı Değiştiren Makine” adlı (Womack ve diğ, 1990) çalışmada bulur. Bu çalışma, mevcut üretim sistemleri arasında en iyi uygulama olarak formüle edilen, yalın üretim yaklaşımının etkileyici üretkenlik artışları gerçekleştirdiğini ve bu üretim örgütlenmesinin yalnızca araç ve makine tarzı imalat alanlarında değil diğer tüm imalat dallarında geçerlilik kazanacağını iddia eder. Bu tarz bir üretim örgütlenmesi ise yine aynı çalışmaya göre ancak vasıflı ve kendini kurumuna adamış bir işgücünün varlığıyla başarılı olabilir. Bu üretim örgütlenmesi çeşitli düzeylerde ele alınmış ve yaygınlaşmasına atfen Japonlaşma adıyla küreselleşme tartışmalarına eklemlenmiştir. Elger ve Smith’e göre (1994) Japonlaşma kavramı bir retorik olarak yaşanmakta olan ekonomik dönüşümlerin ideolojik bir gerekçelendirmesidir. Yalın üretim kaçınılmaz bir dönüşüm olarak sunulmakta ve kendi toplumsal bağlamından kopuk olarak bütün üretim süreçlerine üstün bir uygulama olarak yansıtılmakta ve değişimin sınırlarını çizmektedir. Yeni bir üretim örgütlenmesi olarak müjdelenen post-fordist uygulamaların pratikteki, iş gününün gözeneklerini dolduran, çoklu vasıf kazandırmayla iş rotasyonunu arttıran, görüntüsü yoğunlaştırılmış ve esnekleştirilmiş bir kitle üretimini çağrıştırmaktadır. Yalın üretimin kitle üretiminin unsurlarıyla harmanlaşmış olması, post-fordizm teorilerinin geçerliliğini tartışmalı hâle getirmektedir. Sayer ve Walker’e göre (1992: 221) adı geçen endüstriyel değişimde postfordizm ve esnek uzmanlaşma teorilerinde kendini bulduğu gibi ikili çerçevelerle (fordizm ve post-fordizm, kitle üretimi ve esnek uzmanlaşma) konuya yaklaşmak yanıltıcı olacaktır. Japon endüstri ilişkileri pratiğinin işleyişi, tahmin edilemeyen üretim anlayışı birleşimlerinin varlığıyla asıl bu teorilerin açıklayıcılığının yetersiz derecede esnek olduğunu ironik bir biçimde göstermektedir.
Yıllar içinde çalışma biçiminde ne gibi farklılıklar gözlenmiştir?
Hizmet sektörünün artan önemi: Tarım ve sanayi sektörlerindeki verimlilik artışının da bir sonucu olarak üretim sistemlerinin ve teknolojide yaşanan değişimlerin de etkisiyle 1970’ler sonrası hizmet sektörünün istihdam içerisindeki payı gittikçe büyümüştür. Küresel değişim süreci içinde, sanayileşmiş batı ülkelerinde tarım sektörü %5’lerin altına düşerken sanayi sektörü %30’larda durgunlaşmış, buna karşılık hizmet sektörü %60’ların üzerinde hızla genişlemiştir. Gelecekte hizmet sektörünün aktif nüfus içindeki payının %85’e ve istihdam içindeki payının %80’e çıkacağı ileri sürülmektedir (Kılkış, 2000, ss.213-214).
İstihdam yapısının değişimi: Bu işgücü içerisinde ise kadın ve genç nüfusu oranı büyümektedir. Yaş ve cinsiyet bakımından istihdamın bileşiminde ve işgücünün yapısında önemli gelişmelerin olduğu gözlemlenmektedir. İstihdamın hizmetler sektöründe yoğunlaşaması ve kadınların istihdam olanaklarının artması sonucunda, 1970’lerde işgücü içerisinde kadın katılım oranı büyük artış göstermiştir. Üretim sistemlerinde yaşanan değişimlerin sonucunda, istihdamın bileşimi geleneksel sendikalı sektör işçilerinden sendikasız sektör işçilerine kaymaktadır. Ayrıca eğitimli ve nitelikli işgücünde artış yaşanmaktadır. Uluslararası sermayenin merkez ve çevre ülkeler hâlinde örgütlenmesi istihdamın coğrafi dağılımında da farklılaşmalar getirmiştir. Nitelikli işgücünün merkezde ve daha korunaklı olarak barındığını, daha niteliksiz işgücünün ise daha fazla sayılarla, daha az korunaksız biçimde çevre ülkelerde kümelendiği ifade etmek gerekir.
Kayıt dışı istihdamın artması enformel sektörün yaygınlaşması: Son gelişmelerin çalışma hayatına getirdiği güvencesizliklerin yığıldığı ve billurlaştığı bir alan olarak enformel sektör, devletin düzenleyici ve denetleyici kurallarının uygulanmadığı, istikrarsız ve sosyal güvenceden yoksun bir çalışma ilişkisi doğurur. Kendi içerisindeki istihdam yapılanmasında da çeşitliliği ve tabakalaşmayı barındır. Özellikle çevre ülkelerde toplumsal cinsiyet, yaş ve etnik köken temelinde dağılımı daha eşitsiz, daha güvencesizdir. Gelişmekte olan ülkelerdeki kadın istihdamının %60’tan fazlası enformel ekonomide gerçekleşmektedir. 1994 ve 2000 döneminde tarım dışı enformel istihdamda kadınların oranı Kuzey Afrika’da %43’e, Latin Amerika’da %58’e, Asya’da %65’e ve Sahraaltı Afrika’da %84’e ulaşmıştır. Hindistan’da tarım dışı istihdamdaki kadın işgücünün %86’sı enformel ekonomidedir (Erdut, 2005, s. 37). Ülkemizde işgücüne katılım oranları erkekler için %70’lerde seyretmekteyken kadın için bu oran 30’lara ancak yakındır. Bu durum toplumsal cinsiyet anlayışlarından kaynaklı genel bir sorun olmakla beraber, kadınların enformel sektörde kayıt dışı olarak çalıştıklarının da bir göstergesidir.
En yaygın çalışma biçimleri nelerdir?
• Kısmi Süreli Çalışma: Normal çalışma sürelerinden daha kısa ve düzenli biçimde yapılan çalışma olarak tanımlanan bu çalışma biçimi atipik çalışmaların en yaygınlarındandır.
• İş Paylaşımı: İş paylaşımı gönülsüz işsizliğin azaltılması ya da artmasının önlenmesi için işlerin çalışanlar arasında paylaşılması olarak tanımlanabilir. Bir başka ifade ile iş paylaşımı, tam gün süreli bir işin iki veya daha fazla kısmi süreli çalışan tarafından paylaşılarak yapılmasıdır.
• Evde Çalışma: Evde çalışma modelinde, işçi geleneksel çalışma modellerinin aksine, iş görme yükümlülüğünü işyerinde değil, kendi evinde ve saat esasına göre değil, parça esasına göre çalışmaktadır.
• Tele-Çalışma: Bilgisayar ve iletişim teknolojisinin yardımı ile işyeri dışında bir yerde (işçinin evi, bürosu) olan çalışanın, asıl işyeri ile arasında olan elektronik iletişim bağı ile yapmakta olduğu çalışmadır.
• Çağrı Üzerine Çalışma: Firmanın talep dalgalanmalarına uyumunu kolaylaştırarak sermayeye esneklik sağlayan bu çalışma biçimi, önceden yapılan hizmet sözleşmesi gereğince, işçinin işveren tarafından çağrıldığında işyerine gelerek çalışması biçiminde tanımlanmaktadır.
• Sıkıştırılmış Çalışma Haftası: Toplam haftalık çalışma süresinin klasik beş veya altı işgününe değil, daha az sayıda işgününe sıkıştırılmak suretiyle dağıtılmasını ifade etmektedir (Bilgin, 2000, ss.48-53).
Çift yönlü hareket nedir?
Polanyi’nin Büyük Dönüşüm adlı eserinde modern toplumun çift yönlü bir dinamiği olarak çerçevesi çizilmiş bir kavramdır; piyasa ilişkilerinin genişlemesi karşısında toplumun kendini koruma biçimlerine yönelişini ifade eden salınımsal bir harekete karşılık gelmektedir. Bu salınım piyasa ilişkilerinin serbestliği ve piyasa ilişkilerine müdahâlesarkacında giden gelen çift yönlü bir harekettir.
Sendikalaşma ile ilgili gelişmeler nelerdir?
1980’li yıllarda ekonomik krize bağlı olarak değişmeye başlayan endüstri ilişkileri sistemlerinin önemli bir parçası olan sendikal yapılanma ve toplu sözleşme sistemleri, sözü edilen dönem içerisinde etkinliğini önemli derecede kaybetmiştir. Bu dönemin sanayileşmiş ülkelerinin bir parçası olarak karşımıza çıkan sendikaların tipik üyeleri; mavi yakalı, erkek, düzenli sürelerle tam zamanlı çalışan, ulusal düzeyde örgütlenmiş sanayi işçileridir. Geleneksel olarak tanımlayabileceğimiz bu tarz sendikalarda kadınların, güvencesiz çalışanların ve geçici işçilerin örgütlenmelerde kendilerine yer bulamadıkları bir yapı mevcuttur. Geleneksel sendika işçisinin istihdam içerisindeki yeri ve yaygınlığı farklılaşmış, istihdam kompozisyonun meydana gelen değişimler ve yeni işçileşme biçimleri, işsizliğin yapısallaşması ve sermaye hareketlerinin coğrafi hareketliliğinin ücretli iş ilişkisini farklılaştırması gibi durumlar toplu pazarlık konusunda tarafları birbirinden uzaklaştırmıştır. Bir taraftan işsizliğin yaygınlaşması ve kronikleşmesi, diğer taraftan da işe sahip olma yarışının çetinleşmesiyle beraber tipik sendikalı işçinin istihdam içerisindeki payı gerilemiş, örgütlü ilişkiler yıpranmış, endüstri ilişkilerinde savaş sonrası doğan ve gelişen uzlaşı sona ermiştir. Sendikalar bu zaman diliminde üye, güç ve itibar kaybetmiş; geleneksel üye komposizyonu dağılmıştır. İşsizliğin ve kayıt dışı ekonominin bu gerilemeyi sürekli besleyen temel nedenlerden biri olduğu konusunda genel bir uzlaşı vardır.İşsizlerin oluşturduğu yedek işgücü ordusu sendikasız, sigortasız ve kayıtsız çalışmaya razı olan potansiyel bir kitleyi ortaya çıkmaktadır. Bu gelişmeler sendikalar ve çalışanlar açısında iki önemli sonuç doğurmaktadır. Birincisi yedek işgücü ordusu işverenler için ucuz işgücü olarak işçilere karşı önemli bir koz olarak ve tehdit oluşturmakta, bu sayede işverenler bu potansiyeli kullanarak işçilerin sendikalaşmaya ve sigortalı olmaya dönük taleplerini kırabilmektedir. İkincisi, formel sektörle haksız bir rekabet içerisinde olan enformel sektör, formel sektör üzerinde bozucu bir etki yapıp yavaş yavaş enformel sektöre çekebilmektedir. Sendikacılığın güçlü olduğu ülkelerde enformel sektörün ya da yedek işgücü ordusunun, işgücü piyasasını bozucu etkisine sendikalar izin vermemiştir. Sendikacılığın güçsüz olduğu ülkelerde ise enformel sektör yıkıcı etkisini bütün gücüyle göstermektedir. (Öke, 2003, s.405) Sendikalar günümüzde üç tehdit ile karşı karşıyadır: Bunlar, üyelerden kaynaklanan, işverenlerden kaynaklanan ve devletten kaynaklanan tehditlerdir. İşçileri sendikalara üye olmaya iten nedenler ve avantajlarda gerilemenin varlığı, işçilerin üyelik talebinde düşüşe yol açmaktadır. İşverenlerin esneklik talebi, insiyatiflerini arttırma eğilimleri gibi nedenlerden dolayı sendikal hareket tehdit altındadır. Devletten sendikalara yönelik tehditler ılımlı olabileceği gibi, sendikaları kökünden söküp atmayı hedefleyen hükümet politikalarından da kaynaklanabilmektedir. (Delamotte’dan aktaran Yorgun, 2007, s.51) Hyman (2002) sendikaların geleceğini geçmişten bugüne sorguladığı çalışmasında, gelecekteki sendikaların eski çelişkilerin yeni yüzleriyle karşı karşıya olduğunu ifade eder. Bunlar üye kompozisyonunun nasıl olacağı (vasıflı elit, çekirdek işgücü, çevredeki işgücü, işsizler), hangi taleplerin dillendirileceği (ücret mücadelesi, işveren yetkilerini kısıtlayan hak mücadeleleri, devletin rolü ile ilgili talepler, yalnızca işçi statüsünden kaynaklı olmayan toplumsal hayatla ilgili olan talepler) ve bu taleplerin hangi yapılarla nasıl (meslek sendikası mı, işkolu sendikası mı, genel sendika mı; sendika içi demokrasinin nasıl tahsis edileceği, uzlaşma ve mücadele arasındaki dengenin nasıl kurulacağı) temsil edileceğidir. Hyman’a göre bu çelişkiler ışığında 21. yüzyıl sendikacılığı aynı zamanda hem yerel hem ulusal hem de uluslararası olabilmelidir. Sendikalar uygun kapasiteyi ayakta tutmalı, etkin eylemlilik göstermeli ve stratejik liderliğin yeni boyutlarını içermelidirler. Sendikalar geçmiş hareketlerle tutarlı bir şekilde istekleri, projeleri ve bazen ütopyaları tanımlayacak yeni bir dil keşfetmek zorundalar ve bunları günümüz dünyasına uyarlamalılardır. Dayanışmalar dilsel ve ulusal bariyerleri aşacak yapıyı inşa ederken, mücadele yeni şekiller almakta ve geçmişten daha etkili olma potansiyelini barındırmaktadır. Sendikaları tekrar cazibe merkezleri hâline getiren gelişmelere bakıldığında, küreselleşmenin ortaya çıkardığı olumsuzluklar, sendikalardan istifa eden veya ettirilenlerin içine düştükleri olumsuz şartlar, işverenlerin veya yeni yönetim tekniklerinin işçilere sunduğu sendikasız endüstri ilişkilerinin çalışanları tatmin etmemesi, ayrıca sendikasız işyerlerinde toplu pazarlık sisteminin yerine geçebilecek alternatif bir sistemin kurulamaması, çağdaş yönetim sistemlerinin etkili bir şekilde kullanılamaması, çözümlerin kısa vadeli olması sendikalara duyulan ihtiyacı artırmış ve yeni bir süreci başlatmıştır. Sendikalarda başlatılan yeniden yapılanma süreciyle dibe vuran sendikal örgütlenme tekrar ümit hâline gelmiş ve sendikalar atlama taşları bularak, yükseliş sinyalleri vermeye başlamışlardır (Yorgun, 2007, s.55).
Enformasyon(bilgi) teknolojileri nelerdir?
Günümüz toplumlarında sanayinin belirginliğinin azaldığı ve sanayi ötesi bir toplumun belirginleştiğine dair kuramsal tartışmalar bilginin toplumsal hayattaki rolünün etkinliğini vurgular. Bu vurgunun odak noktasında teknolojik gelişmelerin kaynağının, bilgi ve bilginin kullanımı olduğu vardır. Bu durum jenerik teknolojiler içerisinde de en sık bahsedilen, hatta yeni ekonomik gelişmelerin ana unsuruymuş gibi ele alınan enformasyon ya da bilgi teknolojilerini karşımıza çıkarır. Bilgisayar, mikroelektronik ve iletişim gibi ayrı dalların tek bir akım içerisinde ele alındığı bu dal, hızlı bir şekilde sektörler arasında yayılmış, üretim süreçlerinde yeni bir teknoloji olarak kendine yer bulmuştur. Enformasyon kavram olarak ele alındığında ‘bir sistemin kendi durumunu başka bir sisteme bildirmesi’ olarak tanımlanabilir (Göker, 1996, s.9). Dolayısıyla birimler arasında bilginin toplanması, işlenmesi, saklanması ve iletilmesi gerekir. Bu gereklilik önceden belirlenmiş bir hedefe doğru, amaçlı etkilemeyi ifade eden bir denetleme süreciyle beraber yürür. Buradan hareketle enformasyon teknolojilerinin üretim birimleri arasında ve üzerinde bir denetleme mekanizması işlevini de gerçekleştirdiği söylenebilir. Teknolojinin insanla işleyen bir mekanizma olduğu göz önüne alındığında, değişen teknolojiyle beraber teknolojiyi kullananlar üzerinde bu durumun ne gibi etkiler yaratacağı da ayrı bir tartışma konusudur. Çalışma hayatının içerisinde teknolojinin giderek daha da yoğun ve yaygın kullanılmasıyla beraber kullanıcının yerine, teknolojinin yapay zekası ikame edilmektedir. Kullanıcının üretim sürecindeki görevi kimi zaman belli başlı tuşlara basıp hâli hazırda komutlanmış cihazları yönlendirmektir. Çalışma hayatında rutin ve yabancılaşmanın yeni bir görünümü olarak ortaya çıkan bu gelişmelerin geçmişten farklılaştığı önemli bir nokta enformasyon teknolojilerinin denetleme yeteneğinin daha yetkinleşmiş olmasıdır. Bu konuya dikkat çeken Senneth’e göre (2002: 76-77) “Makineleri, esnekliğin getirdiği kopukluk hissinden ve kafa karışıklığından ayrı düşünemeyiz. Çünkü günümüz kapitalizminin yeni aletleri geçmişin mekanik aygıtlarından çok daha zeki. Bu makinelerin zekası kullanıcınınkinin yerini alıyor; böylece Adam Smith’in kabuslarındaki zihni dışarıda bırakan emeği yeni uçlara taşıyor. Bütün düşünme süreçleri gibi, makine kullanma zekası da öz eleştirel değil operasyonel olduğu takdirde körelir”.
Esnek uzmanlaşma nedir?
Esnek uzmanlaşma orijinal olarak Amerikan sosyologları Piore ve Sabel (1984) ve Hirst ve Zeitlin’in (1991) çalışmalarına dayanmaktadır (Parlak, 1999, s.84). Bu yaklaşım 1970’li yıllarda kendini gösteren ekonomik krizin sorumlusu olarak fordist üretim biçiminin sınırlılıklarını ve fordizmin dönemin koşullarına cevap verememesini neden göstermektedir. Bununla bağlantılı olarak kitlesel üretim yolu ile üretilen dayanıklı tüketim mallarına olan talebin doyma noktasına ulaşması, tüketici taleplerinde meydana gelen aşırı farklılaşma ve verili teknolojik yapının meydana gelen farklılaşmalara refleks gösterememesi gibi somut dayanaklar ortaya serilmektedir. Bu kısıtlıkları aşmanın yolu olarak her biri kendi alanlarında uzmanlaşmış, üretim sürecinde farklı taleplere esnek şekilde uyum sağlayabilen yüksek düzeyde teknoloji kullanan, küçük ve orta ölçekli işletmelerin rolü vurgulanmaktadır. Bu rolle beraber endüstride yeni bir dönem yaşanacağı ifade edilmektedir. Hem birbirleriyle rekabet eden, hem de uzmanlık ve üretim bilgisi alışverişinde iş birliğine giden küçük ve orta ölçekli işletmelerin oluşturduğu esnek uzmanlık modelinin örneklerine 1970’lerde Kuzey İtalya’da, 3. İtalya denen Bologna bölgesinde ve Güney Almanya’da yaygın olarak rastlanmakta, daha sonra giderek diğer Batı Avrupa ülkelerine de yayıldığı görülmektedir. Bu yeni üretim örgütlenmesi, tasarımcılara yeniden vasıflı/zanaatkar temelli işçilerin işbirliği içinde, genel amaçlı tezgâhlarda çok çeşitli mal üretebilme temeline oturmaktadır. Öğrenme, yeni teknolojilere uyarlanabilme, teknolojik yenilikleri hızla adapte edebilme ve yeni teknolojiler yaratabilme bu küçük işletmelerin ortak özelliğini oluşturur. (Piore ve Sabel’den aktaran Ansal, 1995, s.650) Büyük firmaların sayısal kontrollü ve bilgisayar tasarımlı üretim tekniklerini yavaş yavaş uygulamaya başlaması ile birlikte esnek bir teknolojik yapılanmaya yöneldikleri ve daha esnek bir üretim yapısına sahip olan orta ve küçük ölçekli işletmeler ile sipariş ve/veya fason yolu ile üretim süreçlerini (daha esnek olabilmek için) destekledikleri öne sürülmektedir. Esnek üretim yapısı Piore ve Sabel’e göre küçük işletmelerde daha düşük maliyette ve etkin olarak uygulanabilme özelliklerine sahiptir. Zira esnek üretim küçük ölçekli ve çok amaçlı üretim yapabilen bir teknolojik yapılanmayı gerektirmektedir (Suğur, 1994, s.152). Esnek uzmanlaşma tezini destekleyen ikinci önemli görüş, Atkinson’un “yönetsel okul”unun geliştirmiş olduğu “işlevsel esneklik” modelidir. Atkinson, “esnek firma” (Şekil 8.1) modelini, ikili emek piyasası analizi üzerine kurar. O, işgücünü merkez ve çevre işçileri olmak üzere iki ana kategoriye ayırır. Buna göre, merkez işçiler, sürekli sözleşmeli, yüksek vasıflı ya da çok becerilidir ve bu nedenle de iş örgütünün etkinliği için temel ve vazgeçilmez olan rolleri yerine getirirler. Değişik çevre alanlarındaki işçiler ise, geçici sözleşmeli ve yarı zamanlı işlerde çalışan büyük ölçüde vasıfsız ya da yarı vasıflı işçilerden oluşmaktadır. Atkinson, her iki işçi kategorisinin de farklı esneklik biçimlerine maruz kaldığını savunur. Ona göre, merkez işçileri, belli bir iş güvencesine sahiptir ve işlevsel esnekliğe ayak uydurabilecek kadar iyi kazanç koşullarına sahiptirler yönetimin yetkisi, onları üretimin gereklerinin dayattığı etkinlikler arasında dağıtmaktadır. Çevre işçileri ise sayısal olarak esnetilebilir durumdadırlar. Yine üretimin gerektirdiği biçimde ya yarı zamanlı işlerde çalıştırılırlar ya da yılın belli dönemlerinde işten çıkarılırlar (Argın, 1992, s.22).
İnsan kaynakları yönetimi nedir?
İnsan kaynakları yönetimi (İKY), insanların istihdam edildiği örgütlerde amaçlanan hedefler doğrultusunda işe ve çalışanlara dair temel bir yönetim etkinliğidir, örgütün doğumu ve gelişimiyle ilişkili kaçınılmaz bir sonuçtur (Boxall ve diğ. 2007, s.1). İnsan kaynakları kavramına ilk atıf 1965’de ‘Harvard Business Review’ dergisindeki bir makalede Miles tarafından yapılmıştır (Purcell’den aktaran Yıldırım, 1997, s.149). Buradaki tanımlama insan kaynakları ve insan ilişkileri arasında ayrımlar üzerinden yapılmıştır. İnsan ilişkileri yaklaşımı en az maliyet ile çalışanların işbirliğini sağlayıcı politikaları içerirken insan kaynaklarının çalışanların değerlerine ve yeteneklerine önem verdiği belirtilmiştir (Yıldırım, 1997, s.149). İnsan kaynakları yönetimi, en geniş anlamı ile bir organizasyonun en değerli varlığının, yani orada çalışan insanların, etkin yönetimi için geliştirilen stratejik ve tutarlı bir yaklaşım olarak tanımlanabilir. İKY bir organizasyon içerisinde yüksek performanslı bir işgücünün kazanılması, geliştirilmesi, motivasyonun sağlanması ve elde tutulması için yerine getirilen tüm etkinliklerin yönetimidir. (Barutçugil, 2004, s.32) İKY, katı ve ılımlı olmak üzere iki farklı boyuta sahiptir. Katı model, vurguyu insanın ‘kaynak’ olduğu düşüncesine yapmaktadır. Burada katı model duygulara şans tanımadan, aşırı bir şekilde rasyonel davranış kalıplarına uyan ve daha çok maliyet hesaplarına dayanan bir anlayış olarak ele alınmaktadır. Ilımlı model ise çalışanların eğitilmesi, geliştirilmesi, yapıcı danışmanlık ilişkilerinin sağlanması, takım çalışmalarının ve insan ilişkilerinin geliştirilmesini ifade etmektedir. Katı yaklaşım, insanı kaynak olarak ele almakta ve insana ekonomik bir değer yüklemektedir. Ilımlı yaklaşım ise insan odaklı bir anlayışı ifade etmektedir. (Storey’den aktaran Tokol, 2011, s.150) İKY kavramının oluşumundaki kuramsal basamaklara baktığımıza ilk basamakları klasik yönetim yaklaşımıyla (Bilimsel Yönetim), insan ilişkileri yaklaşımının (Hawtorne Araştırmaları) oluşturduğunu görürüz. Bu yaklaşımların ortak noktası çalışanların verimliliğini arttırma amacı güden işletme merkezli düşünce sistemleri oluşudur. Kaufman’a göre (2007:34-36) günümüzdeki İKY kavramının gelişiminde iki zihinsel gelişme anahtar rolü oynamıştır. Bunlardan birincisinin içini dolduran, geleneksel endüstri ilişkileri ve personel yönetiminde kendine karşılık bulan, örgütsel davranış ve örgütsel gelişim teorileri ve anlayışlarıdır. Örgütsel davranış ve gelişim yaklaşımlarının genel özelliği örgütlerin daha fazla verimlilik ve performans için işlerin tasarımını ve yönetim pratiklerini çalışanların psikolojik ve sosyal ihtiyaç ve istekleri olduğunu göz önünde bulundurmaları ve insanları cansız ekonomik faktör girdisi ve çıkarcı iktisadi insan olarak değerlendirmemeleri ile mümkün olacağını belirtmişlerdir. Bu ikilik McGregor’un teori X ve teori Y (emir verme ve denetlemeden, uzlaşı ve katılıma) ve Walton’un ‘İşyerinde Kontrolden Bağlılığa’ çalışmalarında karşımıza çıkan durumdur. Bu anlayış temel prensipleriyle, çalışanlara gözden çıkarılabilecek metalar olarak değil de örgütsel bir değer olarak davranılması, işin daha ilgi çekici kılınması ve çalışanların kendi denetimine bırakılması, birlikte kazanım şekillerinin yaratılmasıyla esnek olmayan, çatışmanın yüksek olduğu, düşük verimli bir sistemden (geleneksel çoğulcu endüstri ilişkileri modelinden) daha esnek, az çatışmalı ve yüksek verimliliğin olduğu üniter bir İKY sistemine geçilmesini sağlamıştır. Bu yeni sistemin de bağlılığın yüksek olduğu işyeri sistemine ve yüksek performans iş sistemlerine geçilmesine neden olduğu belirtilmektedir. İKY kavramının gelişimindeki ikinci önemli zihinsel anlayış ise stratejik yönetim kavramının gelişimi ve yaygınlaşmasıdır. Stratejik yönetim düşüncesinin İKY ve personel yönetimi alanlarınca içerilmesiyle; kavram, stratejik insan kaynakları yönetimi olarak örgütsel hedeflere ulaşmak için insan kaynakları yerleşiminin ve aktivitelerinin planlanması olarak tanımlanmıştır. Stratejik insan kaynakları yönetimi İKY içerisinde canlı bir akademik tartışma alanı oluşturmuş ve İKY ile Personel Yönetimi alanlarını birbirine yaklaştırmıştır.
Sosyal diyalog nedir?
Sosyal Diyalog: Farklılaşan endüstri ilişkileri bağlamında Avrupa merkezli bir endüstri ilişkileri bileşeni olarak karşımıza çıkan sosyal diyalog, “işçi-işveren temsilcilerinin ekonomik performansı ve sosyal hakları geliştirmek adına düzenli bir takvim çerçevesinde görüşme veya danışma esasına dayanan, devletin katılımının olduğu ya da olmadığı, tek bir modeli olmayan, ülkelerin kendi endüstri ilişkileri gelenekleri içerisinde şekillenen bir mekanizmadır” (Yıldırım ve Çalış, 2008, s.2). Avrupa toplumlarında uzun bir geçmişi olan bu mekanizmanın anlamı ve önemi, günümüzün toplumsal gelişmeleriyle tekrar gündeme gelmiştir. Endüstri ilişkilerinde genel bir standart oluşturma ve demokrasi kültürünün yerleşikleşmesine yapabileceği katkılar, bu önemi canlı tutan damardır. Avrupa ilişkileri genelinde, sosyal haklar açısından gelişkin bir ortak zemine sahip olan Avrupa Birliği ülkeleri ve sosyal haklar açısından aksaklıklara sahip gelişmekte olan ülkelerin bu topluluğa eklemlenme isteklerinin bir arada var oluşu; topluluk ülkelerinin sosyal modelini tehdit ederken üye adayı ülkeler için demokratik bir fırsat yaratmaktadır. Bizim ülkemiz için işleyişinde ve etkinliğinde önemli eksiklikler göze çarpan bu mekanizmanın, ilkesel düzeyde değinebileceğimiz kadarıyla, etkin işleyebilmesinin koşullarını (Rychly ve Pritzer’den aktaran Parlak, 2007, s. 41) şu şekilde sıralayabiliriz:
• Güçlü, bağımsız işçi ve işveren örgütlerinin her düzeyde sosyal diyaloga katılma konusunda teknik kapasite ve bilgiye erişim imkanına sahip olmaları, • Tüm tarafların sosyal diyalog yapma konusunda politik istek ve kararlılığa sahip olmaları, • Temel insan hak ve özgürlükleri kadar örgütlenme ve toplu pazarlık yapma özgürlüğünün de mevcut olması, • Sosyal diyalog sürecinin işleyişini kolaylaştıracak ve sosyal taraflara bu konuda hizmet verecek gerekli kurumsal yapıların mevcut olması, • Sosyal diyalogun etkin bir şekilde işleyebilmesi için politik rejimin çoğulcu bir demokrasi olması gerekir. Sosyal diyalog, klasik parlamenter demokrasinin eki değil bir tamamlayıcısıdır. Çıkar gruplarına, ekonomik ve sosyal politikalar açısından politika formülasyonu ve karar-alma süreçlerine katılımına imkan veren sosyal diyalog geleneksel politika mekanizmalarını güçlendirmektedir. • Sosyal diyalog piyasa ekonomisi ile bir çelişki oluşturmamaktadır. Aksine, piyasa ekonomisinin yol açtığı ekonomik ve sosyal sorunların çözümüne katkıda bulunarak serbest piyasanın etkin bir şeklide işlemesini kolaylaştırır. • Evrensel bir sosyal diyalog modeli mevcut değildir. Oldukça farklı durumlara uyarlayabilmek için yeterince esnek bir kavramdır. • Sosyal diyalog sadece bir tür kriz yönetim yöntemi değildir. Ne yazık ki hükümetler bazen sosyal taraflarla sadece ekonomik kriz dönemlerinde toplumsal destek gerektiren istikrar tedbirleri uyguladıkları zamanlarda görüşeme eğilimdedir. Bu yaklaşım temel olarak yanlıştır: diyalog, iyi niyete dayalı uzun yıllar süren işbirliği üzerine inşa edilen karşılıklı güvene dayanmak zorundadır. Bu yüzden sosyal diyalog sadece kötü değil elverişli ekonomik durmalarda da kullanılmalıdır.
Korporatizm ve sosyal diyalog ilişkisi nedir?
Korporatizm ve Sosyal Diyalog; Korporatizm kavramı genel olarak tarihsel anlamını, II. Dünya Savaşı öncesi otoriter siyasi rejimlerin içerisinde bulmuştur. Bu anlamın arkasında, toplum içerisindeki çıkar ayrılıklarının ortadan kalktığı ve devlet eliyle ortak bir toplumsal amaca doğru işbirliği yapıldığı varsayımı yer alır. Devlet, tüm sınıfsal kesimlerin temsilcisi olarak ekonomik hayata dair kararların merkezidir. Sınıfsal ayrım ve çatışmaları öne çıkardığı için sosyalizme, çıkarların farklılığını vurguladığı için çoğulculuğa karşı olan korporatizm, tüm bu nedenlerle doğal olarak faşist anlayışı çağrıştırmaktadır. Bilindiği gibi faşizm sınıflar arasındaki çelişkileri yok sayan bir zihniyetin adıdır ve faşist toplumsal örgütlenme anlayışına göre, tüm toplumsal sınıf ve kesimler devletin önderliğinde kurulacak korporatif örgütlerle “millî uyum” içine sokulacaklardır. Korporatist uygulamaların ilk kez iki dünya savaşı arasında Avrupa’nın klasik faşist ülkelerinde görülmüş olması, ayrıca bu çağrışımı kolaylaştıran bir diğer önemli etkendir (Üstün ve Üstün, 2000, s.163). Bu kavram; tarihsel anlamını bulduğu zeminden ayrılmış, yıllar sonra tekrar geçerli bir gündem maddesi hâline gelmesi 1970’lerin sonlarıyla beraber olmuştur. Bu dönem içerisinde kavram, daha farklı bir düzeyde, ‘neo-korporatizm’ adıyla inşa edilmiştir. Makal’a göre neo-korporatizm kavramsal olarak birbirinden farklı vurgular içeren ama birbiriyle yakından ilişkili üç anlama sahiptir (Makal, 1998, s.289);
1. Ulusal ölçekte örgütlenmiş, belirli bir alanda uzmanlaşmış, hiyerarşik bir örgütsel yapıya ve üyeleri üzerinde tekelci güce sahip yapının varlığı, 2. Farklı çıkar gruplarının, bu tür özellikler taşıyan örgütleri arasında kurulan ilişkiler, 3. Bu çıkar gruplarının demokratik-çoğulcu bir siyasal yapı içerisinde, devletle ilişkileri göz önüne alınarak siyaset oluşumuna dahil edilmeleri. Bu maddeleri değerlendirdiğimizde, neo-korporatizmin çoğulcu bir endüstri ilişkileri sisteminin işlerliğiyle yakından ilgili olduğunu fark ederiz. Neokorporatizm bu anlamıyla, merkezi bir çalışan ve işveren örgütlenmesi yapısının, devlet katılımı ya da aracılığıyla, oluşturulabilecek sosyal politikaların içeriğini belirleyecek kurumsal mekanizmalar içerisine kendine yer bulabilmesini ifade edecektir. Bu noktada sosyal diyalog mekanizmasının neo-korporatist anlamlar taşıdığı açıktır. Ancak belirtmek gerekir ki nasıl sosyal diyalog ülkelerin kendi endüstri ilişkileri geleneği içerisinde bir anlam buluyorsa korporatizm de farklı siyasi yapılanmalarda farklı içeriklere sahip olmaktadır. Endüstri ilişkileri mekanizmaları daha erken gelişmiş siyasal yapılarla, daha aksak geliştiği siyasal yapılar karşılaştırıldığında; bu yapılar arasında korporatist uygulamalar açısından düzey farklılıkları karşımıza çıkar. “Endüstrileşmiş, batı toplumlarındaki korporatist uygulamalar ‘liberal’, ‘toplumsal’ vb olarak nitelenirken genellikle az gelişmiş ülkelerde gözlenen korporatist nitelikli uygulamalar; anti-liberal, kapitalist gelişmesi gecikmiş, otoriter, neo-merkantalist anlamlarını içeren, devletin yapısal bir gereği olmasa bile tanımlayıcı bir öğesi olarak devlet korporatizmi olarak nitelenir” (Makal, 2002, s.178). Bu bilgiler ışığında Türkiye’deki ender sosyal diyalog mekanizmalarından olan ve neo-korporatizm tanımına en yakın karşılığı barındıran kurumsal yapı olarak Ekonomik Sosyal Konsey karşımıza çıkacaktır. 1995 yılında bir Başbakanlık genelgesi ile oluşturulan bu kurum uzun bir zaman dilimi, yapısı gereği (toplantıların gündemini hangi taraf belirleyecek üye kompozisyonunda ağırlığın ne yönde olduğu sorunlar vb) sağlıklı bir mekanizma olarak işleyememiştir. Yakın zamanda yapılan anayasa değişiklikleri ile anayasal bir kurumsal yapıya dönüştürülse de henüz bu değişikliklerin uygulamaya dönük alt yasalaşma etkinlikleri tamamlanmadığı için nasıl bir kurumsal yapı ortaya çıkacağı net değildir. Türkiye’deki sosyal diyalog zemini bu gözle değerlendirildiğinde, Ekonomik Sosyal Konsey’in devlet politikalarının yürürlüğe girmesini tavsiye edici oluşu ve çoğulcu yapının alınan danışma kararlarına yansımadığı düşünülürse devletçi bir neo-korporatist mekanizma olduğu ileri sürülebilir.
İKY anlayışının kurguladığı çalışma ortamının özellikleri nelerdir?
İKY anlayışının dillendirdiği ve kurguladığı çalışma ortamına dair genel özellikleri şu şekilde sıralayabiliriz (Armstrong, 2008, s.195-196):
• Bağlılığa sevk-çalışanların kendilerini örgüt ile özdeşleştirmesi, şirket adına hareket etmeleri ve örgüt ile kalmaları için çalışanların ‘kalplerini ve fikirlerini’ kazanmak, eğitim ve gelişimlerini garanti etmek; • Ortak çıkara vurgu-‘Bu işte beraberiz’ ve yönetim ve çalışanların çıkarlarının çakıştığı mesajını vermek (tekçi yaklaşım); • Tamamlayıcı biçimlerdeki iletişimin organizasyonu, toplu pazarlığın yanı sıra ekibe yönelik brifingler, temsilci aracılığından ziyade çalışanlara doğrudan bireyler veya gruplar olarak yaklaşmak; • Toplu pazarlıktan bireysel sözleşmelere geçiş; • Kalite çemberleri ve gelişim grupları gibi çalışanları dahil edici tekniklerin kullanılması; • Kalite-toplam kalite üzerine sürekli vurgu; • Çalışma düzenlemelerinde artan esneklik; • Takım çalışmasına vurgu; • Tüm çalışanlar için koşul ve şartların düzenlenmesi.
İnsan kaynakları yönetimi ve endüstri ilişkileri nelerdir?
Son yıllarda endüstri ilişkilerinin geleneksel yapısındaki kırılmalar, sendikaları ve benzer çalışan örgütlerini güçsüzleştirmiştir. Sendikaların geçmişte yüklenmiş olduğu kolektif işlevler ise (toplu pazarlık ve görüşme gibi), yaygınlıkla insan kaynakları yönetimi anlayışıyla işletme içinde ve bireysel zeminde yerine getirilmeye çalışılmıştır. Endüstri ilişkileri alanında ise İKY düzenlemelerine şüpheli, mesafeli ve olumsuz bir bakış ile yaklaşılmaktadır. Bunun arkasında İKY’nin yönetim isteklerinin bir ifadesi olarak tek taraflı (ünitarist) bir yaklaşım olduğu düşüncesidir. İKY ve endüstri ilişkileri arasındaki temel farkların ilki de buradan şekillenir. Bu anlamda endüstri ilişkileri öncelikle kolektif ilişkiler odaklıdır. Kuşkusuz bu boyutu ile endüstri ilişkileri, insan kaynakları yönetiminden çok daha geniş bir açılım ortaya koymaktadır. Özellikle bu geniş açılım, günümüzün küreselleşme ve yoğunlaşan rekabet sürecinde gündeme gelen dışlanma, yoksulluk, işsizlik, eşitsizlik, gelir güvencesizliği ve sosyal hakların zayıflaması gibi temel ekonomik ve sosyal sorunlar açısından büyük önem taşımaktadır. Bu noktada insan kaynağının geliştirilmesi de kritik hedef olarak öncelikle benimsenmesi gereken bir politikadır. Kısaca, organizasyon sınırlarının ötesinde makro boyutlu çoğulcu bakış açısı, günümüzün karmaşıklaşan ekonomik ve sosyal değişim sürecinde endüstri ilişkilerinin en önemli zenginliğini temsil etmektedir. Öte yandan çağdaş üretim ve yönetim sürecinde işyeri düzeyinde etkin olan takım çalışması, işbirliği ve özellikle grup içerisinde çalışanların iletişimi, gelişimi, motivasyonu, değerlendirilmesi ve ödüllendirilmesi gibi kolektif ilişki yönü ağırlıklı olan fonksiyonlar insan kaynakları yönetiminin ilgi alanı içerisinde zamanla daha fazla yer almaktadır. Dolayısıyla günümüzde endüstri ilişkileri ile insan kaynakları yönetimi arasında özellikle mikro boyutlu bir ayrımın sınırlarının eskisi kadar belirgin olmadığını ileri sürmek yanıltıcı olmayacaktır (Selamoğlu, 2000, s.14-15). Yukarıdaki farklılaşmayı daha da ayrıntılandırmak gerekirse endüstri ilişkilerinin, insan kaynakları yönetiminden ayrıldığı noktalardan biri de devletin süreç içerisindeki rolüdür. Endüstri ilişkilerinde bir taraf olarak yasalar, anlaşma müzakereleri, mahkemeler aracılığı ile var olan devlet, İKY’de en az etkiyle kural koyar ve uygulama pratiklerine müdahil olmaz. Üçüncü temel fark, endüstri ilişkilerinin çoğulcu çerçevesinin taraflar arası ya da herhangi bir tarafın devletle yaşayabileceği çatışmayı çıkar farklılıklarından kaynaklanan bir potansiyel olarak kabul eder. Endüstri ilişkileri bu çıkar farklılıklarını kolektif prosedürlerle sonuçlandırmayı ve uyuşmazlıkların karara bağlanmasına çabalar. Tek taraflı olan İKY ise çıkarların birliğini ve aynılığını savunur ya da en azından buna ulaşmayı amaçlar. Sorunların işletmeye içkin olarak doğduğu görüşünü benimsediği için, kolektif değil işletme merkezli kalmaktadır. Özellikle ücret sistemi düşünüldüğünde endüstri ilişkililerinin toplu pazarlık süreçlerinin yerine, işletmenin çıkarını temel alan performansa dayalı ücretlendirme sistemi İKY uygulamalarında esastır (Silva, 1997, ss.30-32).